İlâhî mûsıkî iklîminin sultânı Itrî’ler
Seherlerden, fecirlerden süzülmüş besteler söyler
Ali Ulvi Kurucu
Hazreti İnsan, kâinatın özeti, emanetin muhatabı ve mahlûkatın en şereflisidir. Verdiği sözün aşinalığında, tevhidin ezel ve ebed çizgisinde kul tahtındadır. Pür-muhabbet ve pür-marifet safalarla var olma sırrına âgâhtır. Bununla birlikte, insan olma şanından dolayı, akıl nimetini fıtrat üzere kullanmakla emrolunmuş, ilk söze yahut yaradılış sırrına muhalefetin aşağılardan aşağı olma sefaleti olduğu ihtar edilmiş ve başı boş bırakılmamıştır!..
İnsanın muhataplığının kaynağı olan ezelde verilen söz, cennet-âsâ ahenk olan naîf bir sestir ve Hak kelâm duymaya alışık kulaklarda sürekli yankılanmaktadır. Ona yani Âdem’e, daima halife tahtında bir sultan olduğunu hatırlatmaktadır.
Fakat hâl böyle olmakla birlikte, maveraî ilânın hükmünce amel, selîm bir kalb sahibi olmayı icap eder. Çünkü kalb, âlem gizli Âdem’e bir Hak nişanesidir. Öyle ki, bu nişaneye ait bütün ahkâm, sahih bir inanç manzumesi etrafında ve muhabbet hâkimiyetinde kıvamını almıştır.
Gelenekteki ifadeyle gönül ya da kalb Hakk’ın aynasıdır. Bu bakımdan esas mesele, insanlık sırrının dibacesi, hatimesi, ya da Fenâ fi’l-Hak olmanın lâzımesi kalb selâmetidir.
Nitekim bu hakikat, bir Hak Eri’nin nutkunda uşşaka şöyle takdim edilmiştir:
Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecellî ede Hak
Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan
İşte bu mânânın müeddeb bir ifadesi olarak sureten ve sîreten güzel kılan bir kalb lisanıdır tasavvuf.
Tasavvuf, cümlesiyle edeptir. Hayata üslûp kazandırarak, el kârda gönül yârda bir ciddiyetle ihsan kemâline erişebilme maksat ve gayretidir. Mükellefiyetlerimizin muhabbetle yaşanmasıdır. Yaşadığı hayatın şuurunda olmaktır. Sevgilinin gözünden düşme korkusu içinde fakrını idrak etmektir. Eşyanın ehramı altında ezilmemektir. Nefsi tezkiye edip, güzel ahlâk ile gönül mülküne Süleyman olmaktır. Hoş görmektir, gönül kırmamaktır; çünkü kalb, nazargâh-ı ilâhîdir.
Tasavvuf, yetmiş iki milleti bir göz ile görmektir ve mahlûkata şefkat nazarıyla bakmaktır.
Tasavvuf, kolaylaştırmayı, güçleştirmemeyi, sevdirmeyi ve nefret ettirmemeyi meslek hâline getirirken, mütevazı bir muhabbet fedaisi olmayı baş tacı bir karakter bilmektir.
Çünkü mütevazı olanı rahmet-i rahman büyütür.
Tasavvuf, gönül terbiyesi ile alâkadardır. Güzel sanatlar da gönül merkezli bir var oluşun estetik zarafetle ifadesidir.
Gaye, küre-i arzı bezerken bu kıvamın şuurunda olmak ve güzel eylemektir.
Medeniyet rükünlerimizin arzı olan yüksek sanatımızın kimyası bundan ibarettir.
İşte bu muazzam zuhuratın alt başlıkları olan mimarî, hat, tezhib, edebiyat, şiir ve mûsıkî, ilâahir, ötelere ait bir neşvenin icrasından başka bir şey değildir.
Beste ile güfte arasındaki can veren ahengin sırrı buradadır.
Hikmet ilminden bir cüz olan şiir, müeddep ve beliğ bir gönül işçiliğiyle zarafet ve nezaketle kelâma can vermektir. Muhabbetin semeresi olarak şiir, hattatın ta’lîk hattı, hakkâkın kitabesi, mücellidin cildi, bestekârın bestesi ve sohbetin kıvamı ile hayatın içindedir.
Edebiyat ufkunda bir fecr-i sadık olan şiir, mûsıkî tezgâhında dokunup makamla da taçlanınca, vakt-i şerifin hayrına, hayrın ref’ine, şer’in def’ine vesiledir.
Böylece Türk mûsıkîsi, sahih bir imanın dilbestesi olmuştur, her dem…
Nefsanî süflîlik barınmayan bir hazine olarak ferahlandırma ameliyesi olan mûsıkîmiz, belli hakikatleri güzel ses ve makam saltanatıyla ilân etme vasıtasıdır. Tasavvufî bir neşvenin tezyin ettiği ahengin adı olarak hayra istikâmetlendirilmiştir.
Geleneğimizde, yolun büyüklerinin dehası ile aksetmiş kıymetimiz olan mûsıkîmiz, her tavrı ile bu hâldedir ve bu da bir hayat tarzı olarak ufkumuzu kuşatmıştır.
Ondan anlamayanın bizden bir şey anlamadığı mûsıkîmiz, gümrah bir çağlayanı olarak nazlı bir sanat vasfı ile tebarüz etmiş “âh min el-aşk” mazmununa dair bir şerhtir.
Mûsıkîyi tedavi aracı olarak keşfetmiş kültürümüzün makamları ise insaniyetle taçlanmış olarak Gül Devrinden rayihâlar takdim eden nağmelerdir. Şarkı, türkü, ilâhî, kaside, gazel ve fetih nağmelerimiz olan mehter, ahengin saltanatında bir karakterin yansımasıdır.
Türk mûsıkîsinin hâkim üslûbu tasavvufî neşve olmakla birlikte, artık alem olmuş ismiyle tasavvuf mûsıkîsi, tarihimizde tekkeler etrafında fenâ milkini süslemiştir.
Esasen, camideki mûsıkî ile tekkedeki mûsıkî, aynı ruhun iki ayrı mekânında, insanları Hakk’a ve hakikate çekmede birer vasıta olmuştur.
Camideki mûsıkîde, İstanbul Kıraatı, makamları ayrı ayrı olan ezan, tesbih, tekbir, tehlil, temcid, salâtlar, bayramiyeler ve mevlid saltanatlı birer merasimdir.
Tekkelerde icra edilen mûsıkî ise sanat şaheserleriyle kemâl yolunda gönül safiyetini teminde bir yardımcıdır. Bütün tarikatlerin icra ettikleri mûsıkî, ya coşkun ya da az hareketlidir. İlâhîler, zâkirler ve serzâkir tarafından okunur. Ayakta, dönülerek ve iki diz üstü oturarak yapılan zikirlerde seçilen ilâhîleri okutmak büyük bir maharettir. Okunan ilâhîlerin güftelerinde Türkçe hâkimdir. Ancak Türklerin bestelediği ve adına Şuğl ya da Şuul denilen Arapça sözlü ilâhîler de ara ara okunurlar.
Tekkelerde en başta ney olmak üzere; kudüm, bendir, mazhar ve halile gibi vurmalı sazlar mutlaka kullanılır. Ancak Mâh-ı Muharrem’de hürmeten saz kullanılmaz.
Tekke ile alem olmuş mûsıkî eserlerimiz de, türkü de, şarkı da, cümlesi ile tasavvufî bir neşvenin hâkimiyetindedir. Aralarında asla ve kat’a niza yoktur. Bütün mesele doğru okuyabilmektir.
Mûsıkîmiz, gönül kapısı açık derûna aşina uşşakın cemâl ile ferahnâk olmak ümidi olduğu için, kubbelerinde İstanbul Kıraatı yankılanan camide, tekkede, birer halk akademisi hüviyetinde olan köy odalarında ve konak selâmlıklarında gönül gergefimize atılan ilmektir. Artık bir geçmiş zaman hatırası olsa da!..
Mûsıkîmiz lâubâlîliğe asla ruhsat vermez. Onun için, ne ham softa kaba yobazın gönül fukaralığı, ne de esfeli sâfilîn bir tarzın fıtrata muhalif ve edebten nasipsiz sıradanlığı, mûsıkîmizi ifade edebilir.
Çünkü umumî kaidedir: Sû-i emsâl, emsâl olmaz!..
Mûsıkîmiz, gelenekteki ifadeyle İlm-i şerîf-i mûsıkî’dir.
Hasılı…
Tasavvuf mektepleri çevresinde gelişen mûsıkî, Mevlevîlik başta olmak üzere tarikatların tamamında vardır ve belli bir usûl ile icra edilmektedir.
Âhengin Şehrâyini: Türküler
Milletimizin derûnunu aşikâre dillendirirken ruh kökümüzün ilham ettiği bir ahenk olan türkülerimiz, üslûbun hâkimiyetinde muhteşem bir maziden tevarüs ettiğimiz nağmelerdeki geleneğin adıdır.
Türkülerimiz, “perişan gönlümüzü şen mamur eden ve medh-i yâri söyleyen” cemâle aşina bir lisandır. “Daha mezun vermemiş sevda mektebinin talimidir.” “Hamdım, piştim, yandım” fehvasınca muhabbet, hasret ve vuslatın, gözyaşı ile sırılsıklam olarak ferahfezâ bir iklimde dile gelen içli bir gönül nağmesidir…
Türkülerimiz, hikmet ilmine dahil olan şiirin, letâfetle, zarafetle ve efsunkâr nağmelerle buluşmasıdır.
Türkülerimiz, kutsal gönüllü erlerin terennümü olarak fânîye değil, Bâkî’ye sevdalı gönüllerin ferman yazdıran muhabbetidir!..
Türkülerimiz, gönül gergefimizde nakış nakış işlenmiş bir ruh asaletinin tablosudur. Söz ve ses mimarlarımızın himmeti olarak uşşakın aşkının tercümanıdır. Sîneler yakan bir sevdanın dile geldiği nağmelerdir. Beşikten mezara kadar koca bir hayatın özetidir.
Türkülerimiz, ayrılıktan şikâyet eden neyin, ya da sarı tel’in söylediği sırdır, duyulursa…
Türkülerimiz, tarihimizi ve cennet-âsâ coğrafyamızı seslendiren şiiriyet ve makam münasebetinin insaniyetle taçlanmasıdır.
Türkülerimiz, ümit, vuslat, tesellî, coşku, yaşama sevincimiz ve ruh asaletimizden yansıyan güzelliklerdir, hassasiyetlerimizdir.
Türkülerimiz, yüreğimizde onulmaz yaralar açan ve her biri ayrı bir ıstırap olan acıların yanık bir yürek nağmesi olarak şahlanmasıdır.
Türkülerimiz, ayrı bir hikâyenin, çile ile gergef gergef işlenmiş bir hayatın öz ama müeddeb ifadeleridir.
Türkülerimiz, adına vatan denen aziz ve mübarek nazlı yârin, uğruna verilen mücadelelerin kanla yazılan destanıdır. Bu kavil üzre, Yemen çöllerine, Kafkas ellerine, Çanakkale’ye, Sina’ya, Filistin’e, Dumlupınar’a, hasılı vatan kalbinin attığı her yere gidip de dönmeyen yiğitlere; gözü yaşlı, ak pürçekli anaların ve yol gözleyen taze gelinlerin acıyı bal eyleyip söylediği ağıtlardır…
Türkülerimiz, “Uluğ Türkistan”dan aziz Türkiye’mize kadar uzun ve ince bir yolda, istikamet üzre ilerleyen Türkmenlerin serencamıdır.
Türkülerimiz, millî tarihimize ait bir destandır ve asırların meyvesi bir tecrübedir. Kolay bulunmamıştır, kolay bulunmadığı için de örselenmemelidir, itina gösterilmelidir ve geleneğin huzur ikliminde hassas davranmalıdır.
İşte bunun için, millî kültüre bir sûikast olacak noktalara varan yozluğa karşı, türkülerin has duruşunu bozmadan, geleneğe hürmette kusur etmeden, yarınlara aktarılmasını teminde, gayreti, ciddiyeti, sadakat ve samimiyeti meslek etmelidir… daima!..
Kaynak; Burhanettin KAPUSUZOĞLU - maarifinsesi.com