Röportaj
Giriş Tarihi : 05-08-2020 13:57   Güncelleme : 05-08-2020 13:57

Bir Aşkın, Bir Tutkunun Ardından Giden Bir Ömür…

Uzun bir aradan sonra kıymetli bir mülakatla yeniden okurlarımızın karşına çıkmak bizi ziyadesiyle memnun etmiştir. Mülakat vereni yaklaşık 25 yıldır yakinen tanımış olmamıza rağmen bu söyleşiyi gerçekleştirmek açıkçası çok da kolay olmadı. Şöyle ki: mülakatı her talep ettiğimizde “Bilal kardeş, mülakat yapacak çok mühim insanlar var, ben o kadar da kıymetli biri değilim” diyerek aramızdaki uzun yıllara yayılan hukuku da incitmeden her seferinde bir bahane ile bu arzumu geri çevirdi.

Bir Aşkın, Bir Tutkunun Ardından Giden Bir Ömür…

Oysa kıymet ve ehemmiyet ondan hâsıl olan faydaya göre tezayüt eder. Mesela çok küçük bir hastalığın keşif ve tedavisinde çok büyük bir mimarın ya da mühendisin sağlık konusunda ihtisas yapmış bir sağlıkçı bir pratisyen hekim kadar değeri ve kıymeti olamayacağı gibi, bir abidenin inşasında da bir profesör cerrahın değil mimar, oradaki bir amele kadar söz sahibi olması abestir. Bu perspektiften bakınca kıymet ve ehemmiyet yapılan işin mahiyeti ile işi yapanın ehliyeti noktasından değerlendirilmelidir.

Bediüzzaman’ın ve Nur harekâtının eleştirenleri olabilir, sevmeyenleri olabilir, hor ve hakir görenleri de olabilir lakin bu hareket değil Türkiye’nin, dünyanın bir gerçeğidir. Bu konuda mübalağa ettiğimi ya da yanlı bir ifade de bulunduğumu düşünebilirsiniz fakat on yıl yurt dışında yaşamış biri olarak hakka'l-yakîn görmüş, dokunmuş ve hissetmiş biri olarak söylüyorum ki bu hareket dünya yüzünde ciddi taban bulmuş, büyük bir kitlesel hareket, uluslararası sosyolojik bir gerçektir…

İyi bir okur olmasam da Risâle-i Nurları biraz okumuş biri olarak söylüyorum ki bu eserler evet, dünyada çok ciddi bir taban bulmuş olsa da maalesef bilim dünyasında, akademik camiada yeteri kadar kendine alan açamamıştır. Bunun iki temel nedeni vardır bana göre. Birincisi bilim dünyasının demokrat gözüken otokrat yapısı, buna bilimsel diktatörlük de diyebiliriz. İkinci nedeni de Bediüzzaman’ın takipçilerinin onu her yönü ile yeteri kadar anlayamamasıdır. Evet, bugüne kadar bu kitle hareketi içinde bulunmuş çok önemli akademisyenler olmuştur, Risâle-i Nurların bazı cihetlerini bilhassa imani cihetlerini ulusal ve uluslararası sempozyumlarda sunan yerli ve yabancı pek çok bilim insanı çıkmış, pek çok organizasyon yapılmıştır ve yapılmaktadır. Lakin birinci nedenin de büyük etkisiyle yani bilimsel despotizmi elinde tutan Batı yıllarca dünyayı aydınlatan şark ilim dünyasının izlerini yok etmek için “bilimsel dil” “akademik şablon ve üslup” ve farklı normları ileri sürerek bir şekilde şarkın, bilhassa Müslümanların bilim camiasındaki yerini daraltmıştır. Batının bilimsellik kisvesi ile daralttığı o kapıdan içeri girebilen çok mahdut mütefekkirimiz Batı nezdinde makbul bilim insanı olmayı başarmıştır. Bu bilimsel despotizm öyle bir şey ki bunu açıklamak için şu örnek yeter de artar bile… Kendisi bir Bediüzzaman ve Risâle-i Nur takipçisi olmamasına rağmen bu hareketi bilimin öngördüğü şekilde, metotta sosyolojik bir bakış açısıyla ele aldığı için Şerif Mardin gibi son dönemin en mühim kılavuz aydınını kendi engizisyonumuza kurban vermiş bir toplumuz.

Geçen gün akademik bir çalışmaya katkı için Batılı kaynakları karıştırırken bir şeyi tekrar gördük mesela siyaset bilimi çalışacaksanız, kamuoyu ve sivil toplum çalışacaksanız, sosyoloji, mantık, iletişim ve sair ilimleri çalışacaksanız başvuracağınız ilk kaynak Antik Yunan ve Aristo olmalı gibi kesin bir yargı oluşmuş durumdadır. Evet, Aristo nerdeyse tüm temel bilimlerde verdiği 400 eseriyle bu haklı şöhreti fazlasıyla hak ediyor kesinlikle. Lakin her sosyal olguyu izah ve ispat etmek için onu referans etmek, ona isnat etmek zarureti içinde olan bilim çevreleri demiyorum İbn-i Haldun’u mesela niye Ahmet Yesevi’ye, ya da Mevlana’ya atıf yapma ihtiyacı hissetmezler. Neden onlara bir mütefekkir nazarı ile değil de “tasavvufçu” diyerek o insanları dar bir alana hapsetme gereği duyarlar. Mesela iletişim disiplini için Aristo: “ikna etmenin bütün uygun anlamları (Yüksel, 2012: 143)” şeklinde bir açıklama yaparken, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (ö. 672/1273) pek çok kimsenin de aşinası olduğu “Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” ifadesi iletişimi açıklamak için niçin kaynak olarak gösterilmez. Oysaki Mevlana; iletişim sürecinin muhatabın seviyesine göre yapılması gerektiğini vurgulanmıştır. Mesajın hedef kitleye göre tasarlanmasının önemine değinmiştir, dönüt alabilmenin ancak doğru anlaşılmakla mümkün olduğunu veciz şekilde söylenmiştir. Buna rağmen akademik bir iletişim makalesinde bunu kaynak olarak kullanamayız neden? Batının bilimsel despotizmi, bizim Batıyı bilim kıblemiz tasavvur etmemiz ve sair…

Neden buraya girdik? Bediüzzaman kendi ifadesiyle “Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim (Tarihçe-i Hayat, s. 784)” derken gerek ardıllarının yaklaşımları gerekse sözünü ettiğimiz dogmatizm onu dar bir alana hapsetmiştir. Evet, birleri bu dar alandan memnun olabilirler lakin Bediüzzaman en az bir Sokrat, bir Eflatun kadar tefekkür ikliminde rey sahibidir. O her ne kadar ben yalnız iman üzerine mesaîmi teksif etmiş bulunuyorum (Tarihçe-i Hayat, s. 784)” demişse de bunun takipçilerince kısmen yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Çünkü iman toplum hayatının dışında değildir. O sebeple Bediüzzaman Cemil Meriç gibi bir sosyologdur, Muzaffer Şerif gibi bir pedagogdur hatta onların yol göstericisidir. Smith gibi bir iktisat teorisyenidir. Farkındayım istihza-i gülümsemelerin fakat her şey meydanda merak eder arar, bulur, okur, görür…

Bu çok su götüren mevzuyu burada keserek mülakata dönelim. Mülakatı aldığımız kişi her ne kadar “ben mühim biri değilim, mühim insanlarla görüş” dese de biz bu kişinin bilime kaynak temin edecek paha biçilemez bir arşiv literatürü oluşturduğunu düşünüyoruz. Gün olur da bazı dogmatik kafalar Bediüzzaman’ın sosyolojik yaklaşımını teoriden pratiğe nasıl dönüştürdüğünü incelemek isterlerse Sav Karyesine müracaat etmek isteyeceklerdir. Lakin o günün tanıklarından bugün artık hayatta olan kalmamıştır. Bugün pek çok ünvanlı kişinin okuyup da anlamasında aciz kaldıkları Risale-i Nurları Sav Köyünde mukim bir imam ve iki hacıdan gayri bin (1000) kalemle genç, ihtiyar, kadın, erkek ve çocuk pek çoğu okuryazar olmayan bu insanlar yazarak (kopya ederek) tab etmişlerdir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle iman tekniğe meydan okumuştur. Bütün serveti bir elindeki suibriği, bardağı, sakosu olan Bediüzzaman bu insanları nasıl bir ruhla ateşlemiştir, nasıl bir metotla, nasıl bir bakış açısıyla onları sevk etmiştir ki tarlasını tapanını bırakarak gaz lambası ışığında bütün gayretleriyle kitap çoğaltmışlardır. İşte bu ve benzeri sosyolojik vakaları araştıracak bilim insanlarına, gelecek kuşaklara kaynak olması için şahsi gayretiyle oluşturduğu arşivi teşekkül ettiren bu kişi kim mi onu kendisine soralım, biraz tanıyalım ki ehliyeti var mı hep birlikte görelim, değerlendirelim…

Bu hafta girizgâhı, ya da takdimi uzun tuttuğumuzdan tek soru soracağız haftaya devam edeceğiz…

 

KISACA TARİHÇE-İ HAYATIMDAN BAHSEDEYİM:

[Böyle bir röportajı, Bilal Yılmaz Dursun kardeşimizin yıllarca süren dayanılmaz ısrarları karşısında kabul etmek zorunda kaldım. Yoksa kendimi röportaj yapılacak kadar değerli birisi olarak görmüyorum. Bu samimi bir itiraftır, tevazu değil…

Ömer Özcan]

Risâle-i Nurlarla ilk defa nerede ve nasıl tanıştınız, bu bir ihtiyaçtan mı doğdu, kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ömer Özcan (Milas 1950)

1 Mayıs 1950 tarihinde Muğla’nın Milas ilçesinin Çandır köyünde dünyaya gelmişim. Altı kardeşiz. İlkokulu köyde ve Milas’ta okudum. Ortaokulu Milas’ta, kısa bir müddet de Muğla’da okuduktan sonra İzmir’de Alsancak Ortaokul’unda tamamladım. Liseyi yine İzmir’de bitirdim ve  üniversiteyi Ankara’da Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulunda, bugünkü adıyla Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinde tamamladım. Ankara’da okurken Bediüzzaman hazretlerinin yakın talebelerinden Bayram Yüksel ağabeyin nezaretinde olan Risale-i Nur medreselerinde 4 buçuk sene (1969-1973) kalmış oldum.

1973 yılında Zonguldak’a öğretmen olarak tayin olundum.1975’te Zonguldak’ta evlendim, zevcem Necla Hanım, Karadeniz Ereğli’sindendir, çocukluğundan itibaren Nur talebesi olarak yetişmiştir. Tuba ve Elif isminde iki kızım, onlardan da 5 torunum var. Hepsi de hizmetlerle alakadardır, elhamdülillah…

1984 yılında Zonguldak’tan İzmir'e mezun olduğum liseye tayinimi çıkarttım. 2000 yılında aynı liseden emekli oldum, şimdi emekli olarak İzmir Çiğli’de ikamet ediyorum. Risâle-i Nur hizmetleriyle meşgul olmaya çalışıyorum. Şunu da özellikle belirteyim, biz 1965 yılında Milas’tan İzmir’e ailece hicret ettik, yani şu anda Milas’la irtibatım çok az, daha çok İzmir’de büyüdük.

 

RİSALE-İ NUR’U 17 YAŞIMDA İKEN İZMİR’DE TANIDIM

Risâle-i Nuru ilk defa 1967 yılında İzmir’de duymaya başladım. Bana vesile olan benden iki yaş büyük ağabeyim Abdülkadir Özcan'dır, ilk defa o tanıdı nurları. Kendisi şimdi üniversitede tarih hocasıdır, profesördür. Daha sonra İzmir’deki ağabeylerle tanıştım. Başta Çantacı Necmi İlgen ağabeyin üzerimde çok emekleri var. Ondan sonra Ahmet Fevzi Kul Ağabey gibi kadim ağabeylerle tanışmak, görüşmek nasip oldu. Halıcı Hüseyin Çağdır, Muzaffer Aslan, Muzaffer Erdem gibi kadim ağabeylerle beraber olmak nasip oldu İzmir’de.

 

İÇİMDEKİ BOŞLUK BENİ BİR ŞEKİLDE DÜRTÜYORDU

Sorunun ikinci kısmı; bu bir ihtiyaçtan mı doğdu?

Evet, lise ikideydim… O zamanlar, şimdi tasvir edemeyeceğim kadar büyük hatalar içindeydim; hem de ağabeyimle, arkadaşlarımla beraber… Ahirette sizleri şahit tutmamak için o kısımları anlatmak istemiyorum. Fakat bir taraftan fıtrata konulan yaratanını arama ihtiyacı, içimdeki boşluk, ebedi yaşama isteği, saadet-i ebedi arayışı beni bir şekilde dürtüyordu. Mutsuzluk vardı, çok ciddi bir arayış içindeydim, Bir taraftan sinemaya, ya da başka yerlere gidiyor, öbür taraftan da Risâle-i Nurları duyduktan sonra namazlarımı kılmaya çalışıyordum.

Lisede Âşık Hüseyin dediğimiz çok menfi bir Türkçe öğretmenimiz vardı, İslamiyet’in ve bilhassa nurcuların aleyhinde çok konuşuyordu. Buna verdiğim tepkiden dolayı ki aslında bu adamın bana faydası oldu, daha esaslı arayış içine girdim. İman hakikatlerini, imanın altı şartını bana ispat edecek, deliksiz ve boşluk bırakmayacak bir şekilde anlatacak kitaplar aramaya başladım. Çünkü içimde vesvese vardı, kurt için için benliğimi kemiriyordu. Tabii o zaman İslami yayınlar bol değil, babamdan aldığım harçlıklarla farklı İslami kitaplar arıyordum. Kestanepazarı Camiinin altında bir tek İslami kitaplar satan bir kitapevi var; oraya gidiyorum, bakıyorum, kitaplar alıyor okuyorum, fakat bunlar beni tatmin etmiyor... Bendeki mevcut zayıf imanı kullanan eserler bunlar... Çöle İnen Nur, Halkadan Parıltılar, Evliya Menkıbeleri gibi, aslında güzel kitaplar…  Fakat bu eserler bendeki mevcut olan taklidi imanı kullanıyor, inancıma yeni bir şeyler katmıyordu... Hâlbuki bana, benim temeli zayıf imanımın üzerine, yeni taşlar döşeyecek farklı eserler lazımdı.

 

ÇÖLDE SUYU BULMUŞ ADAM GİBİ RİSALE-İ NUR’U İÇEREK DİNLİYORDUM

İşte tam o sıralarda Risâle-i Nur nasip oldu Abdülkadir ağabeyime ve ondan sonra bana. İzmir’de Mustafa Birlik ağabeyin Patlıcancı Yokuşu dediğimiz sokağın sonundaki evinde, Salı akşamları dersler oluyordu, o da haftada bir gün. Necmi İlgen ağabeyin tavsiyesiyle oraya gidiyordum salı günleri. Bu ev çok dik bir yokuşun tepesindeydi, Tilkilikten çıkılıyordu. Salı akşamlarını iple çekiyordum adeta. O zaman 17 yaşında, lise ikideyim daha. O yokuşu bir nefeste âdeta uçarak çıkıyordum bu eve. Hasretle çölde suyu bulmuş bir adam gibi dersleri içerek dinlemeye başlıyordum. O sıralarda yine Çantacı Necmi Ağabey bana ilk defa Gençlik Rehberi kitabını hediye etti, bunu mütalaa etmeye başladım, tam anlayamadığım çok etkilendim, çok tesir altında kaldım. Aradığımı bulmuştum… Anlaması zordu, hatta güçtü, bir lügat bulup da bunu ben tercüme edeceğim, etmeliyim diye faaliyete bile başlamıştım. Tabi sonradan bunların yanlış olduğu, Risâle-i Nur’un kendine has şahane, harika bir Kur’anî üslubu olduğunu anlayacaktım. İşte Risâle-i Nur’u tanımamız böyle ihtiyaçlardan doğmuş oldu.

 

Burada bir parantez açmak istiyorum:

O yıllarda (1966) FETÖ terör örgütünün lideri de yeni gelmişti İzmir’e. O zaman ne olduğu, kim olduğu bilinmiyordu. Büyükler de bilmiyordu. Ben çocuk olarak nereden bileceğim... Haliyle onunla da münasebetimiz oluyordu. Ne zaman ki 1969’da Ankara’ya üniversite okumaya gittik, Hz. Bediüzzaman’ın yakın talebesi Bayram Yüksel ve diğer ağabeyleri tanıdık, işte o zaman bazı şeyleri fark etmeye başladım. Münasebetlerimiz tam kesilmese de soğumaya başladı, çok şükür hiçbir zaman kontrolü altına alamadı bizi…

Bayram Yüksel, Ömer Özcan Isparta garajı 14.06.1970

 

Bin kalemle Risâle-i Nur’un çoğaltıldığı Meşhur Isparta’nın Sav beldesi mukimlerinden ve o kalemlerden biri olan Sav’lı Hafız Mehmed Gül’ün acemilik dönemi el yazısından bir sahife…

Recep YAZGANRecep YAZGAN