Mehmet Kaplan o harika denemelerinden birinde Yunus Emre'nin 'Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı' mısraını yorumlamış.
Bu mısraın derin anlam katmanlarına giren rahmetli Kaplan Hoca Alain'in krallarla ilgili bir tespitine değiniyor.
Muhteşem bir saray içinde yaşayıp giden bir kralın canı sıkılmaktadır.
Kral gönlünü eğlendirmek için ziyafetler tertip eder, ava çıkar, soytarıları oynatır.
Bunlar da gönlünü oyalamadı mı yeni fetihler için savaş açar.
Mehmet Kaplan Alain'in kral benzetmesini günümüz insanına uyguluyor ve şöyle diyor:
"Kahveden kahveye, sinemadan sinemaya, caddeden caddeye, komşudan komşuya, beldeden beldeye dolaşan, bu kâinat sarayının taçsız hünkârları (olan) sizin de canınız sıkılmıyor mu?
Siz de içten içe bu madde âleminden nefret etmiyor musunuz?
Siz de ebedi sevgiliye: ‘Bana seni gerek seni’ diye haykırmıyor musunuz?” ( Edebiyatımızın İçinden, s. 14.)
Bana Ne gerek Ne?
Rahmetli Mehmet Kaplan’ın sorusu can alıcıdır:
Oradan oraya koşup duran sizlerin de bu kâinat sarayında canı sıkılmıyor mu?
Ve sizler de yüce Yaratıcıya “bana seni gerek seni” demiyor musunuz?
Herkes bu soruyu kendisine sorsun:
Eylemlerimizde, işlerimizde, kabullerimizde, arayıp etmelerimizde, bulduklarımızda, umduklarımızda, sorduklarımızda, bizi mutlu edeceğine inandıklarımızda… bana seni gerek seni diyebiliyor muyuz?
Yoksa küçük hesaplar, anlık hazlar, kişisel çıkarlar, fani heveslere mi bana onlar gerek onlar diyoruz?
İktidarlarını pekiştirmek için ülkelerin iktidarlarını, insanların mutluluklarını, toplumların geleceklerini yerle bir etme peşinde olanlar…
Hırsları, iktidarlarını bedenleri kâim oldukça sürdürmeyi hedeflemekten başka bir çapa erişememeye mahkûm olanlar…
Güçlerini; sahtekâr gülümsemeler, yalancı kahkahalar, tuzsuz yaşlar, sallanan başlar, kararmış çehreler, feri gitmiş niyazlar, devşirme ilençler, çengelli duruşlarla sağlamlaştırma peşinde olanlar…
Maskeleri ağlatan, Binbirsurata rahmet okutan yüzbinbir yüzleriyle tertemiz çehreleri ağarmış nazarlara olta salanlar…
Kapıları ekmekli, içerileri kötekli, yüzleri çelenkli, özleri sinekli, müritleri tevekli, şeyleri biftekli görüntü sihirbazlıklarıyla gözleri karanlık dünyalara çalanlar…
Yığdıkları üzerlerine kalksa, biriktirdikleri tepelerine çıksa, peşinde koştukları peşlerine düşse, elde etmek için can attıkları canlarına değse… Altında ezilip yok olacaklara oluşlarını armağan edenler…
Öldüklerinde mezara varmadan kendisini terk edeceklere kavuşmak için bütün kavuşmalarını feda edenler…
Mutluluğu mutlu etmede değil, mutlu olmada, hakikati hakikate kurban olmada değil hakikati kendine kurban etmede zannedenler…
Gözleri seslerinden, sesleri sözlerinden, sözleri özlerinden daha haykırıklı çıkanlar…
Neye bana seni gerek seni demektesiniz?
Yunus’un bana seni gerek dediği, birlik için çokluğu yani vahdet için kesreti fedaya dayanıyordu.
Bizim yapıp etmelerimizde çokluk için Bir’i feda hevesi yok mu?
Yemek Kısa Namaz Uzun Olursa…
Dervişin birisi iftara davetliydi.
Serde dervişlik var ya… Sofrada fazlaca bir şey yiyemedi. Yani aç kalktı.
İftardan sonra evine gelince “hanım bana bir sofra kur” dedi.
Kadıncağız da “Sen iftar davetinden gelmiyor musun, ne yemeği?” diye sordu şaşırarak.
Dervişcağız “Canım kurcalama işte! “Bu nasıl derviş” demesinler diye çok az yemek yedim, bu yüzden açım!” diye cevapladı soruyu.
“Tamam, öyleyse!” dedi şaşkın kadın “sen akşam namazını kıladur, ben de sana yemek hazırlayım!” deyince dervişin iştahlı cevabı yankılandı duvarlarda “ben akşam namazımı davette kıldım!”
Bu söz üzerine kadının bilgece cevabı yapıştı dervişin suratına “Bu nasıl derviş deyip beni ayıplamasın diye yemeği kısa kestiğine göre, ‘bu ne dervişmiş canım helal olsun!’ demeleri için de kesinlikle akşam namazını uzatmışsındır. O yemek olmadığına göre o namaz da olmamıştır! Hadi sen namazını kaza ededur!”
Ey insanları kandırmak için yemeğini kısa, namazını uzun tutanlar!
Uzunluğu kısalığı sizin gibi, sizden çok daha ince terazilerle, metrelerle hesaplayanlar var!
Ey insanları kandırarak hakikati de çarpıttığını zannedenler, bir gün yalanlarınızı açığa vurup kandırdıklarınızı yüzünüze tüküttürecek ölçücüler var!
Bütün bu kandırmaları neyin gereği için yapmaktasınız?
Uyuyamayrum çünkü…
Temel, Fadime’ye çılgıncasına âşık ve dolayısıyla da şâir olmuştu.
Cemal’e dedi ki: “Ula Cemal ben şâir oldum!”
O da “Ula sahi mi, oku bakayum bir şiiri bâ” dedi.
Temel okumaya başladı:
“Fadime, sabahları kahvaltı yapamayrum, çünkü seni seveyrum…
Fadime, öğlen yemeği yiyemeyrum, çünkü seni seveyrum…
Fadime, akşam yemeği de yiyemeyrum çünkü seni seveyrum…
Fadime, geceleri uyuyamayrum, çünkü…. Açım!”
Temel’in gereki geceye kadar Fadime’ydi; gece yemek oldu!
Ey Fadimeleri gırtlaklarından, aşkları midelerinden öte gidemeyenler!
Gerçekten, gereklerimizin O’ndan değil de, şundan bundan olduğunun anlaşılmayacağını mı zannediyoruz?
Varlığımızı korumak için varlıklarına sarıldıklarımızı Varedeni hesaba katmadan var olacağımızı mı zannediyoruz?