Kurban Bayramı'nın birinci günü, şehir dışından bir misafirimiz var...
Ağır misafir.
Önce oturup, berbat çayını üç liraya –rakamla 3 lira- satan Paradise'da çay içiyoruz.
Verdiğimiz paraya acıyarak...
Sonra? Sonra misafir, "size yemek ısmarlayacağım" diyor.
Çiftlik'te nöbetçi lokanta, Beyaz Ev'in caddenin ortasına doğru olan şubesi.
Yani el mecbur oraya gidiyoruz. İçerisi askeri nizam, dip dibe.
Terbiyeyi aşmayayım, dip dibeden siz anlayın beni...
Yani bir misafir bekliyorduk, bayramda gelmedi, eğer gelseydi, o masalara oturması mümkün değildi.
O dar ortamda, helânın önüne düştük, koku yok, yine de helâ önü...
Garsonlar balık hafızalı. Üç iskender söylüyoruz. Birimiz, diyor ki "yanına pilav koyma, patates cipsini biraz fazla koy". O arkadaşın iskenderi pilavsız ve cipssiz geliyor. Hatırlatıldığında kurnaz garson "cips bitti" diyor, e, güzel bahane. İnsan buna gülemez bile yav...
Neyse, artık beni tanıdınız, iskender lavaşla gelirse ayar olurum. Ve iskenderler lavaşlı. Çocuğa, yani garsona, "pide yok muydu?" diyorum; "pide var ya abi" diyor... "Yok" diyorum, “tırnak pide yok mu?". Çocuğun tepkisi; "tırnak?..." Bilmiyor yani...
Caddenin nöbetçi lokantası ya et berbat. Terbiye edildiği tüm malzeme, acele şişe getirildiğinden/geçirildiğinden etin üzerinde duruyor; sarmısağın/sarımsağın kokusu burnumuzun direğini sızlatıyor. Et sinirli, yani öfkeli anlamında değil, sinirleri içinde. Çiğ ve sakız gibi...
Yedik çıktık, parasını ödedik. Çıkarken baktık, cips vardı; garson kurnazmış. Keşke zeki olsaydı...
"hediye atın dişine bakılmaz" mantığıyla aksilik etmedim. Fakat ısmarlayan arkadaş da şikayetçiydi; ısmarladığı yemeğin bu kadar berbat olmasına üzüldü, bizden özür diledi. Yani "yemesek de olurdu!"...