Hızla değişiyor her şey…
Bazen bu hız ayağımıza dolanıyor canımızı yakıyor. Duraksamak istiyoruz fakat içimize nasıl yerleştiğini bir türlü anlamadığımız o hırsımız yok mu yeniden başa alıyor her şeyi.
Anlamsız bir heyecan ile yenilenmeye ihtiyacına cevap arıyoruz.
Kanaat etmek tabiri ‘mişli’ geçmiş zamana ait diyebiliyoruz.
Ayaklarımızı yerden kesen bu hız uçuşu, içimizdeki bizi tüketiyor; hissizleşirken, hassasiyetlerimizi de yok ediyor doğal olarak.
Sürekli yenileniyor her şey…
Cadde, park isimleri, sokak tabelaları, kentlerin ışıkları, AVM’ler vs. Saymakla bitmez değişenler. Yüzümüz, her gün farklı bir şekilde; gergin, sabırız ve tatminsiz. Kaybetmekten korkmayan insan yitirdiği benliğine seyirci…
Ne ilginç ki, hayaller ve rüyalar da değişmekte. Düşünsel dünyamızın hırpalanışını umursamıyoruz bile. Adına elitizm dediğimiz hayat tarzına ruhlarımızı kurban ediyoruz. Beton duvarlar arasında, insanlığı bestesi; soğuk, donuk, ruhsuz ve haşin bir tınıda…
Değişiklik, yenilik yelpazesini oluşturturken tükenişe de zemin oluşturmakta. Kalabalıkta, acınası bir yalnızlıkla titreyen içimizi, birileri hisseder diye ödümüz kopuyor. Güçlü insan profili çizmek için, yapay motifler ile kendimizi süslüyoruz.
Nereye kadar…
İçimizdeki fırtınayı kimse duysun istemiyoruz. İnsan ‘ne ise o olmayı reddeden tek yaratıktır’’ Albert Camus insanın iç kontrolsüzlüğünü vurgu yapmış bu sözü ile. İnkâr metaforu, insanlığın acınası hali değildir de nedir…
Ve sürekli parçalanan, küçülen bir dünyaya şemsiye açıyoruz. İroni yumağına sarılı dil ile iletişim kurmaya çalışıyor, bozuk üslup ile ahkâm kesiyor ve dijital çağ döngüsünde, egosantrik bir karakteri taşıyoruz. Ne yapacağını şaşırtmış durumda insana, bu hızlı değişiklik.
Bizi, biz yapan, değerlerin silinişi ne yazık ki önemsenmemekte.
Geçmiş ile arasında köprü kurmak isteyen kim ki. Hem geçmişin karanlık ayak izleri, tetiklemiyor mu bu hırsı. Ve işte kendine yabancılaşan insanın handikabı, bir yığın sorun ile mücadele. Ve iyi kötü arasında azalan seçenekler tıkıyor bizi. Halin özeti; stres, iç bunalım, yetersizlik ve acziyet.
Yorgunluk, tahammülsüzlük içimizdeki son insanlık kırıntılarını da yok etmekte. İç huzursuzluğumuz büyüdükçe, tükettiğimiz her şey az geliyor bize. Kime dokunsan dokunun ilk vefasızlıktan yakınır. Vefa, erdemli oluş duygusudur çünkü. İnsan da en çok bu duygu yakışır… Oysa başladığı yeri terk eden, öz değerlerine muhalif olan biz değil miyiz?
Neden, niçin sorgusu korkutuyor bizi. Doğru ve yanlış arasında kalmayı tercih ediyor ve sessizleştikçe, sessizleşiyoruz ki bu halimizle de oldukça sevimli buluyoruz kendimizi. Sessizlik setinde, kendini unutan insanı canlandırıyoruz. Tek bir repliği olan filmi alkışlıyoruz. Mutlu muyuz? Bulanık zihinlerimizi zorlamak da istemiyoruz. Ne tuhaftır ki yadırgadığımız haller, alışkanlığımız olmakta. Bağımlı bir hayat sürmek, insanı hep dibe çeker. Biz kendimiz ile birlikte, yeryüzünü de tüketiyoruz.
Yerlere sığmayan hayallere, göklerde bir durak aranıyor vicdan sussun diye.
Evet, bizim hep bir tarafımız eksik. Kendine yetemeyen insan, geleceğe ne bırakacak sorusunun altını çizmek gerek.
Menfaatlerimiz, endişeleri dahi susturuyor. İç sesimiz çoğalınca kendimiz ile çeliştiğimizin farkına varsak da, cevapsız çağrı olarak kalıyor bu eylem.
Değişiklik, iki ayrı dünya sunmakta Bazen şehir ışıklarında gölge, bazen de denizin sesinde umut olup, öyle dolaşıyoruz dünya haritasında. Yoksulluğu, çocukluğumuzu, annesizliğimizi işaretleyip, susuyoruz.
Tüketici bir toplumun temel sorunu, kirliktir. Değerlerin yağmalanması, hazır şablonların etkisi meta ağırlıklı düşünce sistemini doğurur. Değer yargılarında israf vardır ama reklamı çok yapılan ürünler ihtiyaç olmadığı halde tüketilir. Medya yaşama ana şalter vazifesi yapmakta.
Dün özel hayatın mahremiyeti vardı diye geçmişe özlem dile getirilirdi. Bugün selfie paylaşmak üstün bir meziyet. Çocuklarımıza nasıl bir dünya kurduğumuzun farkında değiliz.
Ebeveyninler kendi çocuklarına yetişmekte zorlanıyor ve bu yetersizlik övünç olarak da nitelendirilebiliyor. Ailede her bir bireyin, kendine ait dünyası olmalı gerekliğini savunuyorlar. Yani çocuklar ile iletişimi kuramayanlar, hataları bu gülünç fikirler ile kapatmaya çalışıyorlar. Her şeyin dozunda olmasının şart olduğunu anlatmaları için, kendilerine dur demeleri gerek. İşten gelen baba cep telinden, ya da maçtan başını kaldıramıyor. Anne ise dizilerden. Çocukları da Allah korusun diyelim.
Sanatçıdan- esnafına, marketçisinden- şirketçinse, medyacıdan- muhtarına kadar herkes aynı tempoda. Herkes edebiyatçı, köşe yazar, oyuncu fotoğrafçı ama kimse okur değil. Bu bizi nereye götürecek bilinmiyor.
Geleceğin simülasyonu yapılacak olsa bugün, birbirinin yanında ruh uzaklığı varsa yarın herkes ayrı bir uzaklıkta olacak. Biraz önce tuhafımıza giden şeyler birden normalleşiyor.
‘’ iki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor. Üzerimizdeki yıldızlar ve ahlak yasası’’ diyen ımmanul Kant, fikir hezeyanı içinde kendi iç bildirimini sunmuştur
Çağın, insandan çaldığı ve meşrulaştırdığı doğruların toplamı, ahlak yassından başka nedir ki... İmkânları lehine çevirmek için, kendi aleyhine çalışan insan, topluma sağırdır.
Meşrulaşmayan bir şey kaldı mı ki, bizi toplum yadırgayacak diye de felç bir savunma sistemi sunanların dünyasını izlemekten başka çare yok. Manevi iklimi yaşamadığı için, yaşatamayan ebeveyniler gençlerin sorgulayıcı olmalarına tepki verecek kadar yüzsüz. Ne verdin ki, neyi talep ediyorsun.
Hızlı tüketiyoruz her şeyi… Ve değişirken, kirleniyoruz…
Bazen savunduğu fikri ile de tükenir insan.
Ümit Zeynep KAYABAŞ