Câmilerimiz Ve Kaybolan Rûhâniyetimiz

Dursun Ali Tökel

05-09-2012 13:27

Bir yazısında Hilmi Yavuz, bayramlarımızın rûhâniyetini kaybettiğinden şikâyet ediyordu. Yazıyı okuyunca, “sadece bayramların mı, neyin rûhâniyeti kaldı ki!” demiştim kendi kendime.

            Rûhâniyeti kaybolan bir şeyden arda kalan sadece şekil ve sûrettir; yani öz gitmiş posa; iç kaybolmuş, kabuk kalmıştır.

            Cuma namazı için camideyiz. Müezzin efendi elinde mikrofon alabildiğine bağırıyor, beyaz ampuller tepemizde yaldır yaldır yanıyor, camlardan içeriye ışıklar saldırıyor, halılar bin bir desenle “bana bak” diyor, duvarda rengârenk fayanslar gözleri bulandırıyor, sıcak buram buram terletiyor, klimaya yaklaşsan donduruyor, velhasılı kelam içeride huzurla oturmanın imkânı bırakılmamış!

Ama oturmak zorundasınız. Mekânın rûhâniyeti gitmiş, sadece şekli kalmış. Bu camileri bu hale getirmek için ne kadar uğraştık kim bilir!

Mübarek atalarımız; Allah’ın yarattığını taklit etmiş. Âlemde eşsiz bir kompozisyon, mükemmel bir sadelik, kusursuz bir estetik organizasyon, gözleri ve kulakları rahatsız etmeyen bir sunum, ruha işleyen bir sükûnet, gönülleri okşayan bir rûhâniyet vardır.

 Göklere bakın, dağlara çıkın, ormana girin, denize inin hep bunu görürsünüz. Eğer bir kusurunuz yoksa kusur bulamazsınız. Varlık insana bir huzur abidesi olarak sunulmuştur.

İşte mübarek atalarımız bunu aynen taklit etmişler. Evlerinde, mabetlerinde, sokaklarında, mimarilerinde, bahçelerinde, çarşı-pazarlarında hep bunu görürsünüz: Yani insan rahatsız edilmez. Varlık bir huzur letafetiyle sunulur insana.

Bir Süleymaniye’yi veya daha da küçük olabilir; atalardan yadigâr bir camiyi düşünün. Olabildiğince sadedir. İbadete karşı özel bir alerjiniz yoksa camiden dışarı çıkasınız gelmez. Her şeyiyle sizi çepeçevre kuşatır. İçeride öyle bir akustik vardır ki, ses size yer yönden gelir, şimdiki gibi tepenizde iki bin wattlık bomba patlamaz!

Duvarlar alabildiğine kalındır, içerisi dışarıdan yalıtılmıştır. Dışarının (dünyanın) hay-huyu size ulaşmaz. Işıklar camide öyle bir dağılır ki ışığı sadece gözle görmezsiniz, sanki bütün duyularınızla hissedersiniz, yani ışık sizi rahatsız etmez, aksine ruhaniyetinize ruhaniyet katar! Şimdiki gibi, gözlerinizin içine girip bütün huzurunuzu kaçırdığı için ışıktan kaçmazsınız, aksine, daha da ulûhiyet için ışığa kaçarsınız!

İmamı da müezzini de bu ruhaniyetin ve ilahi bütünün bir parçasıdır. Duvarlar taşıyla, mimar eseriyle, renkler, yazılar görselliğiyle, ışıklar loşluğuyla, imam ve müezzin de sesiyle bu semâvi abidenin tamamlayıcısı olur. Süleymaniye’yi düşünün; O muazzam boşlukta müezzin sesi akustiğin de yardımıyla her köşeye ulaştıracaktır! Bildiği bütün makamlarla sesini en yükseğe çıkarması gerekir. Bugün elinde o güçlü ses sistemleri olan müezzinlerimiz niye bağırıyorlar! Sesi ulaştırmak için olmadığına göre, niçin?

İbadetin huşû içinde olması, mekânın ışıktan yalıtılmasıyla mümkündür. Yaldır yaldır yanan ampuller altında huzurlu bir ibadet olmaz! Bütün eski mabetlerde ışık daima loş bir şekilde gelir. Bugünkü gibi tepelerde beyninizi kaynatacak, gözlerinizi karartacak, her yeri parıl parıl ışığa boğacak şekilde değil! iç âleme dalmanız için, dıştan çekilmeniz gerekir. Bu ışıklar altında bu, ne kadar mümkündür! Eskiden sarı renkli ampuller vardı da onlar biraz olsun loşluk sağlıyordu. Bembeyaz tasarruf ampulünün icadıyla ibadetler de bayağı tasarruflu olmaya başladı; ışık o kadar rahatsız edici ki, içeride durmanın imkânı kalmıyor!

Sadi-i Şirazî merhum, bir gün camiye gidiyor, içeriye girip namazı bekliyor. Biraz sonra minareden bir ezan sesi, o kadar bet bir sesle okunuyor ki ilahi kelam, dayanamıyor dışarı çıkıp ezanı okuyanı bekliyor. Minareden inen adama “sen neden ezan okuyorsun?” diye soruyor. Adam da “insanlar bana ezan okuyayım diye para veriyorlar, onun için okuyorum” deyince Sadi, adama biraz para uzatıyor ve diyor ki “şu parayı al da artık okuma, çok daha büyük hizmet etmiş olursun!”

Peygamberimiz bunalınca “Ey Bilal! Ezan oku da bizi rahatlat!” dermiş.  Yazıcızâde Muhammediye’sinde Hz. Bilal’in ezan okuyuşunu şöyle anlatıyor: Buyurdu mescidin sathına çıktı // Ezan okudu kim canları yaktı. (Muhammediye, MEB. Yay., C:2, s. 178). Hz. Bilal’in meslektaşları lütfen bu ilahî inceliğe dikkat etsinler: Ezanlarınız ruhlara işliyor mu,  bunalmış gönülleri rahatlatıyor mu, en azından siz buna dikkat ediyor musunuz? Böyle bir görevinizin de olduğunun idrakinde misiniz?

Mübarek atalarımız, minarelerde ezan okurken o kadar hassas davranmışlar ki bendenizin dikkat çekmeye çalıştığı şu birkaç hususun çok daha fazlasına eğilmişler: Her ezanı farklı makamda okumuşlar. Şu nezakete ve hassasiyete bakar mısınız: “Sabah ezanı saba makamında okunur. Saba makamı ölümden dirilişi anlattığı için yavaş yavaş okunması gerekir. Öğle ezanı uşşak, ikindi ezanı rast, akşam ezanı segâh ve hüzzam, yatsı ezanı ise hicaz okunuyor. Perşembe günleri ikindi ezanı nihavent makamı okutulur ki ertesi günün cuma olduğu bilinsin."(Şehzadebaşı Camii Müezzini Oğuzhan Bahtiyaroğlu; Zaman Gazetesi, 01.09.2012)

Ezanları böylesine bin bir incelikle süsleyen ve ruhlara işleyen sanki bu milletin ataları değildi, sanki bu inanılmaz hassasiyet sahipleri uzaydan geldiydi; sanki bu topraklarda bu yüce gönüllüler hiç yaşamadıydı…

Eskiler ezan okurken eğer etrafta gayr-i müslim mahallesi, sokağı varsa o tarafa döndüklerinde rahatsız olmasınlar diye seslerini fazla yükseltmezlermiş! Minareden ezan okuyorsunuz, etrafa duyurmanız gerekiyor, tabii ki yüksek ses kullanacaksınız. Şimdi minareye bile çıkmayan, aşağılarda ellerinde yüksek teknolojik mikrofonlarla ezan okuyan müezzinlerimize ne oluyor, neden alabildiğine bağırıyorlar; makam bilip de sesiyle o ilahi nağmeleri kalplere işleyenlere sözümüz yok!

Aziz müezzinlerimiz, mübarek imamlarımız, insanlar hâşâ ezandan değil, o tizin de tizine çıkan çatlak-patlak seslerden (hadi açık diyelim gürültüden) rahatsız oluyorlar! Lütfen makamınızı artırın ama sesinizi ve mikrofonun sesini biraz kısın! Unutmayın ki davetin, davet edenin edasıyla, sedasıyla pek yakın alakası vardır. Allah’a çağırıyorsunuz, bunu Allah’a yakışır bir edâ ile yapın lütfen! Kullarına Allah adına işkence etmeyin! İhlâsınız, samimiyetiniz, güzel bir eda ve sedanız ile camiye gelen herkes sizin sevap hanenizin en nâdide konukları olacaktır!

İmamı, müezzini, cemaati mahallelisi, muhtarı, yerel yönetimi insana insanca muamele etmenin gerekliliğine her kim inanıyorsa bu hepimizin meselesi. Camiler gençlerin o coşkulu katkılarından mahrum; onların ziyaretinde estetiğin daha fazlası katkısı gerekiyor. İmam ve müezzinler mahalleyi şöyle bir dolaşsa, şikâyetiniz, memnuniyetiniz nedir diye sorsa, gelene “hoş geldiniz!”e, gelmeyene “niçin gelemediniz?”e gitse; camilerimizin bir ruhaniyet kaybı içinde olduğunun farkında olsa…

Bunlar bir medeniyet meselesidir. Medeniyetini kaybedenin estetik kaygıları da kalmıyor maalesef. Bu sorunları Diyanetin çözmesini beklemek de beyhûde! Çünkü kendi dallarında büyümesine rağmen leziz meyvelerin ilahi tatlarından ağacın hiç haberi olmaz! Tatlar ona hariçten yaklaşanın nasibidir, dâhilde olanlara ise sadece dal-budak, tomurcuk-yaprak, hava-toprak olmak kalıyor!

 

 

DİĞER YAZILARI Cinnet Buğdayları 01-01-1970 03:00 Âlim Kime Derlermiş 01-01-1970 03:00 Cedel Ve Bedel 01-01-1970 03:00 Bana Geleneğini Söyle... 01-01-1970 03:00 Alâmet Kıyâmeti: Şeysiz Şeyler Üzerine 01-01-1970 03:00 Özgürlük Neyimizdir 01-01-1970 03:00 Kimi Seçelim 01-01-1970 03:00 Samsun Büyüyor, Ya Kütüphanesi? 01-01-1970 03:00 Bu Kadar Aktörü Olan Eğitimden Ne Çıkar? 01-01-1970 03:00 Din Ne Kadar Umûrumuzda? 01-01-1970 03:00 Bu Hastalar Niçin Gülüyor 01-01-1970 03:00 Edilgenliğe Sığınma Yahut Sezai Karakoç Ne Diyor Ki 01-01-1970 03:00 Vefa Bayrağı 01-01-1970 03:00 Gri Alan Münafıkları 01-01-1970 03:00 Bir Süper İnsan Tasarımı 01-01-1970 03:00 Devletimiz “Akıl”Lanıyor 01-01-1970 03:00 Ben Kendimin Neyi Olurum 01-01-1970 03:00 Balık yemiyormuşuz, peki ama niçin? 01-01-1970 03:00 Tarikat, Cemaat Yoldur Varana da… 01-01-1970 03:00 Aldatanlar kimlerdendir 01-01-1970 03:00 İstemek 01-01-1970 03:00 Türkün Alfabe İle İmtihanı 01-01-1970 03:00 Âkıl Adam Kimdir? 01-01-1970 03:00 Açlıkla Doymak 01-01-1970 03:00 Bir sapma: Ölüm güzellemesi 01-01-1970 03:00 Mandelalar, Harunlar Hayatını Kaybetti De... 01-01-1970 03:00 Sizi Silkeleyenler Var Mı? 01-01-1970 03:00 Ezan deyip geçmeyelim! 01-01-1970 03:00 Bırak (ma) bu hayalleri, bana bir hayal kur! 01-01-1970 03:00 Eğitilmiş İnsan Kimdir? 01-01-1970 03:00 Öğrenci evleri de... 01-01-1970 03:00 TV'lerde Ne Konuşursak Doğru Olur 01-01-1970 03:00 Edepte fukarâ isek hakikate bigâne oluruz 01-01-1970 03:00 BİR UTOPYA: Birlik ve Beraberlik! 01-01-1970 03:00 Ramazan biraz da annedir 01-01-1970 03:00 Ayaklarımız Bize Neyi Hatırlatıyor 01-01-1970 03:00 İbadetin Nihayeti Ne İçindir? 01-01-1970 03:00 İlahi-Yat 01-01-1970 03:00 Gökten Kitaplar Kar Gibi Yağınca… 01-01-1970 03:00 444 01-01-1970 03:00 Bu anneler hangi yarışı kaybediyor? 01-01-1970 03:00 Görenedir Görene, Köre Nedir Köre Ne! 01-01-1970 03:00 DersHâne-TestHâne-TesellîHâne 01-01-1970 03:00 Anne-babalık çok mu kolay ki… 01-01-1970 03:00 Öte Dünya Fikri 01-01-1970 03:00 Gerekimizi anlayanlar var! 01-01-1970 03:00 Salâlar kimin için okunuyor/ Çanlar kimin için çalıyor 01-01-1970 03:00 Ruhlardaki Cömertlik 01-01-1970 03:00 Çocuklara sadece isim mi veriyoruz(3) 01-01-1970 03:00 Ahlâka İhtiyacı Olmayan Kim 01-01-1970 03:00 Gençleri Anlamak 01-01-1970 03:00 Meyve Adlarını Da Kaybetmişiz 01-01-1970 03:00 Körsel Vaazdan Görsel Vaaza 01-01-1970 03:00 Dördüncü kişi olmaktan nasıl kurtuluruz? 01-01-1970 03:00 Allah’ın Evleri İçin Layık Gördüğümüz Yerler… 01-01-1970 03:00 Kur’an da tercüme ediliyor da... 01-01-1970 03:00 Bana arşivini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim 01-01-1970 03:00 Güç" Kurdu "Öteki" Ağılına Girerse... 01-01-1970 03:00 Körsel Vaazdan Görsel Vaaza 01-01-1970 03:00 BU ANNELER HANGİ YARIŞI KAYBEDİYOR? 01-01-1970 03:00 ORDULU CANLI BOMBA (LAR) 01-01-1970 03:00 BİR İLACIMIZ BİLE YOKMUŞ! 01-01-1970 03:00 AÇLIK TOKLARDAN, YAZMAK BİLİNÇTEN 01-01-1970 03:00 İSTEMEK 01-01-1970 03:00