Alparslan’ın Anadolu’yu fethinden beri birlik ve beraberliğimizi sağlamaya çalışıyoruz!
Gün geçmiyor ki bir siyasetçimiz, devlet adamımız halkın huzuruna çıkıp “gün, birlik ve beraberlik günüdür. Bu karanlık ve fitne dolu günleri el ele vererek aşacağız!” demesin.
Birlik ve beraberlik nasıl sağlanır?
Ortak ülkü ve hedefler belirleyerek. Toplumu o hedeflere doğru koşmanın gerekliliğine iman ettirerek.
Yüreklerin topluca vurduğu hedeflerde muhakkak bir kutsallık payı vardır, olmalıdır!
Şimdi soralım: Şu yaşadığımız toplumumuzda ortak hedefimiz, hedeflerimiz nelerdir?
Veya şöyle soralım: B”ütün toplumu derinden etkileyecek yücelikte, kalplerimizin etrafında çarptığı hedeflerimiz var mı?
“Var!” diyen buyursun sıralasın!
Var demek o kadar zor ki!
Zira öyle bir toplum modeli oluştu ki, toplumu oluşturan hemen hiçbir unsur hayatından memnun değil!
Türkü, Kürdü, Kemalisti, Batılısı, Çağdaşı, Liberali, Koministi, Faşisti, Irkçısı, Osmanlıcısı, İslamcısı, Türkçüsü, İlericisi, Gericisi, Tarikatçısı, Cemaatçısı…
Listeyi daha da uzatalım, şu toplum mozaiğinde yer alan ve kendisini bir şekilde tanımlayan herkes mutsuz, şikâyetçi, umutsuz, huzursuz. İşin ilginci bütün bunları bir arada tuttuğunu farz edebileceğimiz ortak hedefler de kaybolup gitmiş.
Bütün bu grupları zaman zaman bir araya getiren sahte ortaklıklar olmuyor değil, ama bunlar milletin geleceğini kurmaktan ziyade grupların anlık çıkarlarına hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor!
Kızıl Elmaya, Kızıl Elmaya!
Orhon Abideleri bize gösteriyor ki, Türklerin tarihin başından beri hedefi “Batıya, daha Batıya!” olmuştur!
Selçuklular devrinde Müslümanların birliğini, düzen ve istikrarı sağlamak, kutsal topraklara sahip çıkmak ve korumak!
Osmanlılar devrinde en temel hedef “Îlâ-yı Kelimetullah”tır ve peşinden de Kızıl Elma’yı almak.
Ömer Seyfettin, Kızıl Elma’yı anlattığı hikâyesinde, Kızıl Elma’nın neresi olduğunu sorgular. En son anlaşılır ki Kızıl Elma diye belli bir yer yoktur. O, bir ülküdür, hedeftir, imgedir, metafordur, ebedi semboldür ve orası padişahın atını çevirdiği yöndür!
Yani Îlâ-yı Kelimetullah’ın dalgalanacağı yeni yer!
Tanzimat’tan sonra bütün bu hedefler, imgeler, semboller yerle bir olmuştur.
Bırakın onlar için savaşılmayı, onların adını anmak bile utanılası bir hale gelmiştir.
Hedefler ille de savaşmayı, boğuşmayı, çatışmayı gerektirmez. Onların varlığı milletin varlığının çimentolarıdır.
Bu çimentolar Tanzimat’la birlikte un ufak olmuştur.
Asılların gittiği yerde, sahteler boy gösterir. Nitekim öyle olmuştur.
Komşuda Pişer de…
Öyle bir coğrafyada mukimiz ki, başımız hiç bir zaman beladan uzak olmayacak!
Komşularımıza bir göz atalım:
Yunanlıların Megalo ideası var! En büyük hayalleri İstanbul, Bursa, İzmir vb. neyimiz varsa almak! Bu hayali gençlerine vermekten uzak durmuyorlar!
Rusların ezeli Sıcak Denizler miti var! Yetmiyor, Kars’ı isterler, Doğuya talipler!
Ermenilerin hal-i pür-melalini bilmeyen yok! Her Ermeni çocuğuna şöyle
dermiş: “Güneşin doğuşunu Ararat’tan gördüğümüzde asıl bayramımız olacak!”
Yani Ağrı dağını, Ağrı’nın kendisini alacaklar. Bu ideali körü körüne veya görü görüne işleyip duruyorlar!
İran’ın ülkemiz üzerindeki ezeli ve ebedi hayallerini bilmeyenimiz mi var!
Ülkemizin nerdeyse yarısı İsrail’in mevhum haritalarını süslüyor! Onların arz-ı mevûdu bizi de içine alıyor demek ki!
Bütün bunlar bilinen şeyler de… Bütün bunlar zaman zaman trajik olmaktan öte komik şeyler de… Bütün bunlar insanlık adına utanç verici şeyler de…
Bu şeylerin utanılası hali onların gerçek olmasını engellemiyor!
Peki, biz nesillerimize hangi ideali veriyoruz? Bir müsamere gösterisi olmaktan öte gitmeyen hümanist ideolojilerin gerçeklik payı nedir?
Bizim gençlerimiz, nesillerimiz etraflarında olan biteni biliyorlar mı?
Tanzimat sonrası asırlık ideallerin kaybıyla inanılmaz boşluklar oluştu!
Yerlerine konan idealler maalesef tutmadı, kaynaşmadı, yapışmadı. Tam aksine ayrıştırdı, bölüştürdü, ötekileştirdi, safları daha da parçaladı!
Goethe’yi Dinleseydik…
Beşere tapacak bir şey verilmezse o tapacak bir şey yaratacaktır!
Devletin çekildiği, kutsalın kovulduğu, hakikatin çekip gittiği boşlukları kimler doldurdu?
İdeolojiler, siyasal aktörler, cemaatler eski tabirle mefkûresiz, yani idealsiz bırakılan gençliği kapma yarışına girdiler.
Cemaatler, ideolojiler gençleri güya yetiştirdiler de nasıl bir yöntem uyguladılar? Kendi kitapları dışında kitapları okumayı yasakladılar!
Alternatifsiz hakikat kumkumaları kurdular! Ötekini düşman olarak belirlediler. Öylesine bir dünya kurdular ki, kendi dışındakilere asla yaşam hakkı tanımadılar.
Tanıyormuş gibi yaptıklarında takıyenin en âlâsı içinde olduklarını belli etmemeye çalıştılar.
Hâlbuki ötekini tanımayanın kendisi de yoktur!
Hâlbuki insan sadece kendi görüşü çerçevesinde yüz bin eser okusa yine de cahildir!
Oysa bir zamanlar Goethe’nin bile hayran olduğu bir insan yetiştirme ülkümüz vardır!
Keşke onu koruyabilseydik!
Ne diyordu Goethe:
“Müslümanlar felsefe derslerine şu öğreti ile başlıyorlar; karşıtını içermeyen hiçbir şey var olmaz; gençliğin ruhunu böyle eğitiyorlar, ileri sürülen her görüşte karşıt görüşü bulup ifade ederek kendilerine düşeni yapmış oluyorlar, bundan da gerek düşüncede, gerek konuşmada büyük bir kıvraklığın ortaya çıkması gerekir.” (Eckermann, Goethe İle Konuşmalar, s. 236)
Biz bu kıvraklığı batıya verdik, sonra döndük onlardaki bağnazlığı aldık demek ki…
Ne yapıp edip bu ilkeyi tekrar elde etmeye ve eğitimizin temel felsefesi haline getirmeye hayati ihtiyacımız var!
Kendi yarattığımız canavar kendimizi parçalamadan bu ilkeyi hayatımızın ve eğitimimizin temeline yerleştirmeye acilen ihtiyacımız var!
Yoksa şunu demememiz için hiçbir sebep kalmayacak!
Bin yıllık maceramız gösteriyor ki bizim birlik filan olacağımız yok!
Birlik, beraberlik nutukları atmayı bırakıp, bir yolunu bulup; ikilik, üçlük, beşlik ve belki de onluk halinde yaşamayı öğrenmeliyiz artık!
Not:
Geçen haftaki yazımızda tarikat ve cemaat arasındaki farklara işaret ederken Arvasi hazretlerinden bir kıssa nakletmiştik. Yazının yayımından sonra Mehmet Zahit Arvas beyefendiden bir e-mail geldi. Mehmet Bey, yazımızdaki kıssanın Abdülhakim Efendi’nin başından geçmediğini, onun halifesi Seyyid Muhammed Sıddık Efendi’de vuku bulduğunu belirtmiş ve konuyu Süleyman Kuku Bey’in Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin Külliyatı adlı kitabından ilgili yerin fotokopiyse bilgimize sunmuş.
Mehmet Zahit Bey’e bu hassasiyeti ve ideal okurluğu için kalbi teşekkürlerimi sunuyor, tasavvuf tarihi ve düşüncesi için fevkalade önemli olduğuna inandığım ilgili kıssayı kitaptan aynen aktarıyorum:
“Muhammed Sıddık hazretleri Arvâs’ta ve Van’da icrâ-yı vazife etmiştir. Hazret, Şeyh’ten sonra Arvâs’a yeni bir hayat vermiştir.
Bir gün Arvâs’ta eshabı ile güzel bir bahçede sohbet ediyordu. Yanlarındaki büyük ceviz ağacına bakarak: “Şu ağacın şu kurumuş dalı kırılıp düşse, yemek ve çay pişirmek için odun ihtiyacımızı görür” buyurdu. Bir dakika geçmeden dal kırıldı, düştü. Eshabı hayret dahi etmediler yahut hayretlerini gizlediler. Birine sorup: !Biz dedik diye mi şu dal kırıldı?’ Buyurdu. ‘Hayır efendim, dalın kırılma saati ilm-i ilahide gelmişti, onun için kırıldı’ dedi. Bir diğerine sorup, ‘sen ne dersin?’ Buyurdu. O da öyle cevap verdi. Kime suâli tekrar ettiyse, hep aynı cevabı aldı. Sonunda ‘Elhamdülillah, bunu bizim kerametimize haml edip, bizi rezil etmediniz. Zira bizim Arvâs’ta kerâmet değil istikamet mühimdir. Bir istikamet bin kerâmetten üstündür. Bizim büyüklerimizin yolu hep istikâmet üzere bulunmaktır… Bizim uslüb ve usûlümüzde en büyük kerâmet istikâmettir ve Rabbinden hiç gafil olmamaktır’ buyurdu.”