Fikir
Giriş Tarihi : 26-05-2022 15:55   Güncelleme : 26-05-2022 15:55

Necip Fazıl'ın Gözünden Ulu Hakan Abdülhamid Han

Osmanlı İmparatorluğu'nda gelmiş 36 padişahın en büyüklerinden Ulu Hakan ll. Abdülhamid hakkında, tarihin çeşitli dönemlerinde uydurma ve yalan bilgiler yayılmaya çalışıldı.

Necip Fazıl'ın Gözünden Ulu Hakan Abdülhamid Han

Necip Fazıl ve onun bükülmez silahı Büyük Doğu ise daima zorlu zamanların çetin hengamesini üstlendi. Necip Fazıl, Ulu Hakan'ı gerektiğinde zindana düşmek uğruna müdafaa etti. Büyük Doğu'da düzenli bir rutinde devam eden yazıların derlenmesiyle bu eşsiz eser oluştu. Sizler için Necip Fazıl'ın 'Ulu Hakan ll. Abdülhamid' eserinden alıntılar derledik.

ll. Abdülhamid'in düşmanları, sahte bir dünya kurdular. Bunun en yakın şahitlerinden birisi de Necip Fazıl'dı. Onu doğru bir şekilde anlatmak, Ulu Hakan'ın haklı davasını ortaya koyabilmek için bu eseri telif etti.

Necip Fazıl, bu eserinin muhtevasını şu satırlarla tarif buyurdu:

"Öyleyse bu eser, hangi neviden olursa olsun, ne bir tarih, ne bir tarihî edebiyat; sadece vakıalar temeli üzerinde, ilmî, aklî, teessürî, her melekeye dayanan bir (tez), bir (manifest), bir dâva çerçevesi..."

"1943 yılına kadar lehinde takınılacak her edâ, akrebe kelebek demekten farksız sayılan Abdülhamîd hakkında, aynı yıldan başlayarak; "Durun, Abdülhamîd tarihin en büyük kurbanıdır ve üzerinde sahte ilim imâl edilmiştir!" hükmü ilk defa "Büyük Doğu"dan fışkırdı. Ondan sonra ve hele son zamanlarda, Abdülhamîd'i arama gayreti modalaştı. İman ve İslâm dâvasında da aynı şey olmadı mı?"

"Ne dünya, ne memleketinin içini görebilen, ne de dünya ve memleketine kendi içini gösteren, güya şeffaf camlı saray pencerelerinde bir çocuk... Sıska denilecek kadar zayıf; ve içi humma dolu,yeşil hareli bir çift göze sahip...

Baktığı yeri oyan bu gözler, onun otuzüç yıla varan hükümdarlığının her sahnesinde karşınıza çıkacaktır."

"Ulu Hakan II. Abdülhamîd Han zaman ve mekânlarda bulunur. Hele, üstübaşı mücevher sergisi hâlinde çocuklar bahçeye asla salıverilmez. Salıverilecek olsa, yanlarında harem ağalan eksik olmaz. Bu şartlardan hiç biri yerine gelmese de mücevher deposu çocuklar, yapayalnız, koca salonda uykuya dalmış olsalar, çocuk Abdülhamîd'in onların gafletleriyle alay etmek için zekî ve nefis bir şaka yaptığı hatıra gelir de soymak kastiyle hareket ettiği düşünülemez. Nihayet hâdiseye bir ân için hırsızlık nazarıyla bakılsa, sarayın ısırgan gözlü gardiyanlarla dolu hapishane duvarları arasında böyle bir harekete hiç bir sebep gösterilmez. Ve nihayet en bön hakikat göziyle dahi, bütün bu anlatılanların yüzde yüz yalan olduğunu kestirmekten başka akla yol kalmaz."

"Abdülhamîd hakkındaki kast o kadar büyük, köklü ve plânlıdır ki, onu her ne pahasına ve hangi usulle olursa olsun çürütmek için, hissî ve sahte tarafından fikrî, el atılmadık vâsıta bırakılmamıştır."

"Şahsiyetinin merkezi din duygusundan ibaret ve şeriat saygısı her şeyin üstünde olan Abdülhamîd'in, gaibi Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği, fal ve müneccimliğin de küfürden başka bir şey olmadığı bahsinde, bilgi ve anlayışından, çocukluğu ve ihtiyarlığı beraber, bütün ömrü müddetince şüphe edilemez."

"Abdülhamîd'in şehzadeliği, Tarabya'daki yazlık ve Maslak'taki yazlık olduğu kadar kışlık köşkünde geçti. Baş zevklerinden biri, silâh... İyi kılıç kullanıyor, tabanca atmakta usta bir nişancı kabiliyeti gösteriyor ve beden terbiyesinden çok hoşlanıyor. Bir iskemleye oturacağı zaman, onu kaldırmak, ve kolunu gererek ufkî vaziyette havada tutmak, sık sık gösterdiği hareketlerden... Okumaya ve dünya vaziyetinden bilgi edinmeye merakı da bunlardan az değil...

Avrupa gazete ve mecmualarını tercüme ettirip okutuyor, hususiyle tarih mütalâasından büyük bir zevk alıyor. Roman okutup dinlemeye de düşkün... Fakat dâima içine kapalı ve ruhunun mahzeninde yaşayan mizaç... Zevcesinden başka yalnız bir gözdesi var ve saray haremini dolduran renk renk çizgi çizgi kadınlara iltifatı yok...

O'nu herşeyden evvel, şahsiyetinin mihrak noktalarından biri hâlinde, kadın mevzuunda nefsine son derece hâkim ve irâdesine sahip görüyoruz."

"Başlıca emperyalizma metodu olarak ruhta ve maddede çökertmenin ilk şartı borçlandırmak olduğuna göre, Abdülhamîd, Hükümdarlığında devletine yaptırdığı gibi, şehzadeliğinde, nefsine tek kuruş borç etmeyi yasak etmiş olarak, karşımızdadır."

"Veliahdlığa geçen Abdülhamîd, olgun genç adam... Giritten Balkanlara kadar her noktayı Rusya'nın tırnaklar didikler ve başta İngiltere olmak üzere öbür 'Düvel-i Muazzama', Türkiye'ye karşı, kendi menfaatleriyle Rusya arası tavizlere karıştırılmış, Ruslarınkinden daha yavaş ve sinsi bir iç ve dış istilâ planı takip ederken 'Genç' ve 'Yeni Osmanlılar' kadrosu, tehlikeyi görmek yerine bunların işini kolaylaştıran, şuursuz bir iç ajan durumundadır."

"İnsaniyetçilik, hattâ sırasına göre dindarlık maskesi altında bütün dinî ve insanî birlikleri çözmekten başka gayesi olmayan, gizli Yahudi hegemonyasının nöbet kulübesi Masonluk, ne kadar âlet ve müessisesi varsa hepsiyle, Sultan Murad'ı Osmanlı Hanedanı soyunda tek ferd olarak bütün iç cevherlerinden ayırmış, kendi zehirine boğmuş, her bakımdan en sâdık (medyum) haline getirmiş, yalnız, karşısına İlahî irâde çıktığı için semeresini devşirememiştir."

"Müslümanların Halifesi ve Türklerin Pâdişâhı sıfatiyle İkinci Abdülhâmîd'in ilk yılları, bir gözetleme, kollama ve inanmadığı gidişe gönülsüz katlanma safhası... Bu safhada o, bir müddet sonra ruhunun çizgilerini maddeye nakşetmek üzere fırsat bekleyen ve itici cereyanları taşırmaktan çekinen, gayet nâzik bir tedbir, idare ve politika dehâsı belirtir. Fakat bu dehâ asla ihlâs dışı bir seyir takip etmez, sadece tahtını ve milletini kurtarmak ve geçidi atlatmak için çileli bir sabır ve tahammül şiârı arz eder."

"O, İkinci Abdülmamîd, İlahî kaderle, büyük kardeşi Sultan Murad'ın Hilâfet ve Saltanat uğraşmalarını yerine getiremeyecek hâle gelmesi ve yalnızlık köşesine çekilmesi üzerine, atalarının tahtına geçmiştir. Başvezirini herkesçe bilinen meziyeti, samimiyeti ve devlet işlerinde bilgisi yüzünden, bütün vezirler ve memurlarla beraber yerlerinde alıkoymuştur. Yaradana dayanmayı gaye bilerek biricik emeli, devlete kudret ve şevket kazandırmak ve bütün Osmanlı tebaasını, hürriyet, huzur ve adalet nimetlerine kavuşturmaktır. Tam güvenle ummaktadır ki, 'vükelâ' ve memurlar da, bu gaye ve emele ortak çıkacaklar, can ve gönülden yardımcı olacaklardır. Devleti saran buhran ve karışıklık ki herkesçe bilinen bir şeydir binbir cepheli olsa da hepsinin birden üzerinde toplandığı bir mihrak noktası arzetmektedir: Devlet ve cemiyetin temeli mevkiindeki din ölçülerinin ve bunlara bağlı kanunların hakkiyle yerine getirilmemesi ve keyfî, nefsânî idare usulüne sapılmış olması..."

"Abdülhamîd'in ileride nice Batı devletine örnek, o harikulade haber alma ve korunma teşkilâtını kuran zekâsı bu ahmak tasavvurun tertipçilerini enselemekte güçlük çekmedi. Beylerbeyi payelerinden bir paşa, Babıâli evrak müdürü bir bey ve iki Hoca efendiden ibaret dört yüze varan avaneleriyle birlikte yakalandılar ve bir gemiye doldurularak sürgüne gönderildiler. Padişah da, ilk bayram namazını, gelenek icabı, büyük üniformalar arasında, büyük alay ve kara yoliyle İstanbul'un büyük camilerinden birine giderek kılacağı yerde, iç durumun bulanıklığı yüzünden, debdepesiz ve gösterişsiz, İstanbul'a denizden geçmek ve en sade tarafından yerine getirmek şeklinde edâ etti."

"Abdülhamîd, "Kanun-i Esasi" fermanında gayet samimi olmakla beraber, henüz dünya ve memleket görüşüne tamamiyle sahip ve iç maktalara nüfuz etmiş değildir. Eğer cemiyetinin iç maktalarına nüfuz etmiş bulunsaydı, kurtuluş çaresini bu türlü, meşrutiyete bağlamazdı. Bu taahhüdün zaten samimiyetsiz olduğu ve ilk fırsatta çiğnenmek üzere maske gibi kullanıldığı iddia edilecek olursa, hakikate sırt çevrilmiş ve ihlâs dolu bir üslûp içinde çarpan kalbin açıklığı görülmemiş olur."

"Abdülhamîd, İstanbul konferansının dağılışından, doğrudan doğruya Midhat Paşa yüzünden İstanbul'a korkunç bir harp havasının çöküşünden ve hürriyet kahramanına İtalya yolunu tutturuşundan sonra işleri eline almaya başlar başlamaz, ilk mevzu olarak Rusya karşısında serbest kalabilmek için en çabuk tarafından bir Sırbistan ve Karadağ sulhunu düşündü ve hattâ bu teşebbüsün bir Moskof sabotajına imkân bırakmamak fikriyle gayet çevik bir harekete girişti. Sırbistan, en hayatî kaleleriyle Türk ordusunun işgali altında olduğu için teklifi canına minnet bildi. Avusturya'nın da teşvikiyle bir takım pazarlıklardan ve Osmanlı devletini oldukça tatmin edici, bazı teselli maddelerinden, neticede Sırbistan'ı Sırbistan olarak bırakan, fakat ona hiçbir ilâve yapmayan şartlardan geçilerek 27 Şubat 1876'da Prens Milân'ın tasdikiyle sulh gerçekleşti."

"Plevne'de Gazi Osman Paşa kıratında bir kumandana mâlik olan Türk Ordusu, barutu bitirince tüfeğine toprak doldurup atmış, ekmeği tükenince ot yiyerek dayanmış, her defa düşmanı püskürtmüş ve arkalarında ricat hatlarına hâkim böyle bir kuvvet bırakmaya razı olmayan Rusların en büyük yığınlarını, üzerine çekerek harbin seyri üzerinde en büyük rolü oynamış, fakat bu rol seyyar Türk Orduları tarafından bir semereye ulaştırılamamıştır."

"Abdülhamid düşmanlarının, Meclisi kapatmak yolunda Padişah tarafından, hangi ölçüyle hareket edildiğine dair Sultan'a söyletilen bir söz vardır ki, Abdülhamid hakkında riltler dolusu medh ve takdirden üstündür.

Demiş ki:

"Milleti tatmin ve hürriyet müesseseleri kurmak yoliyle memleketi düzeltmeye çalışan babam Abdülmecid Hânın eserine uymakla meğer çok yanılmışım!.. Bundan böyle, dedem Sultan Mahmud Hânın yolundan gideceğim! Artık anlıyorum ki, Allah'ın, korunmasını bana emanet ettiği kavimleri gütmek için hak bildiğim sahada kuvvetten başka hiçbir çare mevcut değildir!"

"Devlet irâdesini eline alan ve Yıldız tepelerinde şahsiye, tini bir hisarla çevirip orada kurduğu merkezden vatanını iç ve dış tehlikelere karşı korumaya çalışan İkinci Abdülhamîd, o günün tedbiri olarak bu merkeziyetçi usûle başvurduğu için, zemmedilmek yerine, hudutsuz medh ve takdir olunmaya lâyıktır. Vatanını koruyabilmek için evvelâ nefsini emniyete almak zorundaki Pâdişâh, Yıldız hisarı içinde teşkilâtlandırdığı iş şubelerini sımsıkı şekilde nefsine bağlar, kimsede şu veya bu türlü keyfî hareket imkanı bırakmazken, hükmettiği Türk, Arap, Arnavut, Çerkez ve daha nice milliyetleri bir arada barındırıp kaynaştırmak ve hepsinin üstünde Türk unsurunu en büyük çapta kıymetlendirmek siyasetini güdüyordu."

 

"Abdülhamîd'in ilk işi, Abdülâziz devrinde Avrupa'ya kaçan, Paris'te "Muhbir" isimli Türkçe bir gazete çıkaran, oradan gazetesiyle beraber Londra'ya geçen ve sonra İstanbul'a dönüp Midhat Paşa'nın tavsiyesiyle bir müddet Mâbeyn Kâtipliğinde çalışan şair Ziya Bey'i (Ziya Paşa) kontrol etmek oldu. Ziya Bey, "İstikbâl" gazetesinde, Sultanın "Kanun-u Esasiye sadık kalacağını şüpheli göstermişti. Bunun üzerine, Hünkâr, Ziya Bey'i yüksek bir memuriyetle İstanbul'dan uzaklaştırmayı düşündü. Fakat "İstikbâl" gazetesi, İstanbulluların Ziya Bey'i mebus namzedi göstereceğini ve taşraya gitmesine mani olacağını yazınca kapatıldı. Öbür taraftan, Said Bey'in idaresinde bulunan "Vakit" gazetesi de "İslâm'ın İstikbâli" isimli bir yazısında, Pâdişâhın hal'i için Şeyhülislam fetvasının kâfi olduğunu yazdı ve o da kapatıldı."

"Abdülhamîd sade mevkuteler değil, her türlü kitap üzerinde de sımsıkı bir murakebe kurmuştu. Ahlâk ve din ölçülerine zıt ve her çeşit fesatçı kitap yayınları, Maarifin filtresinden geçemezdi. Bugün, filminden karikatürüne, dergisinden romanına kadar yalnız cemiyeti zehirlemeye memur yayınlar, 0 zaman, Abdülhamîd'in filtresi sayesinde, cemiyete tek dam'a zehir aşılayamayacak hâle getirilmişti. Bu hareketinde ötürü de, Abdülhamîd'in ismi, kurtarıcı ve koruyucu değil de öldürücü ve fikri boğucu...

Tam tersi!.."

"Abdülhamîd'in Beylerbeyi Sarayına getirilişiyle Birinci Dünya Harbi arasındaki iç hâdiseler de, penceresinden Boğaz sularım seyreden Abdülhamîd'e şu hissi vermektedir:

Koca vatan ve 600 yıllık devlet hangi ellere kaldı? Bu hâdiselerin başında Babıâli baskını vardır. Hükümet kuvvetinin, hükümet reisi ihtiyar vezirin bileğindeki kuvvete kadar indiğini sezen ittihatçılar, üç beş gözükara subayla Babıali'yi basmışlar, Harbiye Nâzırı Nazım Paşa'yı vurmuşlar Sadrazama zorla istifasını yazdırmışlar ve iradelerini kukla Padişaha kabul ettirmişlerdir. Vükela heyeti, o anda, Babıali'nin arkasında, silah çattıkları görünen muhafız bölüğüne seslenmek imkanını bile bulamamışlardır.

Sahipsizlik, perişanlık, bu arada mecnun bir cür'et ve görülmemiş bir cana kıyma, suikast fırtınası, Payitaht üzerinde esmektedir. Abdülhamîd ise, Beylerbeyi Sarayında ağlamakta... Belki de şimdi, vatanın şahdamarı kesilirken, tek damla kan dökülmesin diye Hareket Ordusunun karşısına çıkmadığı için pişmanlık duymakta..."

Kaynak: Fikriyat

Recep YAZGANRecep YAZGAN