Fikir
Giriş Tarihi : 29-09-2019 10:22   Güncelleme : 29-09-2019 10:22

İsmet Özel okumak matematik dersine girmek gibidir!

Anladıkça seviyorsunuz fakat sevdikçe anlayacaksınız diye bir kural yok.

İsmet Özel okumak matematik dersine girmek gibidir!

Bir İsmet Özel kitabı okumak, hele de o kitabın incelemesini yapmak epeyce zor bir iş.

İsmet Özel’in tasavvur ettiği dünyayı anlamak ve bu ödünsüz ismi tam mânâsıyla idrak etme gayreti bazen ümit kırıcı olabiliyor. Fakat sonunda düşünceler hemhâl olunca ve defalarca okununca küçük kıpırtılar beliriyor.

İsmet Özel okumak, bir matematik dersine girmek gibi. Anladıkça seviyorsunuz fakat sevdikçe anlayacaksınız diye bir kural yok. İsmet Özel her kesimin saygı duyduğu ve Müslümanların; “İyi ki bizden tarafta!” dediği bir isim. Böyle yıldız bir ismi karşı tarafta görmek, kalp kırıcı olabilirdi. İsmet Özel’i olmayanlar bilsinler ki iman aksiyonunu çevirecek maniveladan yoksunlar ve kaybetmeye ama muhakkak kaybetmeye mahkûmlar… Taşları Yemek Yasak zaruretten doğmuş ve vazife şuuruyla yazılmış bir eser.

İsmet Özel, bu eserinde sağlam bir Batı tenkidi yapıyor ve Batı’nın bile isteye filozoflardan medet umduğunu söylüyor. Çünkü filozoflar ilahi kaynaklardan beslenmezler. Bir Müslüman, Müslüman gibi yaşamayı ve kendisine yüklenmiş olan vazifeleri yerine getirmeyi başarsa da henüz diğer Müslümanların sorumluluklarını üstlenmede eksiktir. Çok çeşitlilik arz etmeyen bahaneleri arasında en öne çıkanı buna gücünün yetmeyeceğidir. Şüphesiz bu kaçış, çağın önümüze koyduğu ve en çabuk kabullenilecek bahanedir. Bu kaçış, vazifeyi başkalarına yıkmakla nihayete erer.

 

Taşları Yemek Yasak okuyucuya kimi zaman hiç tahayyül etmediği fikirleri çabucak benimsetirken kimi zaman da idrakini tam kavrayamadığımız fikirlerin coşkusuna sevk ediyor. Öyle ki son sürat “bir İsmet Özel olmak” yahut” İsmet Özel’i İsmet Özel’den fazla savunmak” istiyorsunuz. Bizi, “sanki bu fikirler hep bizimdi, sanki bunları biz yazdık, sanki İsmet Özel biziz” kıvamında bir sahiplenmeye itiyor. Yazar, burada hızlandırılmış bir medeniyet dersi veriyor. Bu çerçevede özgürlük kavramını açıklayıcı çeşitli açıklamalar yapıyor. Özgürlük kelimesini dillerine dolayanlar, daha çok Batı medeniyeti temsilcileridir. “Özgürlüğün sadece batılı düşünme modeli ile anlaşılabilecek bir nimet olduğu” savını neredeyse herkese kabul ettirmişlerdir. Hatta İslam’ın amentüsü olan kulluk bilincinin bu ummana ulaşmada aksi tesir yaptığı, buna mâni olduğu da zihinlere kazınmıştır. Yazar, bu düşünce tarzını, bizlerin iyice tefekkür edemeyişimize, dar çerçevede değerlendirmelerde bulunuşumuza yoruyor. Bizler, “özgürlük” kavramıyla nefsin tatminini anlamamalıyız. Bunu bu biçimiyle anlayan, İslam dışı uygarlıklardır. Bize özgürlüğümüzü anlatan kaynaklar; Kur’an ve Sünnettir. Bir Müslüman Kur’an ve Sünnet vasıtasıyla özünü/sözünü bilir ve mutlak özgürlüğüne kavuşur. Yazar, özgürlük ile hürriyet arasındaki ayrıma dikkat çekiyor ve bu ikisinin çağrıştırdığı mânâlar bakımından farklı olduğunu ifade ediyor. Hürriyet ve hürriyetçilik adı altında 19. yüzyılda yaşananlar ve yaşatılanlar –ki bunlar, dönemin aydınları vasıtasıyla oldu- bu kavramın kullanmaması için yeterlidir. Artık hürriyet kavramının doğduğu ve alındığı ve hatta taklit edildiği Batı dünyasının bir dayatması olduğu aşikârdır. Bu anlamda özgürlük kavramı, daha yeni ve temiz kalmayı başarmış bir kavramdır.

“İslam kitaplarda, Müslümanlar mezarlarda”

Batı medeniyeti, İslam’ı daima karşısında görmüştür. Çünkü İslam, Batı medeniyetinden önce de vardı. Diğer kültürler, bu iki kültür karşısında varlıklarını koruyamadılar ve ölü kültürler haline geldiler. İslam, Batı için ne kadar korkutucu, itici ve tehlikeli ise Budizm, Şamanizm, Taoizm gibi kültürler, o derece sevimlidir. Çünkü onlar, Batı için bir tehlike, varoluşunun ve sisteminin devamına bir engel değildir. Batı, bu kültürlere iade-i itibarlarını vermeyi ve hatta onları, İslam dışı olmaları münasebetiyle nötr sınırlar çerçevesinde görerek kutsamayı tercih etmiştir. Ana ekseni İslam dışı kültürlere hayat vermek olan bu tez, günümüzde de yürürlüktedir. Her ne kadar günümüzde; “İslam kitaplarda, Müslümanlar mezarlarda” sözü gerçeklik payı olan bir hükümse de bunu böyle kabul edenler, Batı dünyasıyla müşahhas kâfirler değil bizzat Müslümanların kendileridir. Bu da sorgulamayı ve bir silkelenme hâlini getirecek olması bakımından değerlidir. Ayrıca İslam’ın ve Müslümanlığın dünya sathında tesirsiz olmasına neden olan ya da daha doğru ifadeyle; “istenilen tesirde bulunması”na engel olan Batı dünyası değil İslam’ı gereğince yaşamayanların yetersizlikleridir. Yazar evvela İslam’ın neyi hedeflemediğini netleştirmek sûretiyle idrak sürecinin başlayacağını ve kulluk bilincine ancak bu yolla ulaşılabileceğini savunuyor.

 

Başta Türkiye olmak üzere diğer Müslüman ülkeler, hep Batı’nın tekniğini alıp ahlâkını almama kalıbıyla muhatap oldular. Oysa bu algı, amaçlananın tersiyle sonuçlanarak tepeden inme ve kolaycı bir meyyâlle bir kültür empoze aracı hâline geldi. Biz, Batı’nın dünyalık tüm alışkanlıklarını, kendi alışkanlıklarımız eylerken bilim ve teknikte yine onların eline kaldık. Çözümü Batılılar gibi maddi imkânlara sahip olmakta arayanlar da olmuştur. Fakat bu durum, Müslüman kültürü ve yaşama biçiminin önüne geçmiştir. Sonuçta Batı’nın uygarlığına zıt tohumlar, Müslüman dünyasında verimli olmamış ancak bu dünyayı kendisine benzetmiştir. Müslümanın kaçması gereken yer de tam burası olmalıdır. İslam ile Batı’nın mücadelesi ve zıtlıklarından doğan sonuçları, İslam’ın daha iyi araştırılmasına ve daha derinlemesine incelenmesine yardımcı olmaktadır. Çünkü Batının ve medeniyetinin çözemediği pek çok husus ancak yeniden İslam’a bakışla çözülebilecek durumdadır. Batılı bir içerikle yürütülen eğitim anlayışı ve bunun şekillendirdiği yaşam biçimi, tahmin edilenin aksine İslam’ı itibardan düşürmüyor; onu, ümit kapısı hâline getiriyor ve yüceltiyor.

İslam hiçbir sistemle uzlaşmaz

İsmet Özel, Müslüman’ı konumlandırırken “bunun ne sağcılıkla ne de solculukla açıklanabileceğini” söylüyor. Hegel’in bir sözünden hareketle kendisini konumlandırmış Batı medeniyetinin biraz da kendi iç meselesi olarak gördüğü “köşe kapmaca”nın Müslüman’ın üzerine vazife olmadığını vurguluyor. Onun önerdiği üçüncü yol; kendi siyasi atmosferinde bir çıkış yolu olarak ortaya çıkmış, Aliya İzzetbegoviç’in şahsıyla özdeşleşmiş bir yoldur, aynı zamanda. Bu, iki fikir birbirinden ne kadar etkilenmiştir, hangisi önce telaffuz edilmiştir, bunun pek bir önemi yoktur. Yazar, Müslüman’ın yolunu tarif ederken “mevcut sisteme entegre mi olunacak yoksa Müslüman olarak mı kalınacak” sorunsalını karşımıza çıkarıyor. Bir zaruret olarak yürüyen sistemin parçası olmayı fakat bu parça olma işlevinden kurtulmayı ve bu vazifeyi reddetmeyi hedef haline getiriyor. Bunu da “İslam’ın hiçbir sistemle uzlaşma noktasında bir mecburiyetinin olmaması”yla açıklıyor. Çünkü İslam, insanoğlunu Allah’ın bir lütfu olarak kendi fikriyatıyla ve düşünce sistemiyle en doğruya götürecek yoldur.

 

Batı dünyası, medeniyet algısını ve anlayışını diğer medeniyetler ve kültürler üzerine boca ederken şüphesiz kaba kuvvetten, silah gücünden ve özünde hep olan ticari yayılmacılığından da faydalanmıştır.19. yüzyılda iki büyük ve kanlı savaşla istediği kıvamı yakalamayı ummuş ve bunda başarılı olmuştur. Birinci Dünya Savaşında kendisine engel teşkil edebilecek kimi güçleri mesela Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi tehditleri yok etmeyi başarmıştır. Fakat bunun yeterli olmadığını görüp İkinci Dünya Savaşı’nda da temizliğe devam etmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye için yükselen iki değer arasında seçim yapma zorunluluğu doğmuştur. Türkiye, Amerika’nın başını çektiği, kendisine “demokrasi bloku” adı da verilen kapitalist, liberal çizgiye yakın durmuştur. Siyasal organizasyonlarla da desteklenmiş olan bu birliktelik, Sovyet blokunun dini yok sayan etkisinden kurtulmak için halk tarafından da benimsenmiştir.

 

Medeniyetinin modası geçmiş ve Batı bunu fark etmiş olsa da yazara göre esir milletler, Batılı anlayışı devam ettirme hususunda ısrarcı davranıyor. Batı’nın kendisinin dahi katılmadığı “ilerlemenin ancak Batılı kültürle olabileceği” fikrini savunmak, kraldan fazla kralcılıktır. Müslüman toplumlarda, aydınlanma çağından kalan bakiyenin laiklik, bilim, hürriyet gibi esasları, direkt olarak benimsenmiş, ölümüne savunulmuş ve yukardan aşağıya tüm katmanlarda, alternatifsiz biçimde sunulmuştur. Bir diğer fikir de “Batılılar gibi olabilmek, İslam dairesi içinde kalarak da mümkündür” fikri idi; bu da halkı bölerek bir sağ/sol ayrımını tetiklemiştir. Yazar, bu yaklaşımı da kurtuluş ve ilerleme yolu olarak görmüyor ve reddediyor. İslam dünyasının etkinliği, cihangirlikle, müreffeh ve konforlu yaşam tarzıyla gerçekleşecek bir olgu değildir. Eğer öyle olsaydı enerjimizi daha fazla zenginleşmeye, zaferler kazanmaya harcardık ve meseleleri, “mesele olmak”tan çıkarıp kökten çözmüş olurduk. Fakat mesele, Batı medeniyeti ile İslam arasındaki farkı anlamakla ortaya çıkıyor. Müslümanlık, Batılıları sinsi yollara itiyor. Açıktan savaşan Batı artık gizlice ve fark ettirmeden bir mücadele veriyor. Teknoloji de Batı medeniyetinin ve ticaret imparatorluğunun bir sonucudur. Kendini bilen ve duracağı çizgiyi kaybetmeyen bir Müslüman’a bu özelliklerin olumsuz mânâda etki etmeyeceği açıktır. Teknolojinin bozduğu insan zaten daha evvelden de Müslüman’a yaraşır bir hayat yaşıyor, değildir. Hatta yazar, traktör/karasaban örneği ile meseleyi somutlaştırıyor. Karasabanla çift süren bir kişinin, traktör kullanan kişiye göre daha fazla geleneksel değerlerine sahip çıkmış olmayacağını ifade ediyor ki bu son derece doğru ve yerinde bir örnektir.

Söylediği sözün bekçiliğini yapmak

Müslümanlar, hayatın sırrına ermişlerdir; bunun anlamını yalnızca Müslümanlar bilirler. Fakat bu bilinç ve sırra eriş, diğer insanlar üzerinde baskı kurma ve onlara hâkim olma hakkını vermez. Müslüman’ın Allah’ın rızasına nail olmaktan başka bir beklentisi yoktur. Bu yükselme ve bilinç hâli, modern eğitim sistemleri ile gerilemektedir. Modern eğitim sistemi, insanın özüne dönmesini değil yazarın tabiriyle “kabuğunu kırması”nı öngörüyor. Kabuğunu korumayı birinci plana alan insanın ise hayatın anlamına erişme, onu bulma gibi bir derdi, gündemi olamaz. Aynı şekilde kulluğunu yerine getiremeyen insan da az önce bahsedilen statüye terfi edemez. Bu statü kolay elde edilebilecek bir statü de değildir. Yazar, dilsiz bir insanın kötü sözler söylememesinin onu şerefli yapmayacağını, gücü/kuvveti yerindeyken bilinçli olarak Allah’a kul olma gayretini değerli buluyor. Bir sözü söyleyen kişi, İsmet Özel’in ifadesiyle “Söylediği sözün bekçiliğini yapmıyorsa yani o söze uygun bir yaşam biçimi sürdürmemişse ne kadar değerli ve doğru bir söz söylemiş olursa olsun o sözün kıymet-i harbiyesi yoktur.” “Faiz haramdır” sözü şüphesiz doğrudur ancak bu sözü söyleyen kimse, banka hissedarı ise yahut faizle geçinen bir kimse ise bu sözün doğruluğunun pek bir önemi kalmayacaktır. Aynı söz, bir kişinin ağzından çıktığı vakit doğru ve değerli olabiliyorken bir başka kişinin ağzından çıktığı vakit yanlış ve değersiz olabiliyor. Yazar, lâftan önce icraata bakıyor.

 

İtikad ve imanın kıyasını yaptığı bölümde İsmet Özel, bu iki kavramın birbiriyle eşit olmadığını anlatıyor. “İtikad; doğru ya da yanlış durumlarda olabilirken iman, tektir ya vardır ya da yoktur” der. Müslüman bir dünyanın imanı tam, itikadı doğru fertlerle kurulabileceği aşikârdır. Müslüman, hayatını düzenlerken itikada mı yoksa imana mı daha çok imkân verdiğini sorgulamalıdır. Öz; imandadır. İman olmadan itikad olmaz. Malumdur ki Hristiyanlık ve Yahudilik tahrif edilmiş dinlerdir. Tahrifatın boyutu salt ibadet tarzı ile sınırlı kalmamış, toplumsal hayata ve insan yaşayışına da büyük etkileri olmuştur. Bu bağlamda “Taşları Yemek Yasak” okuyucusuna tarihsel gerçeklikleri, derinlemesine felsefi analizlerle açıklıyor. Son derece bağnaz ve ceberut bir Ortaçağ Hristiyanlığından devralınan Batı dünyasının bu temelden sağlam bir yapı inşa etmesini beklemek, akılcı bir yaklaşım olamaz. İsmet Özel ön kabulleri, ezberleri bizlere hatırlatıyor ve yol gösteriyor. Yazar, kısa ve devam bölümleriyle okuyucuyu, gerisini değerlendirmek üzere kendisiyle baş başa bırakıyor ve adeta “Yutmak için çiğnemek lazımdır,” diyor.

 

“İnsanca mı İslamca mı?” yaşamak sorunsalı, Batı kültürünün “insanca yaşamak” lafügüzafı ile tarafını belli ettiği şekliyle karşımıza çıkıyor. Avrupa, insanca yaşamayı; insanoğlunun hedonist felsefenin gereklerine uyumla salt maddi imkânlar peşinde koşması olarak anlıyor. Oysa yazar, bunun tümüyle bir aldatmacadan ibaret olduğunu ve asıl olanın İslamca yaşamak dairesi içine alınabilecek “Kur’an ve Sünnet “yoluyla hareket etmek olduğunu ifade ediyor. Mutlak kulluğun, mutlak kurtuluşa açılan kapı olduğunu ve bunun da dayatılan ve başka ihtimal bırakılmadan kabul ettirilenden çok daha ileride bir yerlerde, bir anlam taşıdığını söylüyor. Refah ve konfor peşinde yalnızca dünyalık tatminlerle geçirilen bir ömür, İslamca yaşamanın kıyısına varamaz. Nitekim özgürlüğün ilk adımı olarak servis edilen  “karnını doyurmak ve beslenme özgürlüğü” dahi kabul edilebilir bir tez değildir. Refah düzeyinin ilk basamağı olan doymak eylemi, refahın bir biçimde arttırılmasıyla farklı kisveler kazanıyor ve yolun doğruluğu bu şekilde teyit edilmiş oluyor. Hâlbuki bu; Machiavelist bir üslupla “başarıya” giden yolda her şeyi, mübah gören ve ulaşılan noktayı kutsayan bir yaklaşımdır ve İslam, yanlışa götüren doğruyu da doğruya götüren yanlışı da reddeder.

Algı operasyonları

Yazar, sürekli düşünce üretimini de eleştiriyor. Düşünce üretimini sanayinin bir alt dalı gibi görüyor ve “Üretilen düşüncenin ne üretene ne de tüketene şahsiyet kazandıracak bir durumu vardır” diyor. Esasında bu; şimdilerde sıklıkla duyduğumuz “algı operasyonu” ifadesini de açıklıyor. Belli düşünceler, belli yerlerde pişiriliyor ve insanların önüne getiriliyor. Goebbels’ten günümüze kadar farklı alanlarda ilerlemiş olan bu teknik marifetiyle insanlar, bir propagandanın aleti olduklarını bilmeden alttan, yavaş yavaş ısıtılan kurbağa misali haşlanıyorlar.

Taşları Yemek Yasak; pek çok bakış açısının yanlışlığına vurgu yapan ve doğru yolu gösteren bir kitap. Fakat bu kitabın yazılma sebebi ve motivasyonu nedir diye düşündüğümüzde hâlâ aşamadığımız sorunlar çıkıyor, karşımıza. Taşları yemek yasak da biz bunun böyle olduğunu, bilmiyor muyuz? Kitapta geçen ifadeyle “Günümüzde insan, taş yemekten çok daha büyük tahribat yapan işlerle meşgul.” İnsanın ihtiyacı olmayan şeyler ya da ihtiyacından fazla olan her şey hatta merhamet, şefkat, tevazu da yeri geldiğinde taş kesilir. Bilgi de öyle. “Sana yaramıyorsa bırak, başkasına yarasın” diyor, yazar. Kitap, bütün cepheleriyle Müslüman’ı doğru yere konumlandırma amacı güdüyor. İlk düğme yanlış iliklenirse her şeyin ters gideceği ve gömleğin giyilemez olacağını, söylüyor. Müslüman da yanlış yerde konumlanır ve yanlış yerde durursa yanlışlar içinde olmaya devam edecek ve mensubiyetine uygun olamayacaktır. Bu bakımdan “Müslüman, ölümden değil Müslümanca ölmemekten” korkmalı. Batı kültürü tarafından üretilmiş ve dayatılmış imanımızı, idrakimizi hatta Müslümanlığımızı tehdit eden durumlara karşı hassasiyetler geliştirmemiz gerekiyor. Yoksa denizlerin kirlenmesi, dünya ömrünü kısaltmayacak olsa ona karşı refleks geliştirilir miydi? Batı; yaşamayı ve hayatta kalmayı her şeyden fazla önemsiyor ve bunu diretiyor. Gelişmişlik endeksi dahi buna bağlı parametrelerle oluşturuluyor. Oysa bizlerin yani Müslümanların dinimizi, imanımızı kaybetme uğruna yaşamak gibi bir derdimiz yoktur. Hatta biz bu yüce değerler için ölürüz de…

İdris Kartal, İsmet Özel ve “Taşları Yemek Yasak” üzerine, Makas Dergisi, sayı 9.

adminadmin