Bizi Gözümüzden Vurdular

Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU

20-11-2021 10:47

Farkındayım, yazılarımın azımsanmayacak önemli bir kısmı hal ve ahvalimize dair eleştiri üzerine. Zira iman iddiasında bireyler sıfatıyla yeryüzünün mirasçıları olarak inşa ve ihya edilmesi gereken adaletin, yeşermesi gereken ümidin, kök salması gereken sevginin ve her tarafı cennetin rengine bulayacak merhametin görevlileri sanki bizleriz gibime geliyor ve bu hüsnü zannım zihnimden yüreğime akan kelimelerle geceler boyu gözlerime kum kaçırıyor.

Kötülüğün siyahını bu kadar artırdığı bu paslı iklimde, “faili meçhul” bunca can kırığının üzerinde hangi birimiz kendi parmak izlerimizi görebiliyoruz bilmiyorum ama sanırım bu “görev bilinci” en azından benim cephemde son nefesime kadar sürecek görünüyor.

Ona da ceddinize de rahmet olsun; rahmetli dedem “bizi gözümüzden vurdular” derdi hep.

Gün geçtikçe, fark ettikçe, hissettikçe, yüreğime yük ettikçe bu vurulmanın şiddetini de ‘nasıl’ını da ‘niye’sini de daha iyi kavrıyorum sanırım.

Evet, biz gözümüzden vurulduk maalesef.

Doksanlı yılların başıydı.

Bugünkü ‘ben’ merkezli, buram buram narsisizm kokan bu yaşam biçimi evlerimize, işlerimize, ilişkilerimize ve oradan da yazık ki zihinlerimize önce ekranlardan sızdı.

O ekranlarda klipler dönmeye başladığında, özendirici ‘modern batı(!)’ yaşamını önümüzdeki siyah beyaz ekranlardan evimize “gönül rızası ile” buyur ettiğimizde, geleceğin teminatı gençlerimiz yazık ki kuramadığımız ve sadece eleme üzerine bina ettiğimiz eğitim sistemimiz ile “amacını” yitirdiğinde, çocuğunun boğazından helal lokma geçirmek için gecesini gündüzüne katan babalarımız parayla başa çıkmaya başladığında, abdestsiz hamura dokunmayan annelerimiz aramızdan ayrıldığında, gönlü dualı çınarlarımızın uykunun bile uykuda olduğu demlerde ettiği sessiz, gözü yaşlı duaların sedası kesildiğinde masumiyet denen huzurun o efsunlu anahtarını da kaybettik sanki.

Farkında olduğunuza eminim.

Paranın ve güç zehirlenmesinin hemen her şeyi soysuzlaştırdığı bu çağda; bedenin insanı sadece dünyaya bağlayan bir vasıta olduğunun erincinde, ideallerinin peşinden yürüyen, yalancı imgeler dünyasına, makam ve mevki kaygısına, para kazanayım da kendimi daha güçlü hissedeyim nevrozuna yakalanmamış; yan yollara sapmayı beceremeyen, bir punduna getirip de bozuk düzenden nemalanmayan, onurunu korumak adına bir ömrü açlık sınırında yaşamayı göze alan insanların sayısı suyun tuzu eritmesi misali günden güne azalıyor.

Onlar azalıkça da biz, ahlâk ve adaletin kılavuzluğunu unutuyor; hayatın aslında ötekini duyma ve öteki tarafından duyulup anlaşılma çabası olduğunu kalp bilgimizle artık okuyamaz hale geliyoruz.

Düşeni kaldırmak, düşküne merhamet etmek, ezilenle saf tutmak, haksızlığa başkaldırmak, darlığa genişlik zora kolaylık olmak gibi kadim değerlerimiz de adım adım geçmişimizi tozlu raflarında birer nostalji olarak kalıyor.

Çünkü masumiyetin pılını pırtısını toplayarak aramızdan ayrıldığı o günlerden beri onun boşalttığı yeri fitne ve fesat dolduruyor. İnsanlığın yükünü serçe kadar yüreğine sığdıran söz ve hayat ustaları aramızdan birer birer çekiliyor. Ticaretimiz yalan dolanla, siyasetimiz kişisel ikbal hesaplarıyla, itimadımız hırs ve hasedin zehirli oklarıyla, liyakat ve ehliyetimiz ise sadakat saplantısı ile günden güne zehirleniyor.

Evet, refahımız artıyor belki ama maneviyatımız kayboluyor! Aramızda halen vücudu abdestli olanlarımız var belki ama zihinlerimiz de yüreklerimiz de envaı çeşit necasetle tıka basa dolu. Zihin ve dolayısıyla niyet necis olunca uzuvların temiz olması yetmiyor tabi ki.

Çünkü ümitsizlik ve amaçsızlığın her tarafı yoğun bir sisle kapladığı; insanların yarıştırıldığı, kazanmak uğruna her şeyin mubah sayıldığı, itiş kakışın özellikle istendiği, esareti altına girdiğimiz çeşitli boyuttaki ekranlardan günün yirmi dört saati “memlekette sanki iyi ve güzel hiçbir şey yokmuş gibi” kötülüğün sokaklarımızda kurduğu krallığın portresini çizmek için can atan ve insan ruhunun karanlığa gömüldüğü sahnelerin pompalandığı bugünkü kültür artık bireysel rekabet üzerine kurulu.

Milyonlarca insanın efsunlanmış bir halde ekran başına kilitlendiği televizyon dizilerinin neredeyse tamamı siyahı üstün kılarak dünyayı bize olduğundan daha karanlık gösteriyor ve insanlar, çivilenip kaldıkları bu ekranlardan aldıkları “kimseye güvenilmemesi, merhametten maraz doğacağı” mesajlarını yaşamlarına nakşediyor!

Ama inanın sadece bu kadar değil.

Zira bu ekranlar sayesinde; gözlerine sokulan ve zihinlerine zerk edilen sahneler içinde rekabetçi, itiş- kakışa dayalı, güçlü olanın ayakta kalıp altta kalanın canının çıktığı, cahiliye dönemlerine rahmet okutan bir dünya düzeni içinde; gücün her şeyi meşrulaştırabildiğini, haram parayı ve ahlâk dışı şöhreti sevimli gösterebildiğini, gücü elde edebilen bir muktedir zihnin hiçbir koşul ve haklı sebep aramaksızın kendisinden binlerce km uzaklıktaki bir coğrafyayı kan ve gözyaşına boğabildiğini görerek büyüyen bugünkü kuşak, ya güce tapınarak ya da güçlüye tutunarak var olacağı sanrısı içinde maalesef.  

Onların ruhunu besleyen bu geçmiş onları görünür olmaya, bilinmeye, kahramanlaşmaya karşı büyük bir açlığa sürükledi ve bu nedenle de bugün hakkın gücü değil, gücün hakkı sahne aldı.

Evet, gençlerimiz açlar çünkü; yaşadıkları bireysel tarih onlara sorumluluk almadan hak sahibi olma, bedel ödemeden hakikate ulaşma, başarı olmadan şöhret sahibi olma, alın teri olmadan kazanç elde etme, çalışmadan ödev çıkarma; hatta zorluğun istenmediği, acı ve gözyaşının ötelendiği, anlama çabasının zahmet verici olduğu bir zaman dilimi sundu.

Doğal olarak da en çok bağıranın, sesi en gür çıkanın veya en güçlü olanın sesi duyulmaya başlandı. Hemen hepsinin sosyal medya hesaplarına bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız!

Senaryosu “tek kültür” üzerine kurulan ve bilginin gücüne ulaşan toplum mühendisleri tarafından yazılan bu kurguda; insanlar, sınırsız zevk ve kendi kendine hayranlık vaat eden bir kitle kültürü içinde, hayattaki başarılarını sadece sahip oldukları ve satın alma kudretleriyle ölçmeye başladılar. Böyle olunca da doğal olarak dostluk, kardeşlik, muhabbet, samimiyet, yardımseverlik, toplumsal kabul gören ahlaki ölçüler ve parayla ölçülemeyecek değerler yavaş yavaş anlam ve önemini yitirdi.

Tam anlamıyla başardılar mı?

Bence hayır!

Zira uzak ve yakın tarih; hüznün kanatlarıyla bir yaranın sızladığı yerden dünyaya bakabilen ama dünyaya kök salmadan etrafımızda uçuşan, nerde bir keder ve sıkıntı varsa orada beliren, hayatlarımızı güzelleştiren, kendi hayatları pahasına insanlara yardım eden, özgürlükleri ve hatta canları pahasına başka insanlara siper olan kahramanların hikâyeleri ile dolu.

Onların bu adanmışlıkları hiç beklemediğimiz zamanlarda üşüyen ruhlarımızı sarmalıyor, uçurumlardan aşağı düşerken yüreğimizden tutuyor.  Bu şekilde de kâinattaki tüm varlıkların birbirine görünmez merhamet bağlarıyla bağlı olduğunu ve birimizin iyiliğinin diğerinin de iyiliği olduğunu çok daha berrak bir şekilde hissedebiliyorum!

Bilmiyorum.

Belki de her an düş kurmaya meyilli, umutlarını bu düşlerle besleyebilen, kelimelerin sihrine inanan, dünyayı yurt edinmemiş ve belki de hiç edinmeyecek olan, insan ilişkilerinde ve hayatta ölçüyü ve özellikle de ahlaki zekayı gözetebilen, küresel kapitalizmin önüne katıp dilediğince güdemediği bir hayalperestim belki de.

Belki de (gidişatın hızı beni ürkütse de) kötülerin ve kötülüğün yaydığı siyahın başımızdan aşağı boca edildiği veya her gün elimizdeki ekranlardan gözümüze sokulduğu gibi çok da koyu olmadığına inanmak istiyorum. 

Çünkü ben, inanan ve hakki ile teslim olmuş birinin ateşi gül bahçesine çevirebileceğine inanan bir kültürün göğsünden besleniyorum.

O kadim kültür, bana aynı zamanda zalimlerin bir gün mutlaka zulmünde boğulacağını, dünyanın tüm ezilmişlerinin merhametin soylu müziği eşliğinde sevgi ve kardeşlik türküleri söyleyeceğini fısıldıyor.

Bu yüzden de halen erdemli insanların başkalarının bozduğunu onarmak için yürek teri döktüğüne, sessiz sedasız karşılıksız bir bağlılıkla dokunduğu yerleri, yüzleri ve kalpleri imar eden iman şövalyeleri olduğuna inanıyorum. Sadece iyiler yalnız ve iyilik kötülüğün yaptığı gibi yaygara koparmıyor.

Ama bunca maddi ilerlemeye rağmen insanın ve insanlığın önceki nesillere göre neden daha mutsuz olduğunu düşününce az önce yazdıklarım dışında aklıma başka cevaplar da gelmiyor!

Çünkü bolluk çağında ruhlarımız açlıktan kıvranıyor ve insanın insana ne kadar susadığını görebiliyorum. Maddiyat üzerine bina edilen güncel değerler, derinlerimizde sakladığımız emniyetsizlik hissimizi uyandırıyor ve bizi ancak çok sahip olmakla, sürekli satın almakla mutlu olabileceğimiz yanılgısına sürüklüyor. Bu yüzden de kendimizi (yazık ki ahlaki sadakatimizi öteleyerek) zaman satıp para almak zorunda hissediyoruz.

Bakın bugünkü halimize.

Bize benzemeyeni çok kolay bir şekilde “düşman” hanesine yazabiliyor, onu aynı kolaylıkla öcüleştirebiliyoruz!

Bu yüzden de herkes, tek kişilik bir dünyanın ufuksuzluğu içinde tutsak durumda. Hayatlarımızın neredeyse birbirimizle hiçbir temas noktası kalmamış gibi görünüyor. Aynı evin içinde eşlerin ayrı, çocukların apayrı bir dünyası var artık. Aynı şeyleri aynı şekilde yapıyor olmanın bize ortak noktalar kazandırdığını sanıyoruz ama bu herkesin birbirine benzemesinden, tek tip bir hayatın bütün hayatların yerine geçirilmesinden başka bir şey değil! Bütün hayatları başkalıklarından arındırarak eni boyu belli tek bir hayat darlığına indirgemiş ve mahkûm etmiş oluyoruz sadece.

Yani tıpkı onların istediği gibi. Merhametin toprağında yeşillendirilen yaban otlarıyla tek, bireyci, acımasız ve merhametsiz bir kültür!

Çünkü bilinçli servis edilen bu kültürün kibirli ve kirli dili sadece kendisine ait bir yaşam biçimi ve düşünce sistemi olabileceğini, onu olduğu gibi kabullenmemizi ya değişip onlara benzememizi ya da “yok olmamızı” ısrarla savunan bir kültür!

Yirmi yıl önceki halimiz ile bugünkü halimiz arasındaki fark ise bu işi ne kadar kolay başardıklarının göstergesi olsa gerek!

Çözüm mü?

Üzerinde tepindiğimiz manevi mirasın göğsünden süt emerek kendi gök kubbemizi inşa edebilmek! Ötesi sadece zihinsel bir kölelik!

Farkındalık temennisiyle!

DİĞER YAZILARI Laiklik 01-01-1970 03:00 Farkındayım, farkındasınız, farkındalar! 01-01-1970 03:00 Ezan Okunan Her Yer Vatandır 01-01-1970 03:00 Kokusuz ve Dikensiz Güller 01-01-1970 03:00 Teknolojik Esaretimiz 01-01-1970 03:00 Kalbimiz Başka Söylüyor Aklimiz Başka 01-01-1970 03:00 Dava Kendini Doğurma Davası 01-01-1970 03:00 Tutunduğumuz Dal Kurumuş Değil 01-01-1970 03:00 Peki ya ahlâki deprem? 01-01-1970 03:00 Haz ve Hız Çağı 01-01-1970 03:00 DİN(İ)DAR 01-01-1970 03:00 Çağın Mottosu 01-01-1970 03:00 Kalemler Emanettir 01-01-1970 03:00 Hayattan Sonrasının Adını Koymak 01-01-1970 03:00 Toplum Mühendisliği 01-01-1970 03:00 Kendini Tutabilmek 01-01-1970 03:00 Kalp İşçiliği 01-01-1970 03:00 Madımak sizin neyiniz olur? 01-01-1970 03:00 Sevdiğine benzeyeceksin! 01-01-1970 03:00 Ölsek yüzümüz yok! 01-01-1970 03:00 Gelin Bayram Olalım 01-01-1970 03:00 Oruç Bizi Tutsun 01-01-1970 03:00 Kendimize Tutunmak 01-01-1970 03:00 İçimizden Hesap Sormak 01-01-1970 03:00 Allah Sanal Alemin de Rabbidir! 01-01-1970 03:00 Aidiyet 01-01-1970 03:00 Anlamin Kiyameti 01-01-1970 03:00 Sen Rabbin Nefesisin 01-01-1970 03:00 Eğitim ve öğretimi sayısal verilerle okumak yaptığımız en büyük yanlışlardan biri! 01-01-1970 03:00 Laiklik 01-01-1970 03:00 Tarla nemli olmadan tohum yeşermez! 01-01-1970 03:00 Düz Mantık 01-01-1970 03:00 Ortak Akıl Zorunluluğu Yer Bedir kuyuları. Bundan 1500 küsur yıl öncesi 01-01-1970 03:00 Kavurma Şenliği 01-01-1970 03:00 Kripto İlişkiler 01-01-1970 03:00 Varlık İmtihanını Kaybettik! 01-01-1970 03:00 Hepimiz “İnsanız” Oysa 01-01-1970 03:00 Çirkinden Söz Ederek Güzelleşemezsiniz 01-01-1970 03:00 Hüznümüzün Başkenti 01-01-1970 03:00 Gösteri Çağı 01-01-1970 03:00 Orucu “Ne” Oruç Kılar? 01-01-1970 03:00 Sabahın Sahibi Var! 01-01-1970 03:00 Bugüne Kadar “Ne” Yazabildiniz! 01-01-1970 03:00 Kendinize Uğramadan Gitmeyin Bu Dünyadan 01-01-1970 03:00 Bizim Hikâyemiz 01-01-1970 03:00 Derdinden Kaçanın Dermanı Olur mu? 01-01-1970 03:00 Kişisel Vitrinlerimiz 01-01-1970 03:00 Sağıra Sözünü Köre Yüzünü Süsleme Yorulursun! 01-01-1970 03:00 Evet, Bu Kadar Basit! 01-01-1970 03:00 Değerler Matematiği 01-01-1970 03:00 Teknolojik Esaretimiz 01-01-1970 03:00 Açlığı Doyurmak 01-01-1970 03:00 Kendine Borçlu Kalmak 01-01-1970 03:00 ‘Faili Meçhul’ Kötülükler 01-01-1970 03:00 Sağlık Emekçilerimize Minnetle 01-01-1970 03:00 Korona külfet mi nimet mi! 01-01-1970 03:00 İkinci Nuh Tufanı 01-01-1970 03:00 Süreci Doğru Okumak 01-01-1970 03:00 Anlayabilseydiniz Ağlardınız! 01-01-1970 03:00 Ne Olacak Bu Memleketin Hali? 01-01-1970 03:00 Yürek Ülkemizi “İnşa” Zamanı 01-01-1970 03:00 Erciş; Umudumun Yeniden Yeşerdiği Coğrafya 01-01-1970 03:00 Kurtalan’a selam olsun! 01-01-1970 03:00 Toplum kaybedenlerle dolu ama.... 01-01-1970 03:00 Denklem Çok Basit Ama… 01-01-1970 03:00 “Ümmi” Peygamber’in Ümmeti 01-01-1970 03:00 Eğitimde “Ortak Akıl” Zorunluluğu 01-01-1970 03:00 Eğitime olan inanç “azalıyor” 01-01-1970 03:00 Asıl deprem okullarımızda! 01-01-1970 03:00 Sünger 01-01-1970 03:00 Merhamet acımak değil, “acıtmamaktır! 01-01-1970 03:00 Hz. İnsan 01-01-1970 03:00 Nostalji Kırılması 01-01-1970 03:00 Ah şu sevgisizliğimiz 01-01-1970 03:00 Liyakat mi sadakat mi? 01-01-1970 03:00 Söylem değil eylem! 01-01-1970 03:00 Kavurma Şenliği 01-01-1970 03:00 Nefs’in değil nefesin! 01-01-1970 03:00 Doğru okuyamadık! 01-01-1970 03:00 Yürek Ülkesi 01-01-1970 03:00 Öteki 01-01-1970 03:00 Ömrümün Besmelesi 01-01-1970 03:00 Hirasına Hapsedilen Muhammedi Sevda 01-01-1970 03:00 Takdirlik karneler mi karakterler mi? 01-01-1970 03:00 Külfetsiz Nimet Olmaz 01-01-1970 03:00 Elenen öğrenci değil sistemin kendisidir! 01-01-1970 03:00 Her imkân imtihandır! 01-01-1970 03:00 “Her şey çok güzel olacak” mı? 01-01-1970 03:00 Ruhun Secde Makamı 01-01-1970 03:00 Çağın Şifreleri 01-01-1970 03:00 “Adem”Likten “Adam”Lığa… 01-01-1970 03:00 İnsan insana emanettir! 01-01-1970 03:00 Yeryüzünün hakkını vermeden gökyüzüne el açmak! 01-01-1970 03:00 Kalbimizin terazisi bozuldu! 01-01-1970 03:00 Abdestsiz gönüllerimizle ancak bu kadar! 01-01-1970 03:00 “O” Bile “Bilmiyorum” Demişti 01-01-1970 03:00 Güven adası olabilmek! 01-01-1970 03:00 Hakikat Kimin Zimmetinde… 01-01-1970 03:00 İnsan nasıl yaşamalı? 01-01-1970 03:00 “Öz” Ünüz Ne Kadar “Gür”Se, O Kadar “Özgür” Sünüz 01-01-1970 03:00 Köksüz ağaç meyve vermez! 01-01-1970 03:00 Gençlerin "Sessiz" Çığlığı 01-01-1970 03:00 "Eğitim" mi "öğütüm" mü? 01-01-1970 03:00