Milli Eğitim Bakanı sayın Yusuf Tekin, İbni Haldun Üniversitesi 2023 - 2024 Akademik Yılı Açılış Töreni’ndeki sözleri ile Milli Eğitimde yeni bir çağın başlangıcında olduğumuzun müjdesini vermektedir:
"Milli bir maarif bilinciyle kendi eğitim modelimizi üretmenin vakti geldi.” Bakan Tekin, "Bizim modelimiz hem insani var oluşumuzun evrensel doğasına uygun, hem de ait olduğumuz geleneğin ve medeniyetin temel karakteristiğini taşıyan milli bir içerikle şekillenecektir."
Nedenini açıklayacağım.
Eğitim sistemimizin kuruluş yıllarından beri devam eden çok büyük ve önemli temel sorun şu:
Her şeyden önce eğitim sistemimizi millet olarak biz tasarlayıp kurmadık. Bize rağmen, bizim milletimiz için, bizim ülkemizde kurulmuş olan bu eğitim sisteminin, hem dünya görüşü, hem eğitim, insan ve bilim felsefeleri ile bizim tarih, kültür ve değerlerimizle çelişiyor. Hatta milletimizin değerleriyle ortak yönü bulunmuyor.
Ülkemizde son bir asırdır, hatta bir buçuk asra yakındır, her şeyiyle Batıya ait olan bir eğitim sistemi hâkim oldu. Bu eğitim sisteminin dünya görüşü, eğitim, insan ve bilim felsefeleri ile; vizyonu, müfredatı ve ders muhtevaları ve yöntemleri ile bizim bütün değerlerimizi dışlayan bir anlayışla kurulmuş bir sistemdi. Batılıların anlayışına göre kurulmuş bir yapıydı. Halen de aynı anlayış, yaklaşım ve yöntemlerle devam ediyor.
Dolayısıyla işte bu temel sorun, bugün eğitim sistemimizin en temel ve acil sorunudur. Bugün milletimiz için asıl beka sorunudur aslında.
Bu sorunlar ortada iken, bunları görmezden gelip, bu eğitim sistemini geliştirme/güçlendirme çalışmaları yapmak, daha çok destek vermek, sadece ve sadece bize rağmen, bizi değiştirmek, bozmak ve başkalaştırmak için kurulmuş olan bu sistemin daha da güçlenmesine, insanlarımızın inancı, tarihi, kültürü ve milletinden kopuk, gayr-i milli olarak yetişmesine yol açmaktadır. Geçen yıllar bu şekilde heba oldu. Bu temel sorun görülmediğinden şimdiye kadar yapılanlar, bizi değiştirmek, bozmak ve başkalaştırmak isteyenlerin işine yaradı.
Milli Eğitim sistemi kadar şekilsel yapbozlardan nasibini alan ve bakan ve bürokrat harcayan başka bir başka kurum var mı? Bakan kurumu öğrenip yeni bir şeyler yapmaya yeltendiğinde görevden alındı. Milli Eğitimi arkadan yöneten mekanizmayı kimse fark etmedi.
MEB’de müsteşarlığı sırasında Yusuf Tekin’in şu sözleri ile hatırlıyoruz:
“Türkiye’de eğitim sistemi Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren hiç değişmedi.”
Prof. Dr. Yusuf Tekin, ÖNDER İmam Hatipler Derneği tarafından düzenlenen İmam Hatipliler Kurultayı’nda şunları söylemişti:
“Türkiye’de eğitim sistemi, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren hiç değişmemiştir. Bunu çok iddialı olarak söylüyorum. Sadece eğitimde bu ana felsefeye ulaşmak için kullanılan araçlar üzerinde minimal değişiklikler yapılmış. Asıl ulaşılmak istenen sonuca, sistemi götürecek yolda ufak tefek değişiklikler yapılmıştır ve bu değişikliklerin hiçbiri eğitim sistemi değişikliği değildir; eğitim sistemi değişikliği olarak algılanamaz. Bugünlerde gene tartışıyoruz. Eğitim sistemi bir daha değişiyor. Ne değişecek, ben anlamıyorum. 8. sınıf ve 9. sınıf, 12 yıllık zorunlu eğitimin parçası. 7’den 8’e geçtiği gibi 8’den de 9’a geçecek çocuklar. Burada yapacağınız bir değişiklik, eğitim sisteminde bir değişiklik anlamına asla gelmez. TEOG teknik bir konu, basit bir konu.”
Bu söz esasen Bakan Tekin’in eğitimin asli sorununun, kök problemin farkında olduğunu gösteriyor ve çözümü tıkayan merkeziyetçi ve tekelci yapının kaldırılacağına dair ümitleri artırmaktadır.
Yerli ve Milli Model Önündeki Yasal Engeller
Yusuf Tekin Hoca’nın belirttiği tekelci yapının, yani Tevhidi Tedrisatın yasal dayanakları var. Türkiye’de eğitimde değişim teşebbüslerinin başarısız olmasının en önemli nedeni budur. Eğitimle ilgili önemli yasaların neredeyse tamamı olağanüstü dönemlerde çıkarılmıştır. Mesela, 1960 ihtilalinden sonra 1961 yılında İlköğretim ve Eğitim Kanunu, 1971 muhtırasından sonra 1973 yılında Milli Eğitim Temel Kanunu, 1980 ihtilalinden sonra 1981 yılında Yükseköğretim Kanunu çıkarıldı.
Eğitimde özgürlüğü kısıtlayan yasalara bakalım isterseniz. Anayasa’nın 174. maddesi ile koruma altına alınan 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu orada duruyor. Din eğitimini bile imkânsız hale getiren Anayasa’nın 24. Maddesi de orada yerinde duruyor.
Eğitimde çeşitliliği, sivilliği ve özgürlüğü imkânsız hale getiren Anayasa’nın 42. maddesi ve tüm bunlarla büyük bir uyum içinde hazırlandığı aşikâr olan 1739 Sayılı Mili Eğitim Temel Kanunu var. Bunlar yerli yerinde dururken Milli Eğitimden değişim beklemek hayal oluyor.
Tekrar edelim; Anayasa’nın 174. Maddesi ile koruma altına alınan 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, din eğitimini ikinci bir hali, farklı bir eğitim türünün imkânsız hale getiren Anayasa’nın 24. Maddesi, eğitimde çeşitliliği-sivilliği ve özgürlüğü imkânsız hale getiren Anayasa’nın 42. Maddesi ve tüm bunlarla büyük bir uyum içinde hazırlandığı aşikâr olan 1739 Sayılı Mili Eğitim Temel Kanunu…
İşte bu kanun maddeleri, mevcut eğitim uygulamalarının özgürlüğü kısıtlayan tekelci yapının yasal dayanakları olarak karşımıza çıkıyor.
Milli Eğitimdeki Son Düzenlemeler
Bakan Yusuf Tekin’in göreve gelmesi ile yeni düzenlemelere başlandı. Onlardan bazıları aşağıda yer alıyor.
Liselerde sınıf tekrarı, devamsızlık, açık öğretime geçiş ve okullarda cep telefonu kullanımına ilişkin düzenlemeler yapılmaktadır. Keza ilkokullarda sınavların kaldırılması da önemli bir adım görünüyor. İlkokul öğrencilerine gelişim düzeyleri, etkinliklere katılım gözlem formları, oyun temelli değerlendirmeler ve verilen görevleri yerine getirme performansına göre karne notu verilecek olması beklenen adımlar oldu.
Arkasından bugünlerde bir düzenleme haberi daha aldık: Habere göre; “Okul bazlı performans değerlendirme sistemine geçilerek düşük seviyede gelişim gösteren okulların okul gelişim düşüklüğünün nedeni analiz edilecek. Her öğrencinin akademik ve sosyal faaliyetlere ilişkin kaydının tutulduğu ve öğrenme sürecinin kademeler arasında izlenmesini sağlayan e-Öğrenci dosyası oluşturulacak.”
Milli Eğitim Karar Alıyor, “Paralel Müfredat” Önlüyor
Ankara’da yapılan bu değişiklikler sahaya/okullara ne kadar yansıyor? Daha açık bir ifade ile okullar MEB’in kararlarını uyguluyor mu?
Öyle bir şey olur mu dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ancak maalesef Ankara’da alınan kararlar büyük ölçüde sahaya yansımıyor.
Sebebini anlatacağım.
Bakanlığın son tedbirlerinın okullarda yankısına ve etkisine dair yakın çevremden başlayarak küçük bir araştırma yaptım. Sizler de bu basit araştırmayı yapabilirsiniz.
Öğretmenlerden aldığımız bilgileri şöyle özetleyeyim: Okullara Milli Eğitimin müfredatı değil, merkezi sınavların oluşturduğu ikinci bir “müfredat” hükmediyor. Buna “paralel müfredat” diyeceğiz. Bu yüzden MEB’in kendi müfredatı devre dışı kalıyor ve büyük ölçüde çalışmıyor. Çünkü mahalli yetkilileri ve aileler “paralel müfredatı” destekliyor. Okul idaresi bu baskıya dayanamıyor. Çünkü paralel müfredat ne öğretildiği değil, üniversiteye (ortaokullarda LGS’de) ne kadar öğrenci kazandırıldığı üzerine kurulmuş bir yapı. O yüzden normal müfredat, MEB’in programı, göz ardı ediliyor. Akıllı tahta var ama “akıllı kitapla” ders tekrarı ve test çözümünde kullanılıyor. Kitap ve yayınevi sahipleri, dershane ve özel öğretim kurs yetkilileri de bu müfredatın devamı için her türlü “çabayı” gösteriyorlar. Çünkü paralel müfredat müthiş bir rant ağı ve menfaat oluşturuyor.
Üniversiteye giriş sınavının konu ve kriterlerini MEB değil ÖSYM belirliyor. Bir iki başlılık var. Her ne kadar ortaokul ve liselerde müfredatı Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) belirlese de uygulama ve fiiliyatta öyle değil. Liseler için asıl müfredatı belirleyen kurum YÖK bünyesindeki Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi olmaktadır (ÖSYM).
Bu gerçeğin yıllardır yetkililerce fark edilememiş olması veya dikkate alınmaması pahalıya mal oldu. Geriye dönüp geçmişte başlatılan yeni müfredat, çoklu zeka, toplam kalite gibi projelerin yanında akıllı tahta, laptop ve bedava ders kitabı projelerinin amacına niçin ulaşmadığını sorguladığımızda karşımıza hep merkezi sınavlar yani paralel müfredat çıkmaktadır.
Paralel Müfredatın Varlığı Niçin Anlaşılmıyor?
Bu durumda okullar mecburen kurs türü eğitime geçiyorlar. İşini nitelikli yapmak isteyen öğretmen dışlanıyor ve baskı altında kalıyor. O yüzden okullar, devletin öğrenciye verdiği kitabın ve MEB’in müfredatını bir tarafa bırakıp “dershanecilik”, şimdiki adı ile özel öğretim kursçuluğu yapmaya başlıyorlar. Bu durumdan veli de, öğrenci de çok memnun görünüyor. Çünkü dershaneye gitme gibi ikinci bir masraftan kurtuluyorlar.
Durum böyle olunca ilk, orta ve lise okullarında çoğu öğretmen mecburen birbiri ile yarış içine giriyor. Çünkü paralel müfredat, öğretmeni öğrenciye neler kazandırdığına, hangi değerleri kattığına göre değil, ne kadar öğrenciyi sınavlarda talep edilen yüzeysel malumatı tekrar edebildiğiyle başarılı sayıyor. Üniversite sınav sonuçları ilan edilince okullarda çarşaf çarşaf ilanlar asılıyor. Bu ilanlarla üniversiteleri kazanan öğrencilerin listesi sunularak okullar kendilerinin reklamını yapıyorlar.
Vali/kaymakam, il/ilçe milli eğitim yetkilileri, veli ve öğrenci baskısı karşısında, ne okul idaresinin ne de öğretmenin karşı durma şansı yok. O yüzden Ankara’nın istekleri (MEB müfredatı) uygulanmıyor. MEB istediği kadar Ankara’da karar alıp dursun. Okullar bildiğini okuyor. Milli Eğitim Bakanlığı kendi müfredatını uygulamada aciz kalıyor. Daha doğrusu oyun, kurallarına göre işliyor. Çünkü ortaokul eğitiminin tek misyonu “seçkin” liseleri kazandırmak, Lise eğitiminin ise tek hedefi var: Daha çok öğrenciye üniversite kazandırmak.
Konu iyice anlaşılsın diye tekrar edeyim. Ortaokullar LGS’ye, liseler ise YKS’ye odaklanmış vaziyette. Veliler, milli eğitim müdürlüğü, valiler, kaymakamlar okul idarecilerine hesaba çekiyor. Ne kadar öğrenciye sınav kazandırdınız diye okullara baskı yapılıyor. Okul idaresi de öğretmen üzerinde baskı kuruyor. Bu baskı karşısında öğretmenlerin, “MEB’in kitaplarını kullanacağım ve ben doğru, usulüne uygun eğitim yapacağım” deme şansı kalmıyor.
İkinci Müfredattan (Parelel Müfredat) Çıkış Yolu
Aslında bu yazıyı kaleme alırken maksadım eğitimin merkezi sınavların ağırlığı altında ezildiğini anlatmak ve MEB’in kararlarının nasıl etkisiz hale getirildiği konusunu dile getirmek değildi.
Yazının başında da belirttiğim gibi Bakanın, “kendi eğitim modelimizi kurmalıyız”, demesi üzerine dikkatleri milli mektep projemizin esaslarına çevirmek idi. Yani her türlü ikinci- paralel-gizli müfredat ve programlardan yegane kurtuluş yolunun kendi eğitim modelimizi kurmakla mümkün olacağını anlatmaktı.
Yerli eğitim müfredatını kurmak, kendi yerli arabamızı, kendi telefonumuzu kendi ilacımızı, kendi savunma sanayimizi hayata geçirmek kadar önemli, hatta ondan çok daha önce ve acil bir öncelik olduğunu biliyoruz.
20. yüzyılı Türkiye’sini uygulanan müfredatla demokratik ve pedagojik olmayan, baskıcı ve ideolojik bir dönem olarak heba ettik. Gençliğimizi ve geleceğimizi kaybetmemek için acil bir görev var: İnsanımızın değerlerinden ve kültüründen beslenen bir anlayışla müfredatı yeniden ele almak.
Çünkü tüm ders ve süreçlerde; müfredat denilen öğretilecekler listesinin hazırlanmasında insanımızın değerleri yok. Her şey halka rağmen yapılmaktadır. Öğretmen gibi, velinin de öğrencinin de seçme hakkı bulunmuyor. Özel eğitim kurumları için bile bu inisiyatif yok. İnsanımızın değer ve inançlarının; düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninin çok çok uzağında kalan bir eğitim sistemini öğrenci de öğretmen de benimsemiyor. İnsanımız bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandıracak nitelikli bir eğitimin hasreti içinde.
Gazze Direnişi Maskeleri Düşürdü
Çağın değerleri denen demokrasi, özgürlük, yaşama hakkı, mülkiyet gibi insani değerlerin sahte bir makyajdan ibaret olduğu ve Batının iki yüzlülüğü Gazze’deki insanlık dışı katliamla daha iyi görüldü. Batının insani değerlere dair tezi ve maskesi iyice yırtılmaktadır.
Asıl amaçlarının çoluk çocuk kadın hastane okul ibadethane demeden toplu katliam yapmak dolayısıyla da halkı yerinden etmek olduğu ortaya çıkınca sadece İsraillilerin değil onun arkasındaki Batılıların da insani değerleri savunucu olduğu maskesi sıyrıldı. Masum çocuk ve kadınların Gazze’de hunharca katledilmesi haberleri sosyal medyadan gizlenemedi. Haması terörize etme çabaları da tutmadı. Dünya Gazzenin terör savaşı değil, kurtuluş harbi veren bir kuvayi milliye hareketi olduğunu fark etti.
Son iki asırda Batı ekonomik ve teknolojik üstünlüğünü aslında vahşet ve sömürülerine borçlu olduklarını gizliyorlardı. Başarılarını çok akıllı ve zeki olmalarından ya da çalışkanlıklarından değil, zalim ve gaddar bir sömürge siyaseti ile hareket ettiklerinden alıyorlardı.
Bu gerçek şimdi daha iyi anlaşıldı. Kendilerini medeni ve insani değerlerin temsilcisi olarak lanse edenler, kirli yüzlerini örtemediler. İki yüzlülükleri geniş halk kitlelerince görüldü.
Gazze direnişi tüm dünyada bir zihinsel dönüşüme sebep oluyor. Bu dönüşüm eşiğinde Türkiye rolünü geç kalmadan idrak edip harekete geçmesi gerekir. Türkiye’den beklenen hareket Batının prangalarından bir an önce kurtulması ve tarihten gelen mirasına sahip çıkmasıdır.
Batı medeniyetinin cilalı ve boyalı yüzünün öne çıkarılması taklitçi yapıdan çıkarak kendi yolumuzu bulmayı engelliyordu. Küresel güç, “Yahudi Sermayesi” eliyle insanları duygusuz hale getirmek için müzik, sanat ve spor sektörünü kullandı. Uyutmak içinse medya film sektörünü devreye soktu. Kitlesel olarak tamamen mankurtlaştırmak için eğitim sistemine yatırım yapmaktadır.
Batıya imrenen ve imrendiren eğitim tarzı gençliğimizi ve geleceğimizi tehdit etmektedir. Eğitimin Batı değerleri üzerine temellendirilmiş olması hayatı doğru yaşamamızın önündeki en büyük engel olarak duruyor.
Batıdan ithal eğitim, kültür ve medya- film kendi değerlerine yabancı, kimliksiz, aşağılık kompleksi ile malul insanlar ortaya çıkardı. Gençlikteki yoğun 'kibir sendromunu' ile aklı ve basireti kör eden bir 'ego zehirlenmesini’, saçma ve anlamsız bir şatafat merakını, nahoş ve gereksiz bir lüks ve konfor tutkusunu nasıl açıklayabiliriz? Abartılı, ışıltılı, ambalajlı bir gösteriş tutkunluğu, hayatımızın her alanında, her etkinlikte, her evde, her düğünde, her doğum ve ölümde, almış başına gitmişse bunu ancak kimliksizleştiren eğitim ve medya işbirliğinin tahribatı ile açıklayabiliriz.
Önümüzde bir enkaz bulunmaktadır. Medya ve film sektörü ile uyutulan neslimizi nasıl uyandıracağız?
Gençlere “ithal” ideolojiye dayalı bilgi/bilim okutarak “yerli” düşünmesini, memlekete faydalı olmasını sağlamak mümkün olmadı.
Hulasa, Batının vahşi ve kirli yüzünün Gazze olayı ile açık bir şekilde ortaya çıkması, yüzümüzü Batıdan kendi tarih ve kültürünüze döndürme imkanı vermektedir. İnanç kodlarınızdan doğan ve kendi medeniyet iddialarımız, ruhumuz ve dinamiklerimiz ekseninde işleyen bir eğitim modelini ayağa kaldırmak zorundayız. Aksi takdirde kültür ve eğitim dünyamız, müstemlekecilere hizmet eden, celladına âşık kafalar yetiştirmeye devam edecektir.
İşe Nereden Başlamak Lazım?
Umuyor ve ümit ediyoruz ki kendi değerlerimizden beslenen, üretken ve inşa edici bir eğitim sistemi kurmak için çalışmalar vakit geçirmeden başlatılmış olsun.
İlk yapılması gerekenlerden birisi eğitim sisteminin tek bir merkezden ve tekelci bir anlayıştan kurtarılmasıdır. Devlet tekelinde müfredatcı anlayışta ısrar edenlere hemen şunu hatırlatmak isteriz ki, merkeziyetçi müfredat yapısı aracı amaç haline getiriyor. Bu yüzden okullarda “bilgi aktarma” sınavcı metotlar tek çıkar yol haline geliyor.
İlkokullarda bile ders konularının muhtevası anne – babaya, öğrenciye hatta öğretmene ve okula rağmen belirleniyor. Bölge ihtiyaçları dikkate alınmıyor; hatta köyde oturanla şehirde oturanlara aynı müfredat dayatılıyor. Esnekliğe ve farklılığa izin verilmediğinden, bu müfredat dünyada yaygınlaşan ev okulu modelinin de önünde engel olarak duruyor. Halkına güvenmeyen, hatta onu aşağılayan ve doğruyu elinde tuttuğuna ve halkı zorla aydınlatacağına inanan bir müfredat uygulaması bu.
Tüm ülkenin gençlerinin ihtiyaçları, kapasiteleri aynı değildir. 80 milyonluk bir ülkeye tek bir müfredat uygulaması herkese tek tip elbise giydirmek demektir. Bu kadar geniş ve bu kadar farklı sosyal ve kültürel ve coğrafi katmanların olduğu bir ülkeye tek bir müfredatın dayatılmasının makul bir açıklaması yoktur. O yüzden tek bir müfredat değil, çeşit çeşit, bölgelere ve şartlara/durumlara göre farklılaşan müfredatlara ihtiyacımız vardır.
Çeşitli eğitim gönüllüsü STK’lar tarafından geliştirilen yerli ve milli modeller”, halka ait potansiyeller, gönüllü çalışmalar eğitime yansıtılamıyorsa, sebebi “müfredat tekelidir.” Bir kısım çevrelerce “değerler eğitimi “adı altında verdiği gönüllü hizmetlerin bile “tarikatçı ve cemaatçi” yaftaları ile önü kesilmek istemektedir. Halbuki bazı “çevrelerin” yaftaladığı ve küçümsediği STK’lar ve gönüllü kuruluşlar, devlet tehlikede, halk sıkıntıda iken en önde koşanlar onlar oldu. 15 Temmuz’da, Güneydoğu depreminde en önde onlar vardı. Gazze direnişi ile bu malum çevrelerin kimlerden yana oldukları daha iyi belli oldu ve maskeleri sıyrıldı.
O yüzden Bakanlık bunların boş çığırtkanlıklarını dikkate almamalıdır. Bu çevrelerin ölesiye tevhidi tedrisatı savunmaları ve müfredat tekelinin arkalarında durmaları boşuna değildir.
Bu çevrelerin öne sürdüğü evrensel ilkeler, tarafsız olmak gibi kavramlar, Batılıların dünyayı yönetmek ve diğer insanları kendi hükümleri altına almak için uydurduğu kavramlardır. Tarafsız ve evrensel olmak, etik olmak Batılılara alan açmaktır. Maarifin, tarihin ve edebiyatın tarafı vardır. Hatta fen bilimlerinin de. Bilimler size dininizi, kültürünüzü ve değerlerinizi öğrenmeye yardımcı olmalıdır. Size ülkenizde meslek kazandırmalı; ekmek ve iş kapısı olmalıdır. Özgün olduktan sonra özgür olabilirsiniz. Ben olmadan biz olmanın yolu açılmıyor.
Zorunlu eğitim ve okul öncesi eğitim bir sömürgeleştirme eğitimidir. Okul sürelerini uzatmanın altında başka art niyetler vardır. Test bilgisi ile ahlak ve kültür ve medeniyet değerleri veremiyorsunuz. En büyük yanılgı ve uyutma “başarı” ile yapılıyor. Başarı sınavla özdeş hale getirilince sınav çocukların ve gençlerin dünyasını karartan bir bela halini almaktadır. Sınav ve başarı diyerek yarıştan düşen öğrencilerin sessiz utancını kimse görmek istemiyor.
Öğrenci hastalığı, doğumu, ibadeti, ustanın terlemesini ilk elden görmelidir. Olayları gündelik hayattan örnekler üzerinden ele almalıdır. Orada değişik meslek erbabı insanlarla bir araya gelmelidir. Aksi halde başarıyı hedef göstererek çocuklarımızı “doldurulacak kap” olarak görüp test başarıcısı çocuklar haline getirmek onları birer yarış atına döndürmektedir.
Eğitimde hatanın büyüğü; gençlerimize helal-haram, meşru-gayrimeşru, günah-sevap ölçüsünün rafa kaldırılmasıdır. Skora, puana ve istatistik değerlere indirgenmesidir. Sonunda neye göre hareket edeceğini bilmeyen gençler, freni tutmayan araba gibi oraya buraya çarpıyor.
Testle ve sınavla “kuzu kuzu" yetişen ve yanlışa yanlış diyemeyen, kendine ne sunuluyorsa, filtresiz almak zorunda kalan nesil yetişmektedir. Aç ağzını yum gözünü… Ne gelirse al içine.
Ders kitapları vasıtasıyla kendisini küçümseyen, dünyada başka bir müfredat göremezsiniz. Biz, tarih kitaplarımız vasıtasıyla kendi kendimizi aşağılıyoruz. Onun için aşağılık kompleksi ile malûl neslimiz büyük düşünmeyi bilmiyor, geçmişin mirasından haberimiz yok.
Düğün, dernek, toplantı, tatil, insanlar arası ilişkiler, sosyal davranışlarımız, arkadaşlık ve aile ilişkileri ve daha sayamayacağımız kadar davranışlarımız ve hareket tarzlarımız taklitte kalıyorsa sebebi budur: Kendi eğitim modelimizin değil, sömürü eğitim modelinin hâkim olmasıdır.
Hulasa kendi tarih ve değerlerimizden beslenen, eğitimin medeniyet yürüyüşü halini aldığı; ahlak-değer boyutuna kavuşturan kendi modelimizi hayata geçirmek zorundayız. Çünkü mevcut müfredat çoğunluk itibarı ile bu toprakların ruhuna, dünyasına, ruh köklerine ve ruh iklimine yabancılaşmış, gerçek dışı bilgilerle doldurulmuş bulunuyor.
Çözüm Yolu
Hemen kısaca cevap verelim. Eğitimde kimlik problemi var. Öğrenci okula niçin gittiğini bilmiyor. Eğitime vizyon ve misyon kazandırmış değiliz.
Bir ülke evladı düşünün ki, 12 yıl okuyor ardından 4 yıl üniversite daha okuyor, yani hayatının 16 yılını eğitime ayırıyor. 16 yıl boyunca aile bunca masrafa giriyor. Haftanın 5 günü okula gidiyor, yazıyor ve çiziyor. Bu 16 yılın sonunda bu kişi, mesleğini doğru dürüst öğrenemiyor. Mezun olunca da iş bulamıyorsa, ortada süregiden çok büyük yanlışlıklar var demektir.
Yeni eğitim programı ve müfredatı, ülkemizin eğitime bakış açısını ortaya koymalı. Aynı zamanda zihniyetini, nasıl bir fert ve toplum istediğinin yol haritasını da göstermelidir.
Kendi modellerimizi ortaya koymak için bize lazım olan şey, her bilimsel ifadenin, eğitime dair her metodun kendi kültürümüzün çocuğu halini alacak çalışmaların yapılmasıdır.
Öncelikle kendi gerçek tarihimiz doğru yazılmalı. Ders kitapları bilimsel muhtevaya kavuşturulmalı, bizim öz kültürümüzü ve medeniyetimizi öğretmeli. Kitaplar sahanın en üst otoriteleri tarafından yazılmalı.
Eğitimde dayanak noktalarımız bir bir ortaya konmalı. Yeni bir program yapılmalı. Program fert ve toplum için öncelikleri ve değerler sistematiği teklif etmelidir. Sonra, bu teklifin hayat bulması için en etkili araçları ve yöntemleri de belirlemelidir.
Gelecekte ülkenin yönetiminin devredileceği yeni nesillerin, okul ortamında ve öğretmen rehberliğinde sağlam, özgün kimlik ve kişilik inşa etmeleri için en uygun iklimin oluşumunu da ihtiva etmelidir.
Ders kitapları ve müfredat muhtevası, bu anlamda yeniden ele alınmalıdır.
Okullardaki Acil Eksiklik
İhtiyacımız olan şey okulların uygulama ile tanışması ve mutlaka kontenjanların ülke ihtiyacına göre belirlenmesidir. Lise eğitimi, meslek eğitimi ve üniversite problemleri bağımsız olarak değil bütün halinde birlikte ele alınmalıdır. Aksi halde resmin bütünü görülememektedir. Üniversite eğitimi ve mesleki eğitimi birlikte ele almayan orta öğretim meselesi hep çıkmaza girmiştir.
Ecdat önce mesleki eğitim demiş… Her meslek kurumunu bir eğitim kurumu gibi çalıştırmış. Meslek eğitimi aynı zamanda bir ahlak eğitimi olarak ele alınmış. Ahlak ve meslek konusu birlikte ele alınmış.
Geleceğin kökleri mazide aranmalıdır. Gelenekten ve tarihten kopuk model arayışları her zaman çıkmaza girmeye mahkumdur.
Diploma fabrikaları haline gelen üniversiteler nedeniyle, buradan mezun olan gençlerin ve ailelerin beklentileri yükseliyor. Bu mezunlar ara iş gücüne talip olmuyor. Hâlbuki bir üniversite mezununa karşılık piyasada en az beş on kat insan gücüne ihtiyaç var. En yüksek işsizlik oranının üniversite mezunları arasında olmasına bakarsak plansız yükseköğretim SOS veriyor.
Öncelikle yapmamız gereken mesleki eğitimi sadece Milli Eğitim Bakanlığının işi olmaktan çıkarmak olacaktır. İlgili esnaf teşkilatları, meslek odaları mesleki eğitimin içine dâhil olmalı. Hatta her kurum, firma kendi ihtiyaçlarına göre kendi mesleki okulları açsınlar… Müfredatlarını büyük ölçüde kendileri belirlesinler.
Böyle bir yapılanma içine girdiğimizde “devlet kapısı” “maişet ve menfaat kapısı” olmaktan çıkacaktır.
Ders Kitapları
Medeniyet ve topyekûn değerlerin iflası sürecini yaşıyoruz. Garp taklidi özentisi ile gençlerimizin geldiği durum ortada. Memleketimizde genç ruhlara sunulan her şey, program, kitap, metot, hepsi de Batı’nın sömürge ülkeleri için tasarladıklarını aktardığından, çocuklar ve gençler kendimize ait bir şey bulunmadığına inanmaya başlıyorlar. Güvenleri gelişmiyor.
Ruha vüsat ve düşünce dünyasını kanatlandıracak, bilimsel değere haiz tarih, sosyoloji, felsefe, fen ve hatta sanat derslerini hayata geçirecek planlar yapılmalı. Eğitime ruh verecek ve öğrenciye ideal ve şahsiyet kazandıracak öğretmenleri yetiştirecek bir vizyon ortaya konmalıdır.
Eğitim ağacının çürük meyveleri ortada. Bu dönüşüm yapılmadığı takdirde mevcut müfredat çağdaşlaşma / uygarlaşma kılıfı altında sürdürdüğü sömürgeci yapısı ile kafaları teslim almaya devam edecektir. İhtiyaç duyduğumuz şey, ders kitapları ve müfredatın, öğrencilerde büyük çoğunlukla kimlik bunalımına ve aşağılık kompleksine yol açan, Batı’da çoktan terk edilen seküler hurafelerin empoze etme işlemine son verilmesidir.
Hâlihazırda dünyeviliğe ve ateizme alet olan ders kitaplarının dilinin ıslahı ile işe başlamalıyız. Bilimi materyalizmin malı olmaktan kurtaracak çabalar içine girmeliyiz. Ders kitapları hakikatin ve hikmetin sesi halini almalı. Bilim, kültürümüzün medeniyetimizin, dinimizin hizmetinde olmalı.
Eğitim Medeniyet Projesi Halini Almalı.
Medeniyet kendi tekniğini üretir. Kendi metafiziğimize ait teknik üretimine geçmek zorundayız. Teknik kendi kültürümüzden doğmalıdır. Bilimde ve eğitimde ancak kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkabiliriz.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste isimli eserinde bu ifadeler geçer: “Oğlum Behçet, ‘Sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin?’ dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı insan yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü… Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur…”
Garb’ın taklidi ile bir yere varamayız. Varamadık ta.
Nurettin Topçu merhum “Felsefesi olmayan milletin mektebi olmaz” demişti.
Yavuz Bülent Bakiler’in dizelerinde ifade ettiği gibi, bize ait ruh, duruş ve asaleti özlüyoruz.
“Kılığın kıyafetin sarmadı beni
Söylediğin türküler bizim türkümüz değil
Başka çeşmelerden doldurmuşsun tasını
Yüreğinde nakış yok, acı yok bizden”
Bin yıldır medreseler, mektepler âlim, arif, hakim insanlar yetiştirmiş. Bilimin kurucuları buralardan çıkmış.
Medeniyet iddialarımıza, medeniyet dinamiklerimize dikkatleri çevirecek bir yol sunulmalı.
Kendi değerlerimizden beslenen üretken ve inşa edici bir eğitim sistemi kurmak için kolları sıvamalıyız. İhtiyaç duyduğumuz eğitim sistemi bize hem İslâm ve insan düşüncesini iyi öğretecek, hem de başka dünyalara, düşüncelere, medeniyetlere açılmamıza imkân tanıyacak derinlikte ve vüsatta olmalıdır.
Öyle bir eğitim sistemi hazırlayalım ki ruh köklerimizden beslensin, dünyaya yeniden çaplı adamlar ve çığır açıcı fikir, sanat ve ahlâk akımları armağan etsin. Ünlü üstelik yine batılı bir eğitim filozofu John Dewey’in de dediği gibi, Batı’daki üniversitelerin kurulmasında birinci derecede rol oynayan medrese sistemini güncellememiz gerekiyor. Çocuklarımıza kendini ve kimliğini öğretecek, özgüven ve kimlik verecek şekilde bu eğitim modeli üzerinde kafa yormak zorundayız.
Prof.Dr. Osman Çakmak
Maarif Platformu Başkanı ve Türkiye Âile Meclisi Genel Başkan Yardımcısı