İnsanın İç Haritası –Denge-

Ümit Zeynep KAYABAŞ

22-08-2017 09:32

Dengeye ihtiyaç duymayan insan, kendini sorgulayamaz. İnsan, neyi ne ile dengeleyeceğini hesap etmeden, yaşama tutunursa bir gün kendine muhalif bir yüz ile karşı karşıya gelir.

Biriktirdiği her şey avuçlarının arasında kayıp gider.

Bir taraftan zaaflar, diğer taraftan doğruluk tablosunun değer kaybedişi

ve toplum duyarlılığının azalması, hakikat sapmalarının başlangıç noktasında,  etkin bir roldür.

Kapana sıkışmış gibi boğucu bir havayı teneffüs eden insan, yaşam estetiğinin farkına vardığında,  çok geç diyebilecek mi? Ki bunu demek de marifet…

Ellerimiz ile yok ediyoruz; bizi,  biz yapan değerleri. Popülizm tutkusu,  yapış yapış kiminin üzerinde, kiminin hayallerinde. Olduğu yer dar geliyor insana. Hep bir ötede aranıyor mutluluk. Denge yoksulluğu, sakat bir karakteri doğurur. Bunun merkezinde ölesiye bir hırs yatar ama masum görür insan kendini.  Âdem’in, cenneti bırakış masumiyeti değil bu!   O halin dünya ile kirlenişi…

Herkes Yusuf,  zindanda demiştir. Oysa Yusuf, zindanı beklemiştir.  İnsanın, kendine zindan ettiği dünyayı. Metalin insan ile ilişkisi, düşünsel hayatın zehri gibidir.  Büyüyüp serpilen betonların arasında - adına şehir -dedikleri mekânda, insanın hissizliği bölmesi normal belki de. 

Geriye bakış dengeyi sağlar. Öz duygularını, taze tutan kişi gerisine tutunur. Çocukluğunun mavi dünyasına açılan pencereleri kapatmaz.  (arkadaşımın günlük defterini bir araya geldiğimizde sesli okurduk. İkimizde hüzünlenişimizi birbirimizden saklamaya çalışır ama başaramazdık. 

Defterin ortasındaki yazı:

-Bahar günü ve öğle vakti babaannem tatlı bir telaş içinde yemek hazırlıyordu.  Bahçeden topladığımız sebzeleri bana yıkatırdı çoğu defa.  Her sebzede ayrı bir hikâyesi olurdu babaannemin. Bu da benim çok hoşuma giderdi. Yemek pişirme faslında beni pek yanına almazdı. İçten içe kızsam da belli etmezdim. Mindere oturur, ateş ocağında pişen yemekleri izlerdim.  O esnada da devam ederdi babaannemin hikâyeleri. Odunların çıt çıt diye çıkardığı sesler, farklı bir dünyanın içine alırdı insanı. Kendi evimde, yabancı olduğum birçok şeyi çiftlik evinde yaşıyordum ve burada daha çok mutluydum. Bakır sofranın üzerine tabakları yerleştirdikten sonra - hadi dedi, yola çıkıp bakalım  (çiftlik evi yol kenarındaydı)  misafir buluruz belki. (Misafir eksik olmayan evde babaannem, sıcak yemekleri için misafir arardı)  O gün yan komşumuzun kızları yoldan geçiyordu. Tarlada çalışan annelerine su ve yemek getiren iki kız kardeş…

Bir tanesinin saçları uzun ve hep örgülüydü. Her seferinde sıkılmıyor musun o örgülerden dediğimde, önüne bakardı.

Eller yıkanıp sofraya oturulduğunda babaannemin yüzündeki mutluluğu, herkesin görmesini isterdim.  Birilerinin karnını doyurmak onu çok mutlu ediyordu.  Boğazımdan, yemek geçmiyor sofra kalabalık olmasa derdi. Ah! Bu ne güzel bir hassasiyet böyle. Şimdilerde kimsede olmayan bu incelik o insanlara,  huzur vermiştir.  Huzuru arayan bizler, biraz düşünmeli neleri yitirdiğimizi…

  O gün devam eden hikâye eşliğinde,  güzel bir öğlen yemeği anım oldu. Beni etkileyen şey; arkadaşlarımın yemekteki sessizliği olmuştu.

(Saygının güzelliği ile yücelmek böyle bir şey olsa gerek)  Onlar, dün ekmeğini, suyunu,  sıcak yemeğini paylaşıyordu -   bugün biz,  hırslarımızı - … Aradaki boşluğun içini siz doldurun.

İç evinde (duyguların muhafaza edildiği yer) huzuru, sakinliği, mutluluğu ve yalnızlığı yakalayabilen güçlü karakter konumundadır.

Güç dediğimiz şeyin, birbirine zıt kutuplarda seyir göstermesi, insanın yapısındaki karmaşıklıktan kaynaklanır. Gücünü çelişkilerinden, bencilliğinden, duyarsızlığından alanlar - yani insanlığını yok edenler- çok şey yaparak,  yükseldiklerini sanırlar ama onlar daima küçüldükçe küçülür de farkında olmazlar.

Kontrolsüzlük ve isyan,  insanlığı emen bir sülük gibi yapışmıştır yakaya. Değerler kan kaybına uğramıştır. Devreye giren zevkler, çıkmaz akışını daha da kuvvetlendirir.

Özetle İçten içe, kendini tüketir insan.

Aşırı hassasiyeti kullananlar hüznü, acıyı içe gömerek, dış dünyaya kalın bir perde çekerler.

Işık geçirmeyen bu perdenin arkasında hırpalar insan kendini. Dışarıya da güçlü görünüm fotoğrafı verir… 

Güç dediğimiz şey aslında sığınaklarımızdır. Kimseye belli etmeden, kendimizi gizlediğimiz odanın, adıdır güç.  Hileyi sevmeyen insanın, kendine hile yapması kadar acınası bir durum yoktur. Çok ilginçtir ki, toplum yapısı başka tercih hakkı da bırakmamıştır.

Ne zaman ki birey kendini tanıma, tamamlama sürecini sağlıklı bir şekilde başlatır; işte o zaman insan ve yeryüzü arasında düzenli bir uyum sinyali oluşur.

İnsanın yaşamının ritmik savaşı da,  kodlar halinde önüne serilir. İnsanın kendi ile takipleşmesi,  iç dünya sınırının keşfinden başka bir şey değildir. Her şey bir dil ağındaki hataların sıfırlanması ile başlar. Asıl yokluk, dildeki yoksulluktur.

Bazıları kendini anlar, anlaşılmaz olur. Bazıları da ters istikamette aslı ve özü ile didişerek kendini tüketir. Bütün renkleri hiçe sayarak, karmaşık kalma arzusu insanın kendine doğrulttuğu bir silahtır.

Anlamak, ağırlıktır,

Olgunluk, yaralanmaktır.

Anladığın şeyin şeklini,  gökyüzü verir sana,

Pascal Mercier’ in,  “Lizbon’a Gece Treni”… Filminde günlük yaşamını durdurarak kitabın peşinden gidilmesi, yazarın bastırılmış tutku ve arzunun ambalajlanmasına karşıt bir tutum sergilenmesi, yaşın verdiği avantaj ile - rutin yaşamı diskalifiye ediş, izleri takip ederek yaşanmışlığa ulaşma anlatılır. Filmin gizli özeti;  direniş ve tükeniştir.

Filmi akıcı kılan gizem döngüsü değil, iç dünya haritasına tutunuştur. “Lizbon’da Gece Treni”, yazarın kendine yaptığı küçük bir yolculuktur. Yolculuk içinde, yolculuk ayrı bir iklim gibi siner ruha ve Mercier, o kodları vermiştir okuyucuya.

İç eğim psikolojisi, filmi durağanlıkla yormuş olsa da, hedef kitle dilin sunumundan memnundur.

İnsan mutlaka gitmeli mi kendini sürükleyene. Bunun cevabı da dengede gizlidir.

Özgürlük için savaşırken neden istila diye sorgulanmalı?

Savaşların özeti; insanlık dokusunun parçalanmasından başka bir şey değildir.

İnsan, dünyaya kendi doğrusunu asma isteğini bir yerlerde gizleyip, toplum yüzünü ret edecek yaşı yakaladığında ( arsızlaştığında) - kendim için yaşamalıyım artık -diyerek asli karakterinin, ham haline kavuşmuş olur. İçinden bir şeyler sökülmüştür ama hissedemez dağılışı. Bu iç hamleyi yapamayan da -  aradığımı bulamadım- istediğimi yaşayamadım diye çöküntüye girecektir. Bunun adı yetersizliktir. Büyük fotoğraf budur.

Denge kaybı, hastalıktır. İnsanlığını kaybedenler seni ve beni anlamaz.

Ümit Zeynep KAYABAŞ

DİĞER YAZILARI Güven Zor Bir Duygudur… 01-01-1970 03:00 Sabır Sanatı! 01-01-1970 03:00 Dijital Çağda Edep… 01-01-1970 03:00 Sanat Günlükleri ve Sezai Karakoç… 01-01-1970 03:00 Müslüman’da Adalet… 01-01-1970 03:00 Tarımda problemler ve toprak disiplini… 01-01-1970 03:00 Bir duruşu olmalı iyiliğin de… 01-01-1970 03:00 Nafaka mağdurları, şiddet ve aile… 01-01-1970 03:00 Doyumsuzluk Şehveti… 01-01-1970 03:00 Vicdan Ve İsraf 01-01-1970 03:00 Kadına şiddet, ahlak ve adalet zayıflığıdır! 01-01-1970 03:00 Kültürde Çürüme, Moda İle Tükenme… 01-01-1970 03:00 Sevginin samimiyeti ve mutluluk… 01-01-1970 03:00 Erkek Ve Kadın Üstünlüğü İle Yıkılan, Parçalanan Aileler… 01-01-1970 03:00 Ahlaki paradoks 01-01-1970 03:00 Müslüman’ın Ego İle İmtihanı 01-01-1970 03:00 İstanbul Ve Adalet… 01-01-1970 03:00 Aile Birliğini Bozan Medya Ve Boşanmalar… 01-01-1970 03:00 Üretemiyoruz, Birbirimizi Suçluyoruz Ve Yalnızlaşıyoruz… 01-01-1970 03:00 Kendini hesaba çeken insan ve “Çağrı” 01-01-1970 03:00 Şehir Ve İnsanca Yaşama Sanatı… 01-01-1970 03:00 Çalışan kadın sorunu ve aile… 01-01-1970 03:00 Harem-i Şerif’te selfie ve tüketim… 01-01-1970 03:00 Huzuru nasıl tüketiyoruz! 01-01-1970 03:00 Paris’i selamlayan kitaplar… 01-01-1970 03:00 Şehir Kimliği Ve Aile… 01-01-1970 03:00 Toprak huzuru ve tarımda çöküş… 01-01-1970 03:00 Nerede o eski dostluklar mı diyoruz… 01-01-1970 03:00 Avrupa’da Müslüman Aileler, Kadınlar Ve Çocuklar… 01-01-1970 03:00 Başörtüsü Ve Medeniyet… 01-01-1970 03:00 Gençler Kültüründen Kopmuyor, Koparılıyor… 01-01-1970 03:00 Nokta kadar menfaat için, virgül kadar eğilme! 01-01-1970 03:00 Televizyon Dizilerinin Aileye Etkisi… 01-01-1970 03:00 Sosyal Medya Çılgınlığı… 01-01-1970 03:00 Hayaller Ve Gerçekler… 01-01-1970 03:00 Anne, Kadın Ve Şiddet… 01-01-1970 03:00 Gençlik, Bizler Ve Doğruluk… 01-01-1970 03:00 Ramazan’da yardım kolisi geleneği ve belediyeler 01-01-1970 03:00 İnternet, mahremiyet ve gençlik! 01-01-1970 03:00 Arayış İçinde Olan İnsan Halleri… 01-01-1970 03:00 Erguvan, Diriliş Ve İstanbul 01-01-1970 03:00 İç yolculuğumuz Anne Rızası, Umut 01-01-1970 03:00 Kin ve öfke; Kalbin Hesaplaşması 01-01-1970 03:00 Paris’te şiir ve şiir ne istiyor? 01-01-1970 03:00 İyilik Tutulması Ve Azalan Bereket 01-01-1970 03:00 Gençler Anlaşılmak İstiyor -Yarının Türkiye’si- 01-01-1970 03:00 Vefasızlık, Toplum Güvensizliği -Robotlaşma- 01-01-1970 03:00 Dostluk, Kalp Huzuru Ve Duyguların Bedeli 01-01-1970 03:00 Sevginin Estetiği 01-01-1970 03:00 Toplum Huzuru Ve Güven… 01-01-1970 03:00 İnsani Değerler Tablosu -Haz- 01-01-1970 03:00 Mutluluk Tanımımız Yanlış 01-01-1970 03:00 Aile Kültürü Ve Huzur 01-01-1970 03:00 Kültürde Şaire Bir Parantez 01-01-1970 03:00 Anlama Biçimleriyle Yüzleşmek 01-01-1970 03:00 İnsanlık Kaybı Ve Umut 01-01-1970 03:00 Sarı Yeleklilerin Protestosu 01-01-1970 03:00 Sarı yeleklilerin dinmeyen tansiyonu! 01-01-1970 03:00 ​Sevginin dili paylaştıkça anlaşılır! 01-01-1970 03:00 Bobigny Müslüman Mezarlığı 01-01-1970 03:00 Yarına Samimiyet Bırakmak 01-01-1970 03:00 Paris‘te Akşamüzeri… 01-01-1970 03:00 Çocukluğum Ve Necip Fazıl 01-01-1970 03:00 Vel asr’i Başlangıç 01-01-1970 03:00 Kaybediş – Bir Medeniyetin Durdurulması 01-01-1970 03:00 Vel Asr’i - İnsan - Diriliş… 01-01-1970 03:00 Değişirken Kirleniyoruz… 01-01-1970 03:00 Akif İnan’da sanatsal duruş: Şairin İç Haritası… 01-01-1970 03:00 Sait Faik ve Gerideki Adam 01-01-1970 03:00