Bir şehri anlatıldığı kadar anlatılamadığı halini de bağrına basmak koşulsuz, beklentisiz bir sevgidir.
Birçok kültürde canlılığını korumuş olan erguvanlar, Osmanlı’nın gözdesi ve bahar nefesi olmuştur. Asaletin ve zarafetin simgesi olan erguvanlar, İstanbul boğazının en güçlü rengidir. Sadık bir dost edasında, büyüleyici güzellikleri ile huzurun sembolü, aşkın da ev sahibidirler. Şairlerin, yazarların, ressamların baş tacı olan erguvanlar, kısa ömürleri ile yolcu oluşu hatırlatırlar. Şehrin gürültü yaşamı, stresi, bunaltıcı havasında nerden geldiğini ve kim olduğunu unutan insana, aslını fısıldar erguvan ağaçları. Yani şehir kimliğinin ardındaki köklü tarihi. Yaşamak için hızlı koşuyu tempo edinen günümüz insanı, beton duvarların gölgesinde arar manevi dokuyu. İstanbul’un yeşil ve mavi duruşunu, betonlara gömen modern algı, bir iç kıyımdır aslında. Erguvanların o muazzam renk yelpazesi, kaybolan insanlığa vurgudur. Güçlü ve asil bakışları, kısacık ziyaretleri ile dostluğu tazeleyip, veda ederler hemen. Sevgiyi, aşkı, vefayı, bağlılığı hatırlatıp, hızla uzaklaşırlar. Erguvan unutulmuşluğa sitemdir. Bahar başlangıç çizgisidir. Toprak içine çektiği nefesi bırakınca her şey yeniden canlanır. Yeşilin, beyazın mavinin, pembenin kollarını sonuna kadar açışı, görsel şölene dönüşür. Bu kışkırtıcı güzelliği, hafif vuruşlarla tabloya çizen nisan, heyecan ve umut demektir. Başlangıcı bestesini, (toprağa ait oluşluğu) renklerin melodisi ile yüreğe fısıldayan nisan, insana kendini hatırlatır.
Yorgunluğumuz, kırgınlığımız, küslüklerimiz ve güvensizliğimiz yani yaralarımız, baharın gelişi ile diriliş ezgisine sarılır. Bir devir daim nöbeti olan bahar, ruha hoş görü ve affı giydirir. Şairin dediği gibi ‘erguvan imparatorluğu’ ve tarih kokusu, şehrin uyumu, düzeni ve adaleti ile birleşen estetik duruşu, bizi geçmişe taşır.
Erguvanların şehre hükmedip, ardından da hemen terk edişleri yolculuk telaşıdır.
Öze düğümlenişi öne çıkartan erguvan ağaçları, iç dünyayı toparlayarak aniden kaybolurlar. Dur diyesi gelir insanın bu tatlı akışa. Ama zaman hep kendi bildiğini okur. İstanbul’a âşık olan herkes şehrin eski, sade duru güzelliğini arar. Boğaz’da, tepelerde erguvanlarla selamlaşmak, geçmişi anımsamak şehrin eski manevi güzelliğini teslim almak gibidir.
Sabahın ilk ışıkları, erguvanların yüzüne vurdukça İstanbul, coşkulu İstanbul olur.
Nisanın yağmurları, erguvan kokulu mektuplar yazar kendine. Ve bütün gözleri kendine hayran bırakır. ‘Erguvan hep sevmiştir utangaçlığı/Kim bilmiş ki, görmeye gelmez sırrın.’ diyen Tanpınar geliyor yanıma. Üsküdar da yürürken, sessizlik aramızı açıyor. Kızıl bir tümseğe saplanmanın heyecanı ile ikimizde aynı şey düşünüyoruz, erguvanları. Yeryüzünden geçiş dansını, rüya renklerini bize sunan erguvanlar, İstanbul’u ölümsüz kılıyor içimizde.
Bir şehri anlatıldığı kadar anlatılamadığı halini de bağrına basmak koşulsuz, beklentisiz bir sevgidir. Günden bir mendilin etrafını erguvan ile teyellemek, hayallerin içini sabır ile döşemek gibidir. Kim bilir kaç hatıranın kıymığı saplı ruhumuza; kimisi kin, nefret! Kimisi de af, sevgi. Erguvanlar biraz da kimsesizlik ve yalnızlık demektir. Kaçıp gitmek isteyen bir huzurdur adeta. Gücünü tarihten alan, sanatkârların dokunuşunu bugüne taşıyan, şiirlere ilham olmuş İstanbul’ da erguvan mevsimi, merhamet ve diriliştir. Bugünün kapısına bir erguvan dalı bırakıyorum -yani af ve vefayı.-
Ümit Zeynep KAYABAŞ