Zaman zaman özellikle dinsel terminoloji bağlamında çok ciddi eleştirilere maruz kalsam da kahir ekseriyette kullanmaya çalıştığım “kucaklayıcı” dilin yarattığı “vedud” halesini görebilmek, bu soğuk iklimde ruhumu ısıtıyor.
Öncelikle ben “din adamı” değilim ve “dinin adamı” değil, “adamın dini” (diğer bir deyişle her insanın bir yaşam biçimi) olduğuna inanan biriyim.
Din, kendi ifademle “insan kalabilme sanatı” olduğu için de, kaçınılmaz bir değer olarak ferdi olduğum toplumun ontolojisini oluşturuyor. Ontoloji, ortak payda olduğu için de bu konudaki “akli sapmaları” doğal olarak dile getiriyorum.
Buraya kadar anlaştıysak devam edeyim;
Tarih koklamış biri olarak diyebilirim ki; dinsel lügat, geçtikleri tedrisat ve bilinç durumlarıyla ilintili olarak özellikle “gönül ve mana haramilerinin” elinde eğilip bükülmüş durumda ve bu yol fincancı katırlarının güzergâhı.
Ama ben; kalemi, hakikatin mukaddes aracı olarak gören bir fikir işçisi sıfatıyla yaklaşık iki on yılı aşkın bir zamanını öğrenmeye kurtlar gibi aç bir beyinle biliyorum ki,
Bir yaşam biçimi olan din hava gibi, ibadet ise su gibidir. Biri yaşam sunar, öbürü girdiği kabın şeklini alır ve en önemlisi hava da su da sadece “inananlar” için değil, tüm mahlukat içindir ve herkesi kucaklar!
Bu yüzden ruh köklerindeki dine iman eden kişi(ler); itmez kucaklar, nefret etmez sever, günahkarla değil günahla mücadele eder, öldürmez yaşatır hatta yaşatmak için kendini feda eder, ötekileştir(e)mez, hayal ettiği bu dünyadaki cenneti “ötekiye rağmen” değil “öteki ile birlikte” inşa eder
Dolayısıyla, “inanıyorum” diyen her kişinin koşulsuz bir sevgi, katıksız bir merhamet ve amasız bir adaleti dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin tüm insanlık alemi için inşa etmek zorunda olduğuna inanıyorum. Zira inandığımızı söylediğimiz dinamikler bunu ısrarla gösteriyor.
Bu yönüyle de eser, yazı ve paylaşımlarım; sadece bu yöndeki bilinç eksikliğini tamamlama yolunda mütevazı bir işlev üstlenmişlerdir, hepsi o kadar.
Evet, kabul ediyorum!
Bir fikir işçisinin tereddüt edeceği alan kaleminin üslubu olabilir, fakat bu kalemin gerçeği dile getirmede, hakikati dillendirmede tereddüdü olamaz, olmamalıdır. Çünkü bu, kalemin emanet edilişine dair bir sorumluluk; öbür türlüsü kalemi emanet edene bir ihanettir.
Zaten bir fikir işçisi “ya hayır söyle ya da sus!” nebevi ikazına inanıyorsa, hakikati haykırmak dışında başka bir seçeneği de yok demektir.
Öyleyse diyebiliriz ki aslında “yüreğini sağmak” olan yazmak, hakikate dair bir bedel ödemeyi göze almaktır.
Öyle ya her nimetin mutlak bir külfetinin olduğu şu fani dünyada; hakikati haykırmanın, iyiliğe rehberlik etmenin, sevginin ışığı, merhametin dili olmanın bir bedeli olmaz olur mu?
Bu yüzden de hüsnü zannımca sözün gücüne inanabilenler, hakikatin kayıt altına alınması gibi bir bedel ödüyor!
Bu noktada birer aydınlık savaşçısı olan peygamberleri de anmak gerekiyor, zira her biri insanlık tarihi boyunca sözün gücüne inanmış ve buradan aldıkları güçle usanmadan, yılmadan, yıkılmadan, dökülmeden “hakikate” davet etmişlerdir. Tarih boyunca sözün gücüne inanmış olmanın en ağır bedelini de onlar ödemişlerdir.
Zira birer “yürek fetihçisi” sıfatıyla yaşamları boyunca durmaksızın hakikati haykırarak gönüllerin kapısını değil bir kez, binlerce kez vurmaktan usanmamışlar; yüreklere gücün sözünü değil sözün gücünü fısıldamışlardır.
İlahi hitaba baktığınızda ise onlara bu gayreti veren şeyin, “hakikati” taşıyan söze ait emanet bilinci uğruna servetlerini, hayatlarını, varlıklarını ortaya koyduklarına; horlanmaya, azarlanmaya, tehdide, dövülmeye, sövülmeye katlandıklarına hatta kimi zaman hayatlarından dahi olduklarına vakıf oluyorsunuz.
İşte bu emanet bilinci ile adeta gecelerimi gündüzlere ekleyerek, bugün bilginin gücünü eline geçirip sözüm ona “hayatı kolaylaştırmak, mutluluk pazarlamak” adı altında adına teknoloji dedikleri şeyle, bir taraftan insanların ve kültürlerin zihnini köleleştirip anlam haritalarını yok eden, öte taraftan kendilerine benzemeye direnenlerin, “tek kültür” hegamonyasına karşı çıkanların, doğal zenginliklerinin yağma edilmesine kıyam edenlerin üzerine “güncel ama popülist argümanlar üreterek” yağdırdığı bombalarla kan kusan kravatlı toplum mühendislerinin, haçlı ruhunu diri tutmak için geceli gündüzlü çalışan samimi birer nefer olduğunu görüyorum.
Sadece son elli yıllık süreçte insanlığın anası olan manevi mirası üzerinde tepindiğimiz bu mümbit coğrafyanın, insanlığa medeniyet öğreten Ortadoğu Coğrafyasının, kültüründen hala hikmet emdiğimiz kadim Mezopotamya Medeniyetinin yaşadığı ekonomik, kültürel, toplumsal değişimini; anlam haritalarının nasıl ters düz edildiğini, bu coğrafyalarda yaşayan insanların yaşadığı ruhsal sıkışmayı, sürüklendiği ahlaki yozluğu görememek için kör olmak lazım sanırım.
"Ezan okunan her yer vatandır" fikrini besleyen ve bu fikri misak-ı milli olarak bağrına basarak, farkı fark edebilen nasipli gönül erlerine sözüm yok. Çünkü zaten onlar insana bir şeyler söyleyen, onu bulunduğu halden daha iyisine çağıran, başka bir dünyanın mümkün olduğunu fısıldayan kelimeleri, yüreklerine yük etmiş durumdalar.
Ancak anmaya çalıştığım şu tabloyu dahi “topraklarımız işgal altında değil ki” gibi bir fikirle çürütmeye çalışan aklı evveller bilsinler ki;
Artık topraklar tankla, topla, tüfekle değil; bilginin gücüyle, ekonomik güçle, kültür yozlaşması ile, zihinsel kölelik ile, gücü elinde bulunduran muktedirlerin kendi kültürlerinin yansıması olan ahlaki körlükle işgal ediliyor.
Dolayısıyla ceddimizin uğruna şehadet şerbeti içip canlarını ve kanlarını imanlarına şahit kıldıkları “kurtuluş savaşı” hiç bitmedi ve görünen o ki en son ferdimizi kendilerine benzetene kadar, gönül coğrafyalarımızın en bakir alanlarını ele geçirinceye kadar, anlam haritalarımızın kırk yaş ve üstü bireylerince el üstünde tutulan kırıntılarını da yok edinceye kadar sürmeye de devam edecek.
Yani bu iş, sadece okullarımızın duvarlarına büyük puntolarla “Çanakkale Geçilemez” yazmakla veya milli bayramlarda bayrak sallayıp hamasi nutuklar atmakla, “Vatan Millet Sakarya edebiyatıyla” olmuyor.
Çünkü Çanakkale’yi geçmeye çalışan o ruh, ecdadından torununa bilenen bir hırsla hala dipdiri. Üstelik bu kez dedelerinden daha güçlü bir şekilde bilginin gücünü ellerine geçirmiş durumdalar ve çağa ait bu gücü muhtelif argümanlarla süsleyerek saldırıyor, parçalıyor sonra da parçaları yutuyorlar.
Peki bu nasıl oluyor?
Yazmıştım, ilahi beyanın hatırlatmak fayda verir ikazınca yineleyelim;
Bugün en karşıt olanlarımızın bile ‘evrensel değerler’ denince gayrı ihtiyarî yüzünü Batı’ya dönmesi tesadüf değil zira bu ayrım aslında zihinsel bir ayrımdır ve geçmişten devralınmıştır.
Çünkü geçen yüzyılın zihinsel mantığıyla hemen hepimiz dünyayı ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmemiş’ bloklar olarak ikiye ayırmayı alışkanlık edindik veya bu tablo zihin ve ruh dünyalarımıza öyle enjekte edildi. İncelikle uygulanmış planlı bir örtbas etme senaryosunun neticesi olan bu ayrımsamada dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun oluşturulan algıda ‘gelişmiş’ olan genel anlamda batı; ‘gelişmemiş’ olan da dünyanın geriye kalan kısmı oluyor.
Akledebilen bir kalple bakın dünyaya…
Yerleri ve yurtları talan edilmiş, doğal kaynakları yağmalanmış ve kendilerine kendi yurtlarında yaşam hakkı tanınmamış mülteciler denizlerde kitleler halinde can veriyor, sığınma kamplarında yürek sancısı manzaralarla olumsuz şartlar altında yaşıyor, ulusaşırı göçmenler karın tokluğuna batı şehirlerinin kenar mahallelerinde çok zor yaşam koşulları altında işçilik yapıyor.
Tüm bunların sorumlusu “tek dişi kalmış canavar”, bu tabloya rağmen son birkaç asırdır ilerleme ve aydınlanma illüzyonuyla sömürgeci geçmişinin ve zorba günlerinin günahlarını aklıyor, örtbas ediyor.
Bu da yetmiyor; bir de üste çıkıp, tahtına oturduğu medya krallığından ekonomiden siyasete, tarihten edebiyata, kültürden sanata, dini meselelerden ahlaki değerlere kadar birçok konuda dünyanın bütün ‘öteki’ ilan ettiklerine arsızca, utanmazca, pişkince ‘gelişme’, ‘insanlık’, ‘erdem’ ve ‘etik’ mamulleri satarak, psikopat bir katilin suçu maktule atan pişkinliğiyle yalan söylemeye ve suyu bulandırmaya devam ediyor.
Pek tabi ki içinde yaşadığımız mümbit coğrafya da bu toplumsal değer aşınmasından nasibini alıyor. Zira kendini evrenin merkezine yerleştirerek kendisi dışında tüm kültürleri reddeden gelişmiş(!) batı, bütün dünyayı kasıp kavurduğu yetmezmiş gibi iştahlı bir köpek balığı gibi her fırsatta bizim sahillerimize de vuruyor.
Peki, yenilgiyi kabullenip (diğer dindaşlarımızın yaptığı gibi) tasımızı toprağımızı toplayarak gidecek miyiz yoksa her karışı şüheda kokan bu mümbit coğrafyada o kutlu mirasın şahitleri hatırına da olsa “Rabbin bizden bir umudu var” diyerek, yarınlar daha güzel olacak umudunu besleyerek direnecek miyiz? Bugün asıl turnusol bu bence.
Kabul ediyorum!
Bir kum tanesi olup çölün derdiyle dertlenmek, yani tek başına insanlığın kanayan yaralarını pansuman etmek gibi kara bir sevdaya tutulmak tıpkı Hz Nuh(as) gibi karada gemi yapmaya talip olmaya benziyor.
Öyle ya, herkes kuruşuna kadar hesaplı davranırken “hasbi” davranmak; herkes dalgasına bakarken, dalgalarda batanların imdadına yetişmek için gecesini gündüz etmek; uykusunu dışardaki yangınlarla yitirmek, “kıl beşi, bitir işi” zihniyetinden kurtulup, “kul olmak kesmez, dost olmak lazım” diyerek insanlığın yükünü yüklenmek günümüz insanı için akıl karı mıdır?
Dalga geçenler, dudak bükenler, bıyık altından alaycı tebessümleriyle kendilerini tatmin edenler, kendi haline bakmayıp sözüm ona “acıyanlar” ise işin cabası.
Peki neden salt kendini kurtarmak varken başkası için sancılanır insan?
Bu farkındalığa Freud “olgunlaşma” diyor ama bunun irfanımızdaki dili “kemale ermek” ya da daha amiyane bir tabirle “olgunlaşmak” olsa gerek.
Zira yaşanmışlık, adanmışlık ve sanırım en çok da aldanmışlıklarınız sizi öyle bir seviyeye taşıyor ki;
O seviyeden sonra “manevi kalpazanlar” veya “gönül haramileri” olarak tanımladığım samimi olmayan hiç kimseye hiçbir şekilde ihtiyacınız kalmıyor.
Hayatın sadece bir “seda bırakmak” ve size ayrılan sürede “ne kadar iyi işler yaptığınızı” belirlemek amacı ile verilen bir süre olduğunu anlıyorsunuz.
Gölgesi ömrünüze düşen aile kavramı (ve sanırım zürriyetinizin devamı, sizden sonraki amel defterinizin kâtibi evlatlarınız) daha çok ön plana çıkıyor.
Gaye ve hedefiniz artık içinde yaşadığınız toplumun belirlediği “itibar” değil, sıkı sıkıya sarılarak biriktirdiğiniz değerlerinizin toplamı kişiliğiniz oluyor. Bu yüzden isminizin önündeki etiketler umurunuzda dahi olmuyor.
Fiyatlar değil, değerler ilgi alanınıza giriyor ve ruh köklerinize, sizi siz yapan dinamiklerinize daha çok sarılma ihtiyacı hissediyorsunuz.
Ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu ve yaşam denen yolculukta aslında hemen her şeyin mutlak bir bitişe kodlandığını ihmal ettiğiniz vücudunuz, diyetini isteyerek ve sizi hastane kapılarına mecbur ederek hatırlatıyor.
Riyakâr, samimiyetsiz, yaşamlarını yalan üzerine bina eden insanları çok daha çabuk keşfediyor ve onlardan sessiz sedasız bir şekilde uzaklaşıyorsunuz. Onlar, nasıl bir değer kaybettiklerinin farkına çok daha sonra varıyorlar ama size geri dönmeye çalıştıklarında isimlerini dahi anmak istemiyorsunuz.
Yaşamın “elalem ne der?” putuna tazim edecek kadar uzun olmadığını, aslolanın “önce ve mutlaka” kendine değer vermek olduğunu ve aslında tüm dertlerinin dermanının da kendi içinizde yeşerttiğiniz gönül coğrafyanızda olduğunu fark ediyorsunuz.
Bu yüzden de gürültülü ortamlardan, gürültülü insanlardan, gürültülü fikir ve ideolojilerden, hamasi nutuklardan adım adım uzaklaşıyorsunuz.
Elinizdeki zaman ipine tane tane sabır boncuğu dizebilmeyi ise eninde sonunda öğreniyorsunuz. Bu da yaşamı hızlı değil yavaş ve olması gerektiği yaşamanızı sağlıyor ve en nihayetinde de sessizliğin bile sesini duyar hale geliyorsunuz.
Zira okudukça, anladıkça, fark ettikçe, dert ettikçe anlıyorsunuz ki;
Var olan kirli zihniyeti değiştirmek için bir öksüz ve yetimin tertemiz vicdanından dünyaya fısıldanan ilahi hitap; kız çocuklarını diri diri toprağa gömen kömür karası bir toplumdan yerdeki haşerat ezilmesin diye ayağına çıngırak bağlayan bir toplum inşa ettiyse bunun yegâne sebebi, inen hitabın muhataplarının yüreğini öpmesi ve ruhlarını kuşatması idi.
Bu hitap “iyi olmayı değil, iyi işler yapmayı; cennetperestliği değil ekildiğin yerde yeşererek bulunduğun zamanı, kaderi kaderinle kesişen mahlukatın yaşamını cennete çevirmeyi vazediyordu.
Tıpkı Hz. Nuh(as) gibi “bittim, yetiş Ya Rabbi!” demeyi hak edecek kadar koşan, soluğu tükenene kadar durmayan, varını yoğunu ortaya koyup “İşte, hepsi bu!” diyen kaç fani var dünyada bilmiyorum ama tam da bu noktada tek ipliğini çekince kırk yaması dökülecek pejmürde bir bohçayı andıran hali pür melalimizle sormak lazım;
Tahrif edilmesi ilahi beyanla güvenceye alınan ve indiği çağı inşa ederek çağlar üstü bir medeniyeti ihya eden aynı hitap, bugün her tarafta gürül gürül okunmasına rağmen yaşam ve zihin konforlarımızı bozup bir zihniyet değişimine sebep olmuyorsa sebep gırtlaktan kalbe inmeyen imanımız değil midir?
Bunların farkında olmayanlar mı?
Onlar, İblis’in tebessümlerini süslemek adına umutsuz!
Koşanlar ise su geleceğine dair “şüphesiz umutla” gemisini yapmakla meşgul!
Kalemi emanet bilenlere selam olsun!
Kalemler Emanettir
Zaman zaman özellikle dinsel terminoloji bağlamında çok ciddi eleştirilere maruz kalsam da kahir ekseriyette kullanmaya çalıştığım “kucaklayıcı” dilin yarattığı “vedud” halesini görebilmek, bu soğuk iklimde ruhumu ısıtıyor.
Öncelikle ben “din adamı” değilim ve “dinin adamı” değil, “adamın dini” (diğer bir deyişle her insanın bir yaşam biçimi) olduğuna inanan biriyim.
Din, kendi ifademle “insan kalabilme sanatı” olduğu için de, kaçınılmaz bir değer olarak ferdi olduğum toplumun ontolojisini oluşturuyor. Ontoloji, ortak payda olduğu için de bu konudaki “akli sapmaları” doğal olarak dile getiriyorum.
Buraya kadar anlaştıysak devam edeyim;
Tarih koklamış biri olarak diyebilirim ki; dinsel lügat, geçtikleri tedrisat ve bilinç durumlarıyla ilintili olarak özellikle “gönül ve mana haramilerinin” elinde eğilip bükülmüş durumda ve bu yol fincancı katırlarının güzergâhı.
Ama ben; kalemi, hakikatin mukaddes aracı olarak gören bir fikir işçisi sıfatıyla yaklaşık iki on yılı aşkın bir zamanını öğrenmeye kurtlar gibi aç bir beyinle biliyorum ki,
Bir yaşam biçimi olan din hava gibi, ibadet ise su gibidir. Biri yaşam sunar, öbürü girdiği kabın şeklini alır ve en önemlisi hava da su da sadece “inananlar” için değil, tüm mahlukat içindir ve herkesi kucaklar!
Bu yüzden ruh köklerindeki dine iman eden kişi(ler); itmez kucaklar, nefret etmez sever, günahkarla değil günahla mücadele eder, öldürmez yaşatır hatta yaşatmak için kendini feda eder, ötekileştir(e)mez, hayal ettiği bu dünyadaki cenneti “ötekiye rağmen” değil “öteki ile birlikte” inşa eder
Dolayısıyla, “inanıyorum” diyen her kişinin koşulsuz bir sevgi, katıksız bir merhamet ve amasız bir adaleti dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin tüm insanlık alemi için inşa etmek zorunda olduğuna inanıyorum. Zira inandığımızı söylediğimiz dinamikler bunu ısrarla gösteriyor.
Bu yönüyle de eser, yazı ve paylaşımlarım; sadece bu yöndeki bilinç eksikliğini tamamlama yolunda mütevazı bir işlev üstlenmişlerdir, hepsi o kadar.
Evet, kabul ediyorum!
Bir fikir işçisinin tereddüt edeceği alan kaleminin üslubu olabilir, fakat bu kalemin gerçeği dile getirmede, hakikati dillendirmede tereddüdü olamaz, olmamalıdır. Çünkü bu, kalemin emanet edilişine dair bir sorumluluk; öbür türlüsü kalemi emanet edene bir ihanettir.
Zaten bir fikir işçisi “ya hayır söyle ya da sus!” nebevi ikazına inanıyorsa, hakikati haykırmak dışında başka bir seçeneği de yok demektir.
Öyleyse diyebiliriz ki aslında “yüreğini sağmak” olan yazmak, hakikate dair bir bedel ödemeyi göze almaktır.
Öyle ya her nimetin mutlak bir külfetinin olduğu şu fani dünyada; hakikati haykırmanın, iyiliğe rehberlik etmenin, sevginin ışığı, merhametin dili olmanın bir bedeli olmaz olur mu?
Bu yüzden de hüsnü zannımca sözün gücüne inanabilenler, hakikatin kayıt altına alınması gibi bir bedel ödüyor!
Bu noktada birer aydınlık savaşçısı olan peygamberleri de anmak gerekiyor, zira her biri insanlık tarihi boyunca sözün gücüne inanmış ve buradan aldıkları güçle usanmadan, yılmadan, yıkılmadan, dökülmeden “hakikate” davet etmişlerdir. Tarih boyunca sözün gücüne inanmış olmanın en ağır bedelini de onlar ödemişlerdir.
Zira birer “yürek fetihçisi” sıfatıyla yaşamları boyunca durmaksızın hakikati haykırarak gönüllerin kapısını değil bir kez, binlerce kez vurmaktan usanmamışlar; yüreklere gücün sözünü değil sözün gücünü fısıldamışlardır.
İlahi hitaba baktığınızda ise onlara bu gayreti veren şeyin, “hakikati” taşıyan söze ait emanet bilinci uğruna servetlerini, hayatlarını, varlıklarını ortaya koyduklarına; horlanmaya, azarlanmaya, tehdide, dövülmeye, sövülmeye katlandıklarına hatta kimi zaman hayatlarından dahi olduklarına vakıf oluyorsunuz.
İşte bu emanet bilinci ile adeta gecelerimi gündüzlere ekleyerek, bugün bilginin gücünü eline geçirip sözüm ona “hayatı kolaylaştırmak, mutluluk pazarlamak” adı altında adına teknoloji dedikleri şeyle, bir taraftan insanların ve kültürlerin zihnini köleleştirip anlam haritalarını yok eden, öte taraftan kendilerine benzemeye direnenlerin, “tek kültür” hegamonyasına karşı çıkanların, doğal zenginliklerinin yağma edilmesine kıyam edenlerin üzerine “güncel ama popülist argümanlar üreterek” yağdırdığı bombalarla kan kusan kravatlı toplum mühendislerinin, haçlı ruhunu diri tutmak için geceli gündüzlü çalışan samimi birer nefer olduğunu görüyorum.
Sadece son elli yıllık süreçte insanlığın anası olan manevi mirası üzerinde tepindiğimiz bu mümbit coğrafyanın, insanlığa medeniyet öğreten Ortadoğu Coğrafyasının, kültüründen hala hikmet emdiğimiz kadim Mezopotamya Medeniyetinin yaşadığı ekonomik, kültürel, toplumsal değişimini; anlam haritalarının nasıl ters düz edildiğini, bu coğrafyalarda yaşayan insanların yaşadığı ruhsal sıkışmayı, sürüklendiği ahlaki yozluğu görememek için kör olmak lazım sanırım.
"Ezan okunan her yer vatandır" fikrini besleyen ve bu fikri misak-ı milli olarak bağrına basarak, farkı fark edebilen nasipli gönül erlerine sözüm yok. Çünkü zaten onlar insana bir şeyler söyleyen, onu bulunduğu halden daha iyisine çağıran, başka bir dünyanın mümkün olduğunu fısıldayan kelimeleri, yüreklerine yük etmiş durumdalar.
Ancak anmaya çalıştığım şu tabloyu dahi “topraklarımız işgal altında değil ki” gibi bir fikirle çürütmeye çalışan aklı evveller bilsinler ki;
Artık topraklar tankla, topla, tüfekle değil; bilginin gücüyle, ekonomik güçle, kültür yozlaşması ile, zihinsel kölelik ile, gücü elinde bulunduran muktedirlerin kendi kültürlerinin yansıması olan ahlaki körlükle işgal ediliyor.
Dolayısıyla ceddimizin uğruna şehadet şerbeti içip canlarını ve kanlarını imanlarına şahit kıldıkları “kurtuluş savaşı” hiç bitmedi ve görünen o ki en son ferdimizi kendilerine benzetene kadar, gönül coğrafyalarımızın en bakir alanlarını ele geçirinceye kadar, anlam haritalarımızın kırk yaş ve üstü bireylerince el üstünde tutulan kırıntılarını da yok edinceye kadar sürmeye de devam edecek.
Yani bu iş, sadece okullarımızın duvarlarına büyük puntolarla “Çanakkale Geçilemez” yazmakla veya milli bayramlarda bayrak sallayıp hamasi nutuklar atmakla, “Vatan Millet Sakarya edebiyatıyla” olmuyor.
Çünkü Çanakkale’yi geçmeye çalışan o ruh, ecdadından torununa bilenen bir hırsla hala dipdiri. Üstelik bu kez dedelerinden daha güçlü bir şekilde bilginin gücünü ellerine geçirmiş durumdalar ve çağa ait bu gücü muhtelif argümanlarla süsleyerek saldırıyor, parçalıyor sonra da parçaları yutuyorlar.
Peki bu nasıl oluyor?
Yazmıştım, ilahi beyanın hatırlatmak fayda verir ikazınca yineleyelim;
Bugün en karşıt olanlarımızın bile ‘evrensel değerler’ denince gayrı ihtiyarî yüzünü Batı’ya dönmesi tesadüf değil zira bu ayrım aslında zihinsel bir ayrımdır ve geçmişten devralınmıştır.
Çünkü geçen yüzyılın zihinsel mantığıyla hemen hepimiz dünyayı ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmemiş’ bloklar olarak ikiye ayırmayı alışkanlık edindik veya bu tablo zihin ve ruh dünyalarımıza öyle enjekte edildi. İncelikle uygulanmış planlı bir örtbas etme senaryosunun neticesi olan bu ayrımsamada dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun oluşturulan algıda ‘gelişmiş’ olan genel anlamda batı; ‘gelişmemiş’ olan da dünyanın geriye kalan kısmı oluyor.
Akledebilen bir kalple bakın dünyaya…
Yerleri ve yurtları talan edilmiş, doğal kaynakları yağmalanmış ve kendilerine kendi yurtlarında yaşam hakkı tanınmamış mülteciler denizlerde kitleler halinde can veriyor, sığınma kamplarında yürek sancısı manzaralarla olumsuz şartlar altında yaşıyor, ulusaşırı göçmenler karın tokluğuna batı şehirlerinin kenar mahallelerinde çok zor yaşam koşulları altında işçilik yapıyor.
Tüm bunların sorumlusu “tek dişi kalmış canavar”, bu tabloya rağmen son birkaç asırdır ilerleme ve aydınlanma illüzyonuyla sömürgeci geçmişinin ve zorba günlerinin günahlarını aklıyor, örtbas ediyor.
Bu da yetmiyor; bir de üste çıkıp, tahtına oturduğu medya krallığından ekonomiden siyasete, tarihten edebiyata, kültürden sanata, dini meselelerden ahlaki değerlere kadar birçok konuda dünyanın bütün ‘öteki’ ilan ettiklerine arsızca, utanmazca, pişkince ‘gelişme’, ‘insanlık’, ‘erdem’ ve ‘etik’ mamulleri satarak, psikopat bir katilin suçu maktule atan pişkinliğiyle yalan söylemeye ve suyu bulandırmaya devam ediyor.
Pek tabi ki içinde yaşadığımız mümbit coğrafya da bu toplumsal değer aşınmasından nasibini alıyor. Zira kendini evrenin merkezine yerleştirerek kendisi dışında tüm kültürleri reddeden gelişmiş(!) batı, bütün dünyayı kasıp kavurduğu yetmezmiş gibi iştahlı bir köpek balığı gibi her fırsatta bizim sahillerimize de vuruyor.
Peki, yenilgiyi kabullenip (diğer dindaşlarımızın yaptığı gibi) tasımızı toprağımızı toplayarak gidecek miyiz yoksa her karışı şüheda kokan bu mümbit coğrafyada o kutlu mirasın şahitleri hatırına da olsa “Rabbin bizden bir umudu var” diyerek, yarınlar daha güzel olacak umudunu besleyerek direnecek miyiz? Bugün asıl turnusol bu bence.
Kabul ediyorum!
Bir kum tanesi olup çölün derdiyle dertlenmek, yani tek başına insanlığın kanayan yaralarını pansuman etmek gibi kara bir sevdaya tutulmak tıpkı Hz Nuh(as) gibi karada gemi yapmaya talip olmaya benziyor.
Öyle ya, herkes kuruşuna kadar hesaplı davranırken “hasbi” davranmak; herkes dalgasına bakarken, dalgalarda batanların imdadına yetişmek için gecesini gündüz etmek; uykusunu dışardaki yangınlarla yitirmek, “kıl beşi, bitir işi” zihniyetinden kurtulup, “kul olmak kesmez, dost olmak lazım” diyerek insanlığın yükünü yüklenmek günümüz insanı için akıl karı mıdır?
Dalga geçenler, dudak bükenler, bıyık altından alaycı tebessümleriyle kendilerini tatmin edenler, kendi haline bakmayıp sözüm ona “acıyanlar” ise işin cabası.
Peki neden salt kendini kurtarmak varken başkası için sancılanır insan?
Bu farkındalığa Freud “olgunlaşma” diyor ama bunun irfanımızdaki dili “kemale ermek” ya da daha amiyane bir tabirle “olgunlaşmak” olsa gerek.
Zira yaşanmışlık, adanmışlık ve sanırım en çok da aldanmışlıklarınız sizi öyle bir seviyeye taşıyor ki;
O seviyeden sonra “manevi kalpazanlar” veya “gönül haramileri” olarak tanımladığım samimi olmayan hiç kimseye hiçbir şekilde ihtiyacınız kalmıyor.
Hayatın sadece bir “seda bırakmak” ve size ayrılan sürede “ne kadar iyi işler yaptığınızı” belirlemek amacı ile verilen bir süre olduğunu anlıyorsunuz.
Gölgesi ömrünüze düşen aile kavramı (ve sanırım zürriyetinizin devamı, sizden sonraki amel defterinizin kâtibi evlatlarınız) daha çok ön plana çıkıyor.
Gaye ve hedefiniz artık içinde yaşadığınız toplumun belirlediği “itibar” değil, sıkı sıkıya sarılarak biriktirdiğiniz değerlerinizin toplamı kişiliğiniz oluyor. Bu yüzden isminizin önündeki etiketler umurunuzda dahi olmuyor.
Fiyatlar değil, değerler ilgi alanınıza giriyor ve ruh köklerinize, sizi siz yapan dinamiklerinize daha çok sarılma ihtiyacı hissediyorsunuz.
Ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu ve yaşam denen yolculukta aslında hemen her şeyin mutlak bir bitişe kodlandığını ihmal ettiğiniz vücudunuz, diyetini isteyerek ve sizi hastane kapılarına mecbur ederek hatırlatıyor.
Riyakâr, samimiyetsiz, yaşamlarını yalan üzerine bina eden insanları çok daha çabuk keşfediyor ve onlardan sessiz sedasız bir şekilde uzaklaşıyorsunuz. Onlar, nasıl bir değer kaybettiklerinin farkına çok daha sonra varıyorlar ama size geri dönmeye çalıştıklarında isimlerini dahi anmak istemiyorsunuz.
Yaşamın “elalem ne der?” putuna tazim edecek kadar uzun olmadığını, aslolanın “önce ve mutlaka” kendine değer vermek olduğunu ve aslında tüm dertlerinin dermanının da kendi içinizde yeşerttiğiniz gönül coğrafyanızda olduğunu fark ediyorsunuz.
Bu yüzden de gürültülü ortamlardan, gürültülü insanlardan, gürültülü fikir ve ideolojilerden, hamasi nutuklardan adım adım uzaklaşıyorsunuz.
Elinizdeki zaman ipine tane tane sabır boncuğu dizebilmeyi ise eninde sonunda öğreniyorsunuz. Bu da yaşamı hızlı değil yavaş ve olması gerektiği yaşamanızı sağlıyor ve en nihayetinde de sessizliğin bile sesini duyar hale geliyorsunuz.
Zira okudukça, anladıkça, fark ettikçe, dert ettikçe anlıyorsunuz ki;
Var olan kirli zihniyeti değiştirmek için bir öksüz ve yetimin tertemiz vicdanından dünyaya fısıldanan ilahi hitap; kız çocuklarını diri diri toprağa gömen kömür karası bir toplumdan yerdeki haşerat ezilmesin diye ayağına çıngırak bağlayan bir toplum inşa ettiyse bunun yegâne sebebi, inen hitabın muhataplarının yüreğini öpmesi ve ruhlarını kuşatması idi.
Bu hitap “iyi olmayı değil, iyi işler yapmayı; cennetperestliği değil ekildiğin yerde yeşererek bulunduğun zamanı, kaderi kaderinle kesişen mahlukatın yaşamını cennete çevirmeyi vazediyordu.
Tıpkı Hz. Nuh(as) gibi “bittim, yetiş Ya Rabbi!” demeyi hak edecek kadar koşan, soluğu tükenene kadar durmayan, varını yoğunu ortaya koyup “İşte, hepsi bu!” diyen kaç fani var dünyada bilmiyorum ama tam da bu noktada tek ipliğini çekince kırk yaması dökülecek pejmürde bir bohçayı andıran hali pür melalimizle sormak lazım;
Tahrif edilmesi ilahi beyanla güvenceye alınan ve indiği çağı inşa ederek çağlar üstü bir medeniyeti ihya eden aynı hitap, bugün her tarafta gürül gürül okunmasına rağmen yaşam ve zihin konforlarımızı bozup bir zihniyet değişimine sebep olmuyorsa sebep gırtlaktan kalbe inmeyen imanımız değil midir?
Bunların farkında olmayanlar mı?
Onlar, İblis’in tebessümlerini süslemek adına umutsuz!
Koşanlar ise su geleceğine dair “şüphesiz umutla” gemisini yapmakla meşgul!
Kalemi emanet bilenlere selam olsun!
Songül KARAMAN
Ümmet Bilincini Canlandırmak
Hüseyin KURT
Telekonferansın Ardındaki Gerçek: Büyük Kürdistan’ın Güncel Senaryosu
Hasan KARADEMİR
Giriş: Foucault'nun Eleştirel Soykütüğünün Temelleri
Bedriye Arık ÇAMBEL
Kurban Edilen Işık
Seyfettin BUDAK
Neden Doymuyoruz?
Doç. Dr. Özlem Özçakır Sümen
Eğitimde Teknoloji Kullanımı: Fırsatlar Ve Tehditler
Gülay ÇETKİN
Okullarda Yapılan Projelerde Arada Kalanlar Okul İdareleri
Bülent ERTEKİN
Kim kime racon kesiyor!
Adnan ÖZ
Lidere selam dur!
Recep YAZGAN
Milli Eğitimdeki virüs; Agnostik CHP Ruhu!
Vehbi KARA
İnsanlık tarihinde yaşanan döngüler ve iktisat biliminin doğuşu
Mehmet BOZKURT
Cumhuriyetin değerleri diyorlar!
Erol AYDIN
Cinsliğin Dayanılmaz Ağırlığı
Suat ALTINBAŞAK
Hayızlı iken oruç tutulamayacağının Kur’an’daki Delilleri (1)
Ahmet SAĞLAM
ŞÜPHE VE KORKU
Mehmet Nuri BİNGÖL
KIRMIZI İPEK ya da YEMİN
Hamdi TEMEL
Kirlenen Hava, Solan Hayat
Eyüphan KAYA
Ak Parti 23 yılda kendini ispat etti!
Halil MERT
İngiliz+Abd Oyunları Bozulmalı…
Emine İPEK
Suskunluk: Kalbin Zarif Direnişi
Servet ZEYREK
Denge
Aydın BENLİ
Edebiyata Değer Katanlar Avukat Fatma Saçak Akbulut
Ahmet AYDIN
Bilir misin?
Burhan BOZGEYİK
Bir İstanbul Serencamı Daha (1)
Nihat Güç
Gittikçe Bunalıma Batıyoruz
Mahir ADIBEŞ
Gaflet mi dalalet mi!
Özlem Gürbüz
Eğitimle Değişen Dünyamız
Ahmet Eren KURT
Pensilvanya’da Taht Kavgası
Recep Ali AKSOYLU
Lipton’un Çekilmesiyle Kuru Çay Üretiminde Yabancı Kalmadı!
Abdulkadir MENEK
Sumud Kahramanları
Ahmet DÜZGÜN
Putlarımız ve Perestlerimiz
Cevahir AYDIN
Yanlış Anladınız
Mesut CİHAT
Allah'ın Zatı ve Subuti Sıfatları
Durmuş TUNACIK
Hilafet Işığı
Aysun Rabia GÜLER
Ebabiller Akdeniz'de
Uğur UTKAN
Mustafa Kemal Atatürk’ün Şeriatla İlgili Düşünceleri
Fatih ORUÇ
Orta Vadeli Program (2026-2028)
Zuhal GÜNDÜZ
Gündemiz: Küresel Sumud Filosu
Batuhan ŞUORUÇ
Şıracılar
Mesut BALYEMEZ
SOSYAL MEDYA KEVAŞELERİ
Bilal Dursun YILMAZ
Her Şey Dâhil Vicdan
Oktay ZERRİN
Sokak Cümbüşcüsü Hasan Yarar'ın Ardından
Ziya GÜNDÜZ
Atasoy Müftüoğlu Ve Hiçliğin Kıyısında
Ravza ZEYBEK
Bulanlar Arayanlardır
Gündoğdu YILDIRIM
Komşuda pişer!
Aydan KURT
Farkında mısınız?
Asiye Tanrıöver TÜRKAN
Mahremiyet, insanın özgür iradesiyle var oluşu!
Mustafa ÖZEL
1. Sezon 3. Bölüm Yükleniyor
Zehra KINALI
Stratejik Ortaklık mı, Siyasi Çıkmaz mı!
Murat GÜLŞAN
Türk Milliyetçisinin Vicdan Muhasebesi
İsa ÇOLAKER
Aşık Veysel Şiirinin Renkleri
Fatma Nur ÖZCAN
Didar-I İkbal
Özhan KIZILTAN
Duvarların Ardında Filizlenen Hayat
Memiş OKUYUCU
Zübeyir Yetik’in Ardından…
Hasan TÜLÜCEOĞLU
Göbeklitepe'de HZ. İbrahim Silüeti
Denizay BÜYÜKDAĞ
Gazze’den Öğrendiğim İslam
Cahit KURBANOĞLU
Nefis nedir ve ne istiyor?
Ahsen Meryem SÜVEYDA
Onlar Kendilerini Biliyorlar
Fahri Urhan
Uyanık Olalım
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
Vicdanın Yükselişi
Nesibe TÜKEL
Anne Hakkı
Denizay KONUK
Gözler Kör, Kulaklar Sağır Olunca; Başlar Öne Eğilirmiş
Mücahit GÜLER
Modern İnsanının Anlam Sorunu 1
Adem ÇEVİK
Türkiye Aile Meclisi'nden Ahlak ve Aile Koruma Çağrısı
Ergün DUR
ÖĞRETMEN
Hüseyin KAÇIN
Dindar neslin tanrı'sı yoksa dijital neslin tanrıları var!
Özlem AKYÜZ
Nereden geldiğini unutma!
Yusuf AKTAŞ
Köftenin kokusu kimleri cezbetti!
Emine AYDEMİR
Ateşle oynayan evliya Ateşbaz veli hazretleri
Tarık Sezai KARATEPE
Sen Yoksun Diye! Müjdecim!
Abdullah BİR
Fitne, Kaos, Suriye ve Suriyeliler’e Daire İki Kelam...
KÜLLİYEN YAZAR
Şşşşt Başkanım Sana Söylüyorum!
Süleyman GÜLEK
Küçük Lee İle Çekirgesi
Adnan ALBAYRAK ŞİMŞEK
MUHAFAZARLIK
Serkan GÜL
Çocukları +18 İçerikten Koruyun
Başyazı
Samsun’un sağlığıyla oynamayın!
Fehmi DEMİRBAĞ
ÇÖKÜŞ
Hacer Hülya KARADAĞ
Ayasofya'dan Sonra Mescid-İ Aksa'ya…
Tevfik DEMİR
28 Şubat Darbesine Dair Postmodern Notlar
Veysel BOZKURT
İnsan Beyni ve Kontrolü Bir Değerlendirme
Zinnur ŞİMŞEK
Bir Doğumun Ardından
Osman Çakmak
Eğitimin kıblesini batıldan batıdan çevirmek mecburiyeti!
KERİM YILMAZ
İlkadım'a damga vuracak başkan!
Adnan KARAKUŞ
Faruk Koca ve Batı Değerleri
Süleyman KOCABAŞ
Siyonist İsrail’in Koloniyal Jandarma –Polis Devleti Olarak Doğuşu
Şener Danyıldız
Trafikte Empati ve Sempati
Elif Ekşi ZORER
Güzellik
Orhan SARIKAYA
Direk Tehdit!
Saadettin BAYÇELEBİ
Sessiz Gemi
Yaşar BAŞ
Ormanlar Yanıyor Birileri Saçlarını Tarıyor!
Mahmut KURU
Aşk, Yine Aşk… Yine Aşk!
Ayhan GONCA
Fetö'den kurtulmanın tek yolu...
Hanife OKUTAN
Narsist Sapkının Kurbanı Olmayın
Hülya Bulut
Samsunlu Olmak Mı Samsun’da Yaşamak Mı?
Bukrenur YILMAZ
Keşkenin Halet-i Ruhiyesi
M. Burhan HEDBİ
Emekçinin elini öpen peygamber!
Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN
Nasıl Ayağa Kalkarız!
Pınar HOLT
Kendini yeniden keşfet!
Ayhan ENGİN
Hazinemiz Ahlakımızdır…
Ahmet Kubilay
Ayvaz İnsan
Cuma YILDIZ
Cambridge’e Giden Aşk
Ahmet ÖZTÜRK
Hadi Türkiye, Dolar Düşüyor
Dursun Ali Tökel
Cinnet Buğdayları
Savaş UYAR
Varlığından Haberdar Olmadığımız Hastalığımız: Safsata
Ümit Zeynep KAYABAŞ
Güven Zor Bir Duygudur…
Nur DİNÇKAN
Udhiyyeden Kurbiyyete
Suat ZOR
ABD, Adana Mutabakatı Ve Suriye İle Nihai Çözüm
Sonradan Gurme
Beyaz Ev’de Yemesek De Olurdu
Ahmet Fatih AKKAŞ
Ferman!
AKASYAMSPOR
Yıldırımcı mıyız, Uyanıkçı mıyız!
Züleyha TUNA
Mevsimler Ve Sen
Ali KAYIKÇI
“Güldürmeyin” Bizi, “Sayın Hâkimler!..”/9
Gülay ALPAGUT
Cennet berat belgesiyle değil amelle kazanılır!
Hamza ÇAKAR
Çocuk Savaşçılar
Alperen CARUS
İttifaklar ve HDP çıkmazı!
Selma MEDENİ
Ne Hacet Seni Anlatmaya
Ankara KULİSİ
Çiğdem Karaaslan Çevre Ve Şehircilik Bakanı Mı Olacak!
MÜNEKKİT
Seçim Sonuçlarını Nasıl Okumalıyız!
Sıddıka Zeynep BOZKUŞ
Zahideler /Teyzeler
Kevser KARSLIOĞLU
Yeme Problemi Olan Çocuklar İçin Çözüm Önerileri
Selçuk KAYA
Yazık oldu!
Ali Haydar YILMAZ
Eğitimde fırsat eşitliği gelecek bahara mı!
Bedia YILMAZ
Ben de varım!
Levent BİLGİ
Fehmi Koru, Said Nursi Ve Susmak
İhsan ZORLU
Paralel Devletin Eli Postmodern Anarşizm!
Esat BEŞER
Gerger Gençliğinin Bayrak Sevdası
Nurettin VEREN
Japonya’daki G20 Zirvesinde, FETÖ’nün Üniversiteleri Konuşuldu mu!
Mehmet FIRAT
İlim Ve İrfanla Geçen Bir Ömür: Şeyh Esad El Çokreşi
Ahmet BEREKET
ABD temsilciler meclisinin kararına bir Bozkurt nidası ile gecikmeden cevap verelim!
Ali Can AKKAYA
İnanır, Sabreder Ve Gereğini Yaparsanız…
Hüseyin YILMAZ
Diyanet’in Atatürk’le imtihanı!
Oktay GÜLER
Merhaba!
Halil KÖPRÜCÜOĞLU
İslamiyet ile Tıb arasında problem var mıdır!
Atilla YARGICI
Kur’an’da Korona Var Mı?
Rukiye AYDIN
2022'de Kendime Bazı Tavsiyeler!
Osman KÖSE
Ahıska Türkleri Sürgün, Özlem Ve Gözyaşı
Ruhugül ZİYADAN
Hayrı harabat edilen Bafra!
Ali KORKMAZ
Eksik Organ Sendromu
Yücel EMRAH
Ben Muhammed...
İbrahim Yusuf ŞAHİN
Parçadan Bütüne, Kolaydan Zora Karşılaştırmalı Bir Dil Öğretim Yöntemi
Ebru AÇIKGÖZ
Taşların Gizemli Dünyasından Hayatınıza Renk Katan Mozaik Sanatı
EnesTANIŞ
Taşın Dediği
Muhyiddin SÜLEYMANOĞLU
14 Şubat Sevgililer Günü Üzerine Kalbî Bir Muhasebe
Mesut KÖSEOĞLU
Daha Ne Denir!
ACZ ZARİFOĞLU
Kırlarda Çiçekler Artık Bensiz Açacak…!!!
Muhammet ÜSTÜNER
Yeni Türkiye Düzeni
Meryem YİĞİT
Gitmek İsteyenler
İsmail OKUTAN
Gerçek Dostluğa Dair
Tolga TURAN
Maskın Ustası Özgür Maskeler
Bozkır KURDU
LÜTFEN BENİ CİDDİYYE ALMAYIN
Gülşen KILINÇER
Yeşilin Ormanına, Yatayına, Dikeyine, Her Türlüsüne Karşı Bunlar!
İlknur ESKİOĞLU
Neydik ne olduk allah'ım!
Adem MUTLU
Engelleri Aşıp Hedefe Ulaşmak!
Zelal ALPASLAN
İnsan Terazisi
Ömer KARAMAN
Sevgili Öğrencim…!
Ümit AYDIN
Partilerin Kaderi Mahalle Başkanındadır!
Ahmet Doğan İLBEY
Kemalist Gençliğin Çanakkale Şehitliğinde “Kadeş” Rezaleti!
Önder GÜZELARSLAN
İsraf Bir İnsanlık Suçudur!
Mehmet ÖZÇELİK
Altılı masa aday belirleye dursun atı alan üsküdar'ı geçti!
Gülhanım CAN
Eti Senin Kemiği Benim
Levent ERTEKİN
Fakir Halkın Bağışladığı 350 Uçak
Okan KARAKUŞ
Osmanlı Devletinde Ramazan Gelenekleri
Gülay YILMAZ
Sus çarpılırsın!
Bahar ARSLAN
Hakikati Algımıza Taşıyan Beden
Feyza Nur DİLEKCAN
SAÇMALAMA (!), SAÇMALIYORSUN (!), SAÇMA (!)
MEHMET ERBİL
Keşke bir mayıs bayram olsa!
Kürşat Şahin YILDIRIMER
Hücum Terapisi :Hayatın Anlamı ve Her İnsanın Kendine Sorduğu Soru
Sema KOCA
Rahmetini Umarak
Celal TÜRK
EKONOMİK KeRİZ
İbrahim Erdem KARABULUT
Her gün durmadan küfrediyorum!
Betül Özer BÖLÜK
Kelimelerin Şaşırtıcı Etkisi
İlknur GENÇOĞLU YILDIRIM
7'den 70'e Herkese İzciliği Sevdiren Işıltan Uşaklıgil Öğretmen
Muhammed Veysel AKKAYA
Allah’ın Seçkin Kulu Olmanın İşareti Kur’ân-I Kerîm’e Gönülden Kulak Vermektir
Edanur İSMAİL
Dünyada Neyi Değiştirmek İstersin
Nazile ŞANAL
Yol Ve Yer Arayanlara Ya Fettah
Prof. Dr. İnanç Özgen
Arazi Parçalılığı
Zehranur Yılmaz KAHYAOĞULLARI
Ulu çınarım, babam...
SAVAŞ YILMAZ
Her Nasip Vaktini Bekler, Vakit İse Yaradanı
MEHMET YILDIZ
Beterin beteri var…..!
Seyfullah YİĞİT
Buhara Bizi Çağırıyor… (-1-)