Analiz
Giriş Tarihi : 28-11-2019 11:04   Güncelleme : 28-11-2019 11:04

Soru Ve Cevaplarıyla İstanbul Sözleşmesi!

Soru Ve Cevaplarıyla İstanbul Sözleşmesi!

1.Toplumsal cinsiyet kavramı daha eski metinlerde de yok muydu? Neden bu sözleşme hedef gösteriliyor?

BM Genel Kurulu tarafından 18 Aralık 1979 tarihinde kabul edilen ve 1986 yılında ülkemizde yürürlüğe giren “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Sözleşme (CEDAW)” ve 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalanarak 2014 yılında ülkemizde yürürlüğe giren “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi)” uluslararası alanda kadın haklarını düzenleyen belgelerin en önemlileri olarak kabul edilir. CEDAW kadınlar ve erkeklerin haklar bakımından eşitliğine odaklanan bir metindir, metnin genelinde “hak eşitliği” vurgusu hâkimdir. Bununla birlikte CEDAW erkekler ile kadınların basmakalıp rollere sahip oldukları düşüncesine dayanan bütün önyargılar ve gelenekler ile her türlü uygulamayı tasfiye etmek amacıyla erkeklerin ve kadınların sosyal ve kültürel davranış tarzlarını değiştirmeyi de amaçlayarak, ayrımcılığın sadece yasal yönlerine değil aynı zamanda kültürel boyutlarına da vurgu yapmaktadır (Madde 5).

CEDAW’a dayalı olarak iç hukukta çeşitli düzenlemeler yapılmış ve bunlar paradigma değişikliği olarak değerlendirilmiştir.[3] İstanbul Sözleşmesi ise bu noktayı daha ileriye taşıyarak, kadın-erkek ilişkilerini cinsel kimliğin toplumsal kurgulanışı olarak feminist literatürde kendine yer bulan toplumsal cinsiyet (gender) kavramı çerçevesinde ele almıştır. Literatürde oldukça tartışmalı olan toplumsal cinsiyet kavramı ilk defa İstanbul Sözleşmesi ile uluslararası norm haline gelmiş ve tanımlanmıştır. İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddeti toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine dayandırarak önlemeyi amaçlamaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramının ilk dillendirildiği yıllardan beri kullanım alanı giderek genişlemiş, ülkemizde çıkan yeni kimliklerde “cinsiyet” kelimesinin İngilizcesi “sex (biyolojik cinsiyet)“ yerine “gender (toplumsal cinsiyet)” kavramı ile karşılanmıştır.

2.Cinsel yönelim kavramı daha eski metinlerde de yok muydu?

Neden bu sözleşme hedef gösteriliyor?

Yeni Anayasa yapılması çağrısı süreçlerinde LGBTİ+ hareketler kendi anayasal talepleri doğrultusunda örgütlenmişlerdir. Bu örgütler özetle, Anayasa’nın 10. maddesine “cinsiyet kimliği” ve “cinsel yönelim” ibarelerinin eklenmesini, Anayasa’daki “genel ahlak”, “kamu düzeni”, “adap”, “milli değer” gibi muğlak ve görece ifadelerin çıkarılmasını, temel hak ve özgürlükler konusunda uluslararası sözleşmelerin esas alınmasını talep etmişlerdir. Yürütülen yoğun çalışmalara rağmen bu taleplerine olumlu karşılık alamamışlardır. Fakat Anayasa çalışmalarında elde edemedikleri bu kazanımlardan biri olan cinsel yönelim ve cinsel kimlik ifadeleri İstanbul Sözleşmesi Temel Haklar, Eşitlik ve Ayrım Gözetmeme Maddesi, 3. bendinde yer alarak Anayasa üstü bir pozisyonda kendine yer bulmuştur.

Sözleşme hükümlerinde cinsel yönelim ve cinsel kimliğe yönelik ayrım yapılmaması adına, bu olgular legallik elde etmiştir. Türkiye’nin imzacısı olduğu CEDAW dahil, daha önceki uluslararası metinlerde bu kavramlar geçmemektedir. İstanbul Sözleşmesi, toplumsal cinsiyet ile birlikte cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği kategorilerini doğrudan metninde içeren ilk uluslararası sözleşmedir.

Sözleşmeye göre iç hukukun da sözleşme ile uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir. 2017 yılında Türkiye’nin GREVIO’ya sunacağı ilk raporuna ilişkin İstanbul Sözleşmesi Türkiye İzleme Platformu Üyeleri’nin oluşturduğu Gölge Rapor, Kaos GL Derneği’nin de dahil olduğu 8 sivil toplum örgütü tarafından yazılmış, platform üyesi 81 kadın ve LGBTIQ örgütü tarafından imzalanmıştır.

Bu raporda İstanbul Sözleşmesi Temel Haklar, Eşitlik ve Ayrım Gözetmeme Maddesi’ne ilişkin olarak cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin Anayasa’nın 10. maddesine ayrımcılık

yapılamayacak koşullar olarak açık bir şekilde eklenmesi önerilmektedir. Ayrıca bu gölge raporda engelli kadınlara ve LGBTİQ’lara yönelik 2 özel bölüm ayrılmıştır.

3.Yasalar mı topluma yön verir, toplum mu yasalara? Öncelenmesi gereken yasal dönüşüm müdür, toplumsal dönüşüm mü?

Yasalar toplumun ihtiyaçlarını, taleplerini karşılar ve toplumdaki değişimi yansıtır. Ancak Türkiye’de Tanzimat’la birlikte Batılılaşma çabaları yasalar aracılığıyla sağlanmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de yasalar modernleşme projesi çerçevesinde toplumu dönüştürmenin en güçlü aracı olarak uygulana gelmiştir. Bugün de AB’ye üye olma misyonuyla toplumun yasalar aracılığıyla dönüştürülme süreci devam etmektedir.

Yasalar sadece adli vakalarda devreye girmekle kalmayıp; aynı zamanda neyin suç olup, neyin olmadığını, bir başka ifadeyle neyin norm olup, neyin olmadığını da belirleme gücüne sahiptir. Özellikle uluslararası sözleşmeler üzerinden sadece yerel değil, “evrensel” normlar sunulmakta, bu konuda Batı kültür ve medeniyeti referans alınmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddet konusunda en geniş tanımlardan birini yaparak neyin şiddet olup, neyin olmadığını belirlemekte; sadece şiddet failini cezalandırma hususunda değil; önleme, koruma ve politika geliştirme konularında da toplumsal cinsiyet perspektifini kullanmaktadır. Böylece yasa üzerinden toplumsal dönüşüm sağlanmakta, kadın-erkek ilişkileri yeniden dizayn edilmektedir. Kadınla erkekle aileyle ilgili sözde “evrensel standartlar” oluşturmanın ne kadar mümkün olduğunun sorgulanması, olumlu ve olumsuz yanlarının değerlendirilmesi gerekmektedir.

Aynı zamanda bu perspektife dayalı savunuculuk faaliyetleri için ilgili örgütlere önemli mekanizmalar sunmaktadır (Madde 9). Sözleşmedeki temel perspektif toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifidir. Buna dayalı olarak, Önleme (Bölüm 3) başlığı altında öğrencilerin gelişen kapasitesine uygun olarak kadın-erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara ilişkin öğretim malzemelerinin resmi müfredat içerisine ve eğitimin her seviyesine eklenmesi (Madde 14/1); bu ilkelerin resmi eğitim dışındaki faaliyetlerinin yanı sıra, sporda, boş zaman ve kültür

faaliyetlerinde ve medyada desteklenmesi amacıyla gerekli adımların atılması (Madde 14/2) ödevi verilmektedir. Benzer maddeler yasalar üzerinden toplumsal dönüşümlerin hedeflendiğini göstermektedir.

4.Sözleşmeyi, sözleşmede geçen kavramları kendi değerlerimize göre yorumlayamaz veya revize edemez miyiz? Sadece olumlu maddelerini alamaz mıyız?

Sözleşmede ele alınan temel kavramlar kadınlara yönelik şiddet, ev içi şiddet, toplumsal cinsiyet, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddettir. Bu kavramlar sözleşmenin 3. maddesinde tanımlanmıştır. Metinde kavramların geçtiği her yer bu tanımlara işaret etmektedir. Dolayısıyla bu ifadelerin farklı değerler paradigmasıyla tanımlanması/yorumlanması mümkün gözükmemektedir.

Sözleşmenin tanımlar bölümüne çekince koyulamamaktadır. Bu nedenle bu kısmın revize edilmesi de mümkün değildir. Ayrıca bu kavramlar belirli değerler sisteminin ürünüdür. Kadın-erkek karşıtlığı üzerine kurulu olan bu sistemin kendine has felsefesi, sosyolojisi, ideolojisi bulunmaktadır. Bu arka plandan bağımsız olarak ele alınıp değerlendirilmesi yanlış ve eksik olacaktır.

Bu soruyu soranların öncelikle “Toplumsal cinsiyet kavramını, toplumsal cinsiyet kimliği kavramını ve cinsel yönelim kavramını kendi değerlerimize uygun nasıl yorumlayacağız?” sorusuna cevap vermeleri gerekmektedir. Bu kavramların hepsinin, Avrupa Konseyi tarafından operasyonel tanımları yapılmıştır. Şunun anlaşılması gerekir: Bu sözleşme bir Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir ve kavramların tanımları da Avrupa konseyi tarafından yapılmıştır. Bu kavramlar Avrupa Konseyi’nin 2010’da aldığı tavsiye karar metninde  ve bu kavramlara yönelik özel olarak açtığı internet sitesinde (SOGI: Sexual Orientation and Gender Identity)[10] verilmektedir.

Sözleşme toplamda 81 maddeden oluşmaktadır. Bu maddelerden sadece 7 maddenin (Madde 30, 33, 34, 44, 55, 58, 59) çeşitli bentlerine çekince konabilmekte, bunların dışında sözleşmenin herhangi bir hükmüne ilişkin çekince öne sürülememektedir (Madde 78-Çekinceler).

Çekince koyulabilecek maddeler sözleşmede tartışma konusu edilen kritik maddeler değildir. Sözleşmede bir revizyon yapılması sadece bu maddelere çekince koymak suretiyle mümkün olabilecektir. Dolayısıyla sözleşmenin tashih edilmesi, bazı maddelerinin yeniden düzenlenmesi, değiştirilmesi ya da çıkarılması hukuken mümkün değildir. Yapılacak yeni düzenlemeler İstanbul Sözleşmesi’nden ziyade kendi hukukumuz olmuş olacaktır.

Diğer taraftan Anayasa’nın 90. maddesine göre iç hukukun uluslararası sözleşmelere aykırı olması mümkün değildir. İç hukuk ve sözleşme maddeleri çatıştığında, sözleşme maddeleri esas alınmaktadır. Bu da İstanbul Sözleşmesi gibi insanımızı tanımlayan uluslararası sözleşmeler durdukça kendi değerlerimize dayalı bir iç hukuk yapılmasının mümkün olmadığını göstermektedir.

Madde 80 ise fesih konusuna ilişkindir. Bu maddeye göre her taraf istediği zaman Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapacağı bir bildirimle bu sözleşmeyi fesihedebilir. Bu tür fesihler bildirimin Genel Sekreter tarafından alınmasından sonraki üç aylık sürenin sonunu izleyen ayın ilk gününde yürürlüğe girer.

5.Metinde İslam dünyasında ve geleneğimizde var olan bazı sorunlar ile ilgili doğru tespitler de var. Bunları yok sayabilir miyiz?

İslam dünyasının yaşadığı ekonomik, sosyal ya da siyasi krizler o toplumların Batılı hegemonik güçler tarafından kontrol altına alınıp, bağımlı hale getirilmesi için önemli bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Türkiye bu konuda acı deneyimler yaşamış bir ülkedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “yardım” adı altında, ekonomisi, askeriyesi, eğitimi ABD’ye bağımlı hale getirilmiştir. Türkiye bugün hâlâ 1945 sonrası kurulan bu bağımlılık ilişkisinin bedellerini ödemeye devam etmektedir.

Türkiye’nin bunca tecrübeden sonra kendi sorunlarını çözmek için hâlâ Batı’dan gelecek mevzuata bel bağlaması mahcubiyet vericidir. Diğer  taraftan, Sözleşme doğu dünyasına dair kimi sorunları gündeme getirirken, kendi medeniyetine ilişkin problemleri gündem etmemektedir. Avrupa ülkelerinde cinsel deneyim yaşı ülkemize göre çok erkendir. Fransa, Hırvatistan, Çekya, Danimarka, Yunanistan, Polonya, Romanya, Slovakya,

Slovenya ve İsveç’te cinsel rıza yaşı mevcut yasalara göre 15 iken; Avusturya, Bulgaristan, Estonya, Almanya, Macaristan, İtalya ve Portekiz’de ise 14’tür. Son olarak 2018’de Belçika’da da cinsel rıza yaşı 14’e indirilmiştir. Buna gerekçe olarak da günün gereklerine uygunluk gösterilmiştir. Günün gerekleri ifadesinin hangi kültür ve değer dünyasına göre şekillendiği tartışılması gereken bir durumdur.

Avrupa ülkelerinin pek çoğunda ergenlerin üçte biri 15 yaşından önce cinsel ilişki yaşamaktadır. İsveç, Danimarka, Fransa, Finlandiya’da ergen gebeliklerinin %60’dan fazlası kürtajla sonlanmaktadır. Bu ülkelerde erken cinselleşmenin önlenmesinden ziyade gebeliğin ve cinsel yolla bulaşan hastalıkların önlenmesi çalışmaları ön plandadır.

Batı kendi geleneğinden kaynaklı bu durumları sorun olarak görmemektedir. Batılı cinsellik normları hiçbir eleştiriye tabi tutulmamakta, bunların dönüşümü için çaba harcanmamaktadır. Sözleşmede çiftlerin birbirini aldatmasına da değinilmemiş, aldatma bir şiddet türü olarak ele  alınmamıştır. Bu ve benzeri durumlar sözleşmenin oryantalist bakışını yansıtmaktadır.

Sözleşme neyin sorun olup neyin sorun olmadığını Batılı değerlere ve kavramsal sisteme dayanarak yapmaktadır. Bu bakımdan sözleşmeye göre neyin “sorun” olduğu çok açık değildir. “Örf”, “adet”, “gelenek” derken ne kastedilmektedir? Örfe ya da geleneğe dayalı ve pozitif olan bir uygulama Batılı normlar tarafından “şiddet” kapsamına sokulabilmektedir. Örneğin evlilikte anne-babanın kız-erkek ilişkileriyle ilgili koyduğu sınırlamalar seküler standartlara göre şiddet olarak tanımlanabilmektedir.

Din kavramı ise ayrıca değerlendirilmelidir. Bu noktada dinin kendisi mi, dinin kimi yorumları mı sorunlu görülmektedir? Bunu kim nasıl belirleyecektir? Yine sözleşmede geçen “sözde namus” kavramıyla namus kavramı tahfif edilmektedir (Madde 12/5). Sözleşme’den anlaşıldığı kadarıyla namus ve din olgularının kendisi sorunlu görülmektedir.

6.Sözleşmede aile ve karı-koca kavramları yerine partner-ev kavramlarının geçmesi sorun mudur?

Sözleşmenin orijinal metninin adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin (Domestic Violence) Önlenmesi” iken, bu ifade Türkçe’ye “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddet” olarak çevrilmiştir. Sözleşmenin orijinalinde aile vurgusu yoktur. Yine sözleşme karı-koca ilişkisini partner kavramı içerisinde ele almıştır. Partner kelimesi her türlü cinsel ilişkiyi içinde toplamaktadır.

Burada ilişkinin koşulları (evlilik içi-evlilik dışı olması, kadın-erkek arasında veya eşcinsel biçimde olması vb.) önemsizleşmektedir. Bu ifadeler kadın-erkek ilişkilerine ilişkin bakış açılarının anlaşılması adına önemlidir. Müslüman toplumla Batı toplumunu ters düşüren farklılıkların en önemlisi olarak aileyi ve cinsel pratikleri gören Batılı uzmanlar vardır. Müslümanların cinsiyet ve cinselliğe olan yaklaşımlarının farklılığı Müslüman topluluklarının asimile edilmesinin önünde engel olarak görülmektedir.

Uluslararası sözleşmeler ise bu farklılıkları önemsizleştirerek, ortadan kaldırmakta, yerine Batılı kültürel kodları yerleştirmektedir. Sözleşmede kullanılan kavramlar, sunulan anlamsal çerçeve, feminizmin beden ve cinsellik siyasetini sunmakta; aile, karı-koca gibi vurgular yapılmamaktadır.

Sözleşme bu haliyle bir toplumun “hukuk” aracılığıyla sömürgeleştirilmesi, işgal edilmesi anlamına gelmektedir.

7.Sözleşme iptal edilirse kadına yönelik şiddet daha da artar mı?

Sözleşme kadına yönelik şiddeti, toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifine dayalı olarak önleyeceğini iddia etmektedir. Sözleşmede bunun dışında şiddetle ilişkili olan diğer risk faktörlerine değinilmemektedir. Ülkemizde İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmaya başladığı 2014 yılından itibaren kadına yönelik şiddetin azaldığını ortaya koyan bir istatistik yoktur. Uygulanan toplumsal cinsiyet temelli politikalar bu politikaların en iyi uygulandığı ülkelerde de sonuç vermemiştir. Bianet haber sitesinin tuttuğu kadın cinayetleri çetelesine göre 2010’da 217 kadın cinayeti işlenirken;[16] 2014’te 281, 2015’te 284, 2016’da 261, 2017’de 290, 2018’de en az 255 kadın cinayeti işlenmiştir.[17] CHP 2018 yılı kadın cinayetleri raporuna göre ise 2016’da 366, 2017’de 409 ve 2018’de 439 kadın cinayeti işlenmiştir. Bu rapora göre 2003 yılındaki kadın cinayeti sayısı ise 83’tür. 2003 yılı ile 2018 yılı kıyaslandığında arada %429’luk bir artış söz konusudur.[18] Şiddet oranlarında düşüşten ziyade yıllar içerisinde artış gözükmektedir. Sözleşme ve yaslandığı paradigmanın şiddeti önlemedeki yetersizliği ortadadır. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi iptal edilirse kadına yönelik şiddet daha da artar mı sorusuna veriler oldukça açık cevap vermektedir. Sözleşme bu haliyle de hedefine ulaşmış gözükmemektedir.

Bu noktada feminist örgütler Sözleşme’nin uygulanmadığı ya da yeteri kadar uygulanmadığı argümanını öne sürmektedir. Bu argümanın Türkiye için doğruluğu ayrıca tartışma konusu olmakla birlikte, Sözleşme’nin çözüm önerisi olarak sunduğu toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini en iyi uygulayan ülkelerdeki yüksek şiddet oranları da İstanbul Sözleşmesi’nin şiddeti önlemekteki başarısızlığını ortaya koymaktadır.

Şiddeti etkili bir şekilde önlemede yeni bir bakış açısına ihtiyaç vardır.

8.İstanbul Sözleşmesi günah keçisi mi ilan ediliyor? Sözleşme iptal edilince sorunlar çözülecek mi?

Anayasa’nın 41. maddesinde Türk toplumunun temeli olarak ele alınan ailede köklü değişimlerin olduğu açıktır. TÜİK’in her yıl yayınladığı istatistiklere göre evlenme oranları düşmekte, boşanma oranları artmakta, ilk evlenme yaşı yükselmektedir.

Modernitenin en çok etkilediği kurumların başında ailenin geldiğini söylemek mümkündür. Geleneksel olana karşıt olarak konumlanan modernitenin oluşturduğu “bireyci” ve “özgür” vurgusuyla şekillenen insandaki “ben kimliği” diğer kimliklerin önüne geçmiştir. Bu durumda ortak değerler, sorumluluklar, tavizlerle şekillenen aile kurumundaki çözülme kaçınılmaz olmuştur. Özellikle 1960’larda belirginlik kazanan cinsel devrim ile birlikte cinselliğin evliliğe, tek eşliliğe, heteroseksüelliğe ve üremeye indirgenmesine yönelik bir karşı çıkış başlamıştır. Feminizmin de temel argümanlarından olan bu söylemler git gide politik arenada kendine yer edinmeye başlamış ve 1980’lerden itibaren feminist argümanların uluslararası belgelerde yer aldığı görülmüştür.

Feminizmin talep ve önerileriyle aile kurumunun doğası arasında bir karşıtlık olduğu açıktır.

Görüldüğü gibi yıllara uzanan aşamalı bir süreç söz konusudur. İstanbul Sözleşmesi ise bu sürecin en son somut adımıdır. Aileyi korumak üzerine girişilen mücadelenin çok yönlü yürütülmesi gerekmektedir. Sadece politik metinlere odaklanmak yeterli olmadığı gibi, politik metinlerin inşa edici etkisini görmezden gelmek de kafayı kuma gömmek olacaktır.

9.Sözleşmeye karşı çıkanlar kadına şiddeti mi savunuyor?

Bu argümanın bir manipülasyon olduğu açıktır. Türkiye bu manipülasyonu Kürt meselesinde de yaşamaktadır. Nasıl ki PKK’ya karşı çıkmak Kürt varlığına karşı çıkmak anlamına gelmiyorsa, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkmak da kadına şiddetin önlenmesine karşı çıkmak anlamına gelmez.

Diğer taraftan Sözleşmenin hali hazırda kadınları şiddetten koruyamadığı da göz önüne alındığında böyle bir çıkarım mantıksal açıdan da hatalıdır.

Sözleşmeye karşı çıkmak aileyi, kadın-erkek ilişkisindeki karşılıklı sorumlulukları sorunsallaştıran bakış açısına karşı çıkmak, kadını ailenin baskısından kurtararak özgürleştirme yaklaşımına tepki göstermek demektir. Bununla birlikte sözleşme ve sonuçları sadece kadınları bağlamamakta, aile ile olan ilişkisi bağlamında erkekleri, çocukları, kısacası tüm toplumu etkilemektedir. Yasaların aile değerlerini, kadının haklarını, erkeğin haklarını ve de çocukların hakkını koruyup gözetecek şekilde oluşturulması gerekmektedir. Aile bireylerinin şiddetten korunması, buna yönelik önleyici tedbirler alınması aile yapısını da güçlendirecektir.

10.Türkiye niçin kadın ve aileye İlişkin kendi hukukunu yapmak yerine Avrupa’dan hukuk ithal ediyor?

Asıl sorulması ve tartışılması gereken soru budur. Türkiye niçin kendi insanını Batılı normlara ve standartlara göre şekillendirmeye çalışmaktadır? Sorunlarımızın hem teşhisini hem de tedavisini niçin Avrupa’dan ithal edilen ideolojilerle ve kavramsal yapılarla tanımlıyoruz? Türkiye’de son yıllarda en çok kullanılan kavramlardan biri “yerli ve milli” kavramıdır. Kadını, erkeği, çocuğu; kısacası insanı ithal Batılı kavramlarla tanımlayıp, şekillendirdikten sonra yerli ve milli makine üretmenin ne faydası olacaktır, dahası bu mümkün olacak mıdır? Batının ürettiği kavramların uluslararası ve evrensel olduğuna kim karar veriyor?

Bugün herkes kolonyalist projelerin “uluslararası” kavramının ardına gizlenerek yürütüldüğünü bilmektedir.

Türkiye asıl soruyu sormaktan, asıl sorunu konuşmaktan kaçınmamalıdır. İstanbul Sözleşmesi’ni fesh etmekten kaçınmak, Türkiye’nin kadına şiddet sorununu kendi tarihine, medeniyetine ve değerlerine dayanarak çözemeyeceğinin bir itirafı anlamına gelmektedir. Türkiye’nin bu sorunu önlemeye dönük mevzuat üretecek kendi hukukçusu, akademisyeni, ilahiyatçısı, entelektüeli yok mudur? Türkiye’nin asıl bu soruya cevap vermesi gerekmektedir.

adminadmin