Genç adam bugün hiç olmadığı kadar can sıkıntısından ruhu bedenine sığmıyordu. Şöyle mahalleden amaçsız bir şekilde uzaklaşmak istiyordu. Her taraf yemyeşildi ve çay kokuyordu Karadeniz. Yürüdükçe yakınlaşıyordu uzaklar ve Aslan tepesi onu kendisine çekiyordu. Güneşin nazlı bakışları gözleri kamaştırıyordu oysaki birazdan güneş tepelerden son kez çehresini gösterip kızıl renkler tepenin kahve rengi tonuyla mükemmel bir ambiyans oluşturacaktı. Serin ilkbahar rüzgarı genç kızların lüleli saçlarından hafifçe ovaya doğru süzülecek, genç adam sağ taraftan gelen reyhan kokusunun büyüsünden kendinden geçip istem dışı ayakları onu çadırlara doğru sürükleyecekti.
Mevsimlik işçiler bu sene erkenden Karadeniz’e gelmişlerdi. Emine henüz 16 yaşında ceylan yavrusu gibi bir kız idi. Hafif esmer tenli, çıplak ayakları ile sanki düğün konseptine topuklu ayakkabı ile giden fidan boylu, ince belli, saçları ise simsiyah zifiri karanlıktan bir geceydi. Genç adam kızdan bihaber gelen kokuya doğru yürüyordu. Yürürken de kalbinden bir heyecan, sanki biraz sonra reyhan çiçeği değil de Emine’yi göreceğini hissediyor gibiydi. Oysa genç adam şimdiye kadar hiç aşık da olmamıştı. Bu aşk duygusu olamazdı. Olsa bile genç adam bunu anlayamazdı.
Henüz on yaşındaydı annesinin yokluğu ile tanışalı ve o günden beri hep kendi tarardı saçlarını. Babasının annesiydi o çünkü babaannesinin kopyasıydı. Babası onu bir başka severdi. Dört kardeşli bir ailenin ikinci çocuğu ve tek kızıydı. Ne zaman saçlarını tararsa bir dal reyhan çiçeği koparıp saçlarının arasına sıkıştırırdı. Köylü kızların Reyhanlı Emine’si idi. O gelmeden kokusu gelirdi gittiği yere. Ama bugün gelen değil geldirten olmuştu.
Genç adam yaklaştıkça çadırlardaki yaşam daha da netleşiyordu gözlerinde. Burayı kamp yeri zannediyordu. Gurbet elden böyle öğrenmişti. Oysa sahillerde kurulurdu çadırlar ve gençler muhakkak ellerinde gitarlar, kızlar ise şarkılar ve danslar ile sabahlardı. Oysa burada vakit gündüz. Şarkı söyleyen ve dans eden kızlar da yok sahil de. Tepenin eteğinde kurulmuş dokuz-on çadırlı ev. Biri büyükçeydi. Çünkü o, elçinin ve de reyhan kokan kızın eviydi.
Çocuklar çalı çırpı topluyorlardı. Emine ise saçları belinde ağaç kovuğunda akan suyun başında matarasını dolduruyordu. Genç adam yaklaştıkça sahnenin bir parçası oluyordu. Ve varlığında haberi olmadığı var olan bir gerçeklikle tanışıyordu. Emine’nin dünyası; saf ve kendi gibi gizemli.
Gır gır gır motor sesi ve peşinde koşan çocuklar. Römorkun içinde sabahtan belleri çalışmaktan kamburlaşmış, elleri çayların yapraklarından daha da yeşil olmuş işçiler bir an önce kendilerini çadırlarına atıp günün yorgunluğundan kurtulma telaşındaydılar. Küçük çocuklar özlemle ailelerine sarılıp hasret giderdiler. Hacer römorkun en arka köşesinde yırtık bir hasırın altında çocuğunu emziriyordu.
Genç adam Emine’nin gizemli dünyasına giremeden sahnenin diğer tarafında olanları izlemekle yetindi. Emine ise her şeyin merkezinde ama her şeyden uzaktı. Bir yandan varlığından bihaber genç adam diğer yanda Topal Nusret.
Topal Nusret henüz on yedi yaşında hafif kısa boylu, kıvırcık saçlı, esmer tenli, zayıf bir çocuk. Kalbinin en ince derinliklerinin aşkını ilmik ilmik yüreğine kazıdığı Emine’sinin kuzeni. Emine ise aşktan uzak vicdan azabıyla bir ömrü kendisiyle beraber çürütmeye söz verdiği bu adamı hangi duyguyla bağrına basacağının muhasebesinin karmaşasından bir türlü çıkamıyor. Bazen bir uçurumun kenarında kendisini bekleyen ele, avuçlarını koyup özgürlüğe kavuşmak istiyor bazen de sebep olduğu bir hayatın hayatında kalmaya mecbur oluyor.
Emine ve Nusret yaşları küçük olmalarına rağmen Nusret’in korumalığında her gün okula beraber gidip geliyorlardı. Yine bir gün okuldan dönerken Emine’ye verdiği söz aklına geldi. Bugün sözünü tutma vaktiydi ve köyün alt kısmında dereye doğru gidip Emine’nin çok sevdiği dede yadigarı incir ağacından doyasıya incir yiyeceklerdi. Koşa koşa dereye doğru inerken sırtlarındaki çantanın düşmesine ve babalarının kasabadan ikinci el olarak aldığı eski püskü kitapların yere yığılmasına hiç aldırmadan incir ağacına vardılar. Emine:
-Hadi bakalım kıvırcık Nusret en tepedeki inciri kopar da göreyim seni. Şimdi tam da kahramanlık yapıp Emine’sine erkekliğini gösterecekti. Çıplak ayaklarla ağaca tırmanmaya başladı bir akrep misali ağacın gövdesiyle dans edercesine yukarı çıkıyordu. İhtiyar ağaç aşkzadeyi çatlak gövdesinde taşımanın sevincine bir ihanet lekesini ekliyordu. Ağacın çatlak kovuklarında sinsice gizlenen yılanın sokumuyla çığlıklar eşliğinde ağacın en tepesinde yere çakıldı Nusret. Ve kader ile vicdan bugünden sonra başlayacaktı Emine için…
Feryatlar tüm köyü dereye çekmişti. Nusret, morarmış bacağı ve kan çanağına dönmüş gözleri ağlamaktan baygınlık geçirdi. Emine ise suçluluk ve Nusret’in acısının verdiği psikolojiyle sapsarı olup donakalmıştı. Tek bir kelime etmedi avazı çıktığı kadar bağırmaktan başka…
Doktorlar kıt kanat imkanlarla çare olamadılar Kıvırcık Nusret’e. Sadece bir iğne ve yıllarca göz önünde eriyen bir çocuk. Kıvırcık Nusret artık Topal Nusret olmuştu. Ne aksi ki Nusret’e topal lakabı da yine bir oyun esnasında Emine’nin:
-Artık topallamayı bırakıp şu topu atar mısın? Masumiyet cümlesinde doğdu. Tüm köylünün diline Topal Nusret dolandı.
Genç adam yabani olduğu bu insanların arasına girmeye doğru yürüyordu. Genç adamı ilk fark eden Emine’nin babası Hayrettin amca oldu.
-Gel hele bu yana yakışıklı oğlan. Senin olan bu topraklara neden yabancı gibi duruyorsun. Bu cümlelerle genç adama kendi varlığını fark ettirdi. Ve içine huzursuzluk veren duyguların etkisinden bir nebze de olsa kurtulup Hayrettin amcaya doğru ilerledi.
Saatlerdir gözlediği reyhan kokulu kadınla göz göze gelmenin heyecanı, ilk bakış ve ruhlarına serpiştirilen sevda tohumu. Büyülü bir his... Emine dikenler içinde ruhunu dizginlemeye çalışıyor. Alnında oluşan tomurcuk terlemeler arasında bir titremeyle hemen oradan uzaklaştı. Genç adam aynı dünyanın farklı gizeminde ruhuna ıstırap yağdıran bu sevdanın sarhoşluğunda sadece susup Hayrettin amcanın buyur ettiği hasıra oturdu.
Sohbet koyulaştıkça genç adam kendisine gelmeye ve yabancısı olduğu bu yaşama adapte olmaya başlıyordu. Emine’nin demlediği taze kaçak çaydan içiyordu. En başta kendisine acı gelse de bu çayın damağında bıraktığı lezzet ile Karadeniz’in miss gibi çayına inatçasına içtikçe içiyordu.
Saatler dakikalar misali hızlıca ilerliyordu gecenin üçü ve genç adam evinde uzaklarda bu sımsıcak insanların sofrasında. Bi ara Emine’nin hemen yanı başında oturduğunu saçlarında gelen o güzel kokuyla farkına vardı. Sanki yıllardır Emine ile tanışıyor gibiydi. İkisinin de kalbinde aşk saçılıyordu bir kelime dahi etmeden susan kalbin diliydi gözler ve bakışlar saatlerce her şeyi anlatıyordu. Emine şöyle diyordu mesela:
-Genç adam isterim ki senle bir ömür tek kelime etmeden adını dahi bilmeden omuzlarına başımı koyayım. Ama gel gör ki kalbimi avuçlarına alan Topal Nusret’in sevdasıyım. Ben ondan uzak olduğum kadar kalbindeyim. Uzaklaştıkça ona yaklaşanım. İstemedikçe vicdanımın esirip olup ona gitmekteyim. Keşke bugün gelmesiydin, bana bu gerçekliği hissettirmeseydin. Genç adam:
-Gidiyorum yarından tez, asla dolmayacak birkaç saattir ruhuma işlediğin bu sevdanın yeri. Uzaklarda da yaşarım ben seni. Aşk dediğin kavuşmak mı? Kim bilir Şeyh Galip gibi vuslatı mahşere bırakmaktır. Ellerim değmedi ellerine, adını bile kulaklarım işitmedi ama kalbim rabıtadır her daim gözlerine.
Ateşin savrulan dumanıyla gözler iyice kamaşıyordu. Herkes uyuyakalmıştı sadece genç adam ve Emine kalmıştı ateşin başında. Emine sönmesin diye arada bir ateşi harlıyordu elindeki değnekle. Genç adam Çarşamba türküsünü mırıldıyordu. Emine sulu gözlerle kulak kabartıyordu kalbine inen kelimeleri. Vicdan, acıma ve pişmanlık. Çıkmaz bir döngünün ortasında masum ve de yalnızdı.
Suskunluk, seher vaktiyle büyüsü bozulan gece. Hayrettin amca elinde ibrik ile çalıların arasına doğru gidiyordu, genç adam hayret veren bakışlarla öylece bakakaldı. Bu nasıl bir yaşam ki her şey ona aşina oysa her şeye yabancı.
İşçiler yarım saat içinde kahvaltı yapıp üst başlarını giyerek malzemelerle beraber römorkta yerini aldılar. Rutinleşmiş bir yaşamın sıradan bir sabahıydı. Ama genç adam hayatının en zor gecesinde olan sabahı yaşıyordu. Birazdan Emine’nin son kez bakışlarına şahitlik edecekti. Ya dönmeliydi asıl olan hayatına ya da yeni bir sayfa açmalıydı. Uçak saat birde aktarma ile Cambridge’e gidecek. Bir kıtadan bir kıtaya kalbine koyduğu bu aşkı taşıyacak. Emine ise köye dönüşlerinde ailelerin sözleştiği gibi Topal Nusret’e bir ömür zevce olacaktı. Hayrettin amca:
-Haydi genç adam yol üstü bırakıverelim köyüne. Zaten derman yok dizlerinde gecenin uykusuzluğu işlenmiş bedenine. Her şeyden habersiz olduğu gecenin gerçekliğine… Topal Nusret bir elinde makasla hızlıca römorka doğru koşuyor ve boşta kalan diğer eliyle genç adamın elinden tutarak sırıtan bir gülümsemeyle onu römorka doğru sürüklüyordu. Genç adam tanımadığı ama sevdasını mahşere sürükleyen adamın avuçlarına mahkum bırakılan ellerini çekemiyordu. Sanki vücudundan ruhu alınıyordu.
Traktör çukurlara gire çıka gidiyordu. Emine el sallıyordu kendisine el sallayanlara. Ama gözleri genç adamın gözlerindeydi, büyüsü bozulmamalıydı, sevda hüzün doluydu. İki damla yaş ile aşkı kalbine sır gibi saklamaya yemin etti.
Aşk hüzne bulandıysa ancak mahşerde vuslata erer…
Cuma Yıldız