Bir seyir maceramın akabinde zihnimde oluşan bazı soruları ve bu sorulardan kendimce çıkardığım sonuçları paylaşmak istiyorum bugün.
Bir belgesel seyrediyorum.
Bir su altı araştırma gemisi denizlerin diplerine dalmış çekim yapıyor.
Deniz dibi derken gördüğümüz mesafeler zannedilmesin. Yüzeyden yaklaşık bin metre aşağıdalar. Güneş ışığının gitmediği, başka da bir ışığın olmadığı zifiri karanlıklardalar.
Basınç o kadar yüksek ki, insanı saniyesinde paramparça edebilir. Bu yüzden çok yüksek donanımlara sahip su altı araçları yapmışlar.
Kendilerini nelerin beklediğini bile bilmeden, bu kadar tehlikeli derinliklerde bu insanlar ne arıyorlar? Bu kadar muazzam masrafları niçin yapıyorlar?
Buldukları acaba aradıklarına ve harcamalarına değecek mi?
Daha pek çok soru sorulabilir. Bu çalışmaların sadece bilimsel meraklarla yapılmadığı, pek çok diğer örnekten belli oluyor.
Bu derinliklerde, ışığın olmadığı, dolayısıyla da yaşamın da olamayacağı zannedilen derinliklerde yaşayan canlıların olup olmadığı merak konusuymuş.
Aranan cevaplar şunlar:
Bu dipsiz derinliklerde, akıl almaz basınçlar altında, ışığın zerresinin girmediği zindanlarda acaba hayat var mı? Varsa ne gibi bir hayat? Eğer buralarda canlılar varsa bunlar bu inanılmaz basınca nasıl dayanıyorlar? Bizler de böylesi yerlerde yaşamak için nasıl bir donanıma sahip olmalıyız?
Hem de Ne Hayatlar!
Bizim gözümüz de bilim adamlarının gözü gibi kameranın peşinde. Görünen mesafe sadece kameranın önündeki ışığın aydınlattığı alandan ibaret.
Yüzeyde bu kadar çekim esnasında milyonlarca canlıya rastlanırken burada henüz canlı emaresi yok!
Ama biraz sonra hareket eden, yüzen, adeta dans eden canlılar takılıyor kameraya. Demek ki buralarda da canlılar varmış.
Bu karanlıklarda, ışık olmadan nasıl yaşadıkları tartışılıyor.
Bir taraftan da balığın fiziki yapısı gözleniyor. Tam da yüksek basında dayanacak bir tasarımla yaratılmışlar.
Fakat bütün bunların yanında asıl bu balıkların olağanüstü görünüşleri benim dikkatimi çekiyor:
O kadar rengârenk balıklar ki insan hayran kalmadan edemiyor. Bir balığın yüzgeçlerinde, sırtında, karın bölgesinde, kuyruk kısmında, başının kenarlarında adeta bütün renklerin kompozisyonu işlenmiş.
Olağanüstü bir renk, ahenk ve estetik cümbüşü seyrediyorsunuz.
Görünüşleri de insanı derinden etkileyen birer mimari şaheser halinde. Bu nasıl bir özen, bu nasıl bir tasarım harikası, bu nasıl bir ince işçiliktir? Bütün bu dikkatin sebebi ne?
Bu Özen Niye?
Bu balıkları şimdiye kadar kimseler görmedi.
Eğer bazı insanlar o muazzam paraları harcamasalar, o bilim adamlarını bir araya getirmeseler, merak edip de o teknolojik donanımları tasarlamasalar kimsenin göreceği de yoktu!
Bu canlılar milyonlarca yıldır orada yaşıyorlar, gözden ırak ve o muhteşem görünümleri kendilerine kalmış olarak.
Şunu düşündüm!
Milyonlarca yıl kimsenin görmeyeceği bilindiği halde onları Yaratan Allah, o dipsiz karanlıklardaki bu canlıları neden bu kadar rengârenk yaratmıştır? Neden basit bir tasarımla yetinmemiştir de sanki hemen her gün insanların gözü önündeymiş gibi olağanüstü bir mükemmellik ve görsellikte yaratmıştır?
Neden “Nasıl olsa kimse görmüyor!” diye yaratılışlarını geçiştirmemiştir?
Bu ihtimamın, bu dikkatin, bu özen ve olağanüstü ayrıntıya inişin hikmeti nedir?
Diyor ki Sen de Baştan Savma!
Tabiat bir kitaptır, okumasını bilene! Yaratıcı sadece seyretmekle yetinmememizi ve ibret nazarını da takınmamızı istiyor!
Bendeniz bu belgeseldeki görüntüleri okumaya çalışıyorum:
Bana (bize) deniyor ki:
“Nasıl olsa kimseler görmüyor” diye yaptığın işi baştan savma! Bir gün olacak o muhakkak açığa çıkacaktır.
Yaptığın işi özenle, büyük bir dikkatle yap! Hemen takdir ve tebrik bekleme. Eninde sonunda takdir görecek ve hayranlık duyulacaksın!
İşin ve işine gösterdiğin ihtimam senin aynandır. Aynandaki suretini çarpıtma, karartma, kirletme!
Bütün bu okumalar zihnimden geçerken aklıma Mimar Sinan geldi.
Mimar Sinan Edirne’deki Selimiye Camii’nin minarelerini üçer şerefeli yapmış.
Öyle bir mimari şaheser ortaya koymuş ki, dışarıdan o minareler kalem gibi görünmesine rağmen içeriden her şerefeye ayrı merdivenle çıkılıyor.
Bir gün iç merdivenlerin birinde bir taşın yerinden oynadığı tespit ediliyor. Taş, tekrar yerine daha sağlam bir şekilde konulmak yerinden sökülüyor.
Bir de görüyorlar ki, Mimar Sinan taşların sadece iç merdivenden çıkanların gördükleri taraftaki yüzeylerini değil, hiç kimsenin görmeyeceği dış yüzeylerini de mükemmel bir şekilde düzeltmiş, tıraşlamış, işlemiş!
Sanki herkesin gördüğü yüzeydeki gibiymiş, taşların karanlıkta kalan o yüzleri de!
Bir insan niye böyle bir şey yapar?
Nasıl olsa o yüzeyler görünmeyecekti, onları işlemenin ne anlamı vardı?
O insanlar durup dururken Sinan olmuyorlar, yaptıkları eserler yüzyıllarca dimdik ayakta boşuna durmuyorlar.
O Sinanlar bizim bugünkü okumalarımızı çok önceden okumuşlar.
“İşlerimi kimse görmüyor zannetme, her yaptığını daim bir gören var? Yaptığın her şeyi onun nazarına ithafen yap, O senin için öyle yaptı!”yı bırakın okumayı, ezberlemişler.
Bugün bazı apartman merdivenlerinde, odalarında, salonlarında o muazzam taş, karo, mermer, fayans, granit, boya, ahşap işçiliğini, o muhteşem ayrıntıları görüyorum...
Bir de o yüzeyin hemen ardındaki merdiven boşluklarında, havalandırma deliklerinde kırılmış tuğla yüzeylerini, sağa sola savrulmuş sıva artıklarını, tuğlalara yapışmış kalmış kırık taş parçalarını, nasılsa kimse görmüyor diye arkalara itilmiş boya lekelerini...
Hastasını baştan savma muayene eden doktoru, müşterisine kusurlu malı kakalamaya çalışan esnafı, yaptığı cihazlar elde kalan ustayı, dersini geçiştirip saatini kollayan öğretmeni... Görüyorum da...
Yaptığı iş ne olursa olsun “nasıl olsa kimse görmüyor” zannıyla işini savsaklayan, geçiştiren, baştan savanlara o belgeselleri anlatmak, olmadı Mimar Sinanları hatırlatmak, daha da olmadı etraflarında özensiz hiç bir şeyin yaratılmadığı ve her şeyde muazzam bir işçilik ve ihtimam olduğu gerçeğini haykırmak istiyorum.
Şâirin şu sözünü de hatırlatarak:
Görenedir görene, köre nedir köre ne!