Fikir
Giriş Tarihi : 17-05-2015 23:00   Güncelleme : 17-05-2015 23:00

Türk'ün Dili Kur'an Sözü

(16 Ekim 2011 tarihinde İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel’le, Türkün Dili Kur’an Sözü ismi verilen inceleme vesilesiyle yapılan mülâkat metnidir

Türk'ün Dili Kur'an Sözü
(16 Ekim 2011 tarihinde İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel’le, Türkün Dili Kur’an Sözü ismi verilen inceleme vesilesiyle yapılan mülâkat metnidir.) Durmuş Küçükşakalak: Bismillahirrahmânirrahîm. Öncelikle size teşekkür ediyoruz. Çünkü yaptığımız bu çalışmanın zihnimizde parlamasına vesile olan işareti siz çaktınız. Aynı zamanda mukaddime yerine geçecek bir mülâkatla bu çalışmanın hem adı konulmuş olacak hem de bu vesileyle hangi istikamette, neye müteallik olduğuna dair birtakım izâhlar yapılmış olacak. Sizin serdettiğiniz “Türkçeden İslam’a Giriş” fikrinin kapısını Türkçede yer alan Kur’ân-ı Kerim kökenli kelimelerle açmaya ya da anlamaya çalıştık. Bu inceleme bittikten sonra yapılan işin tarihi olduğuna, inşallah bir çığır açacağına da kâni olduk. Çünkü Türkçenin Kur’ân-ı Kerim ile kurulmuş sıkı bağı, yakın zamana kadar –belki de harflerimizin elimizden alınmasına kadar- insiyakî olarak biliniyordu. 1928’e kadar başımıza gelen bütün oldubittiye rağmen bugünkü konuştuğumuz dille kıyas kabul etmeyecek kadar bir başka dilin içinde yaşıyorduk. Daha sonrasında kademe kademe uzaklaştırıldığımız bu Türkçe aslında Kur’ân’dan uzaklaşma ma’nâsına geliyordu. Bugün, neyin dile getirildiğinin farkında olunmadığı bir çağda “İşte konuştuğumuz lisânın aslı budur.” Diyerek asla rücû fikrine, Türk dilinin aslına dikkat çekiyoruz. Biz Türkçenin mahiyetine dair bazı hakikatlere bu inceleme bittikten sonra vâsıl olduk. Evvelâ bu çalışmanın husule geliş hikâyesini Muammer Parlar’dan dinleyelim. Daha sonra mülâkatımıza geçelim. Buyrunuz: Muammer Parlar: İstiklâl Marşı Derneği Konya Şubesi üyeleri olarak Türkçenin Kur’ân ve Hadis bilgisi bağına dikkat çekebilmek amacıyla işe koyulduk. Kur’ân’da geçen kelimelerin kkleri –sülâsî asılları 1738 kelime köküdür- üzerinden Mu’cemü’l-Müfehres adlı eser esas alınarak; Râgıp el-İsfehâni’nin Müfredât’ı, Ahter-i Kebîr, Lisânu’l-Arab, el-Mu’cemu’l-Vasît gibi Arapça ve el-Mevârid gibi Arapça-Türkçe sözlüklerden istifâde ederek çalışmaya başladık. Kâmûs-ı Türkî, Lügat-ı Nâci, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Okyanus Ansiklopedik Sözlük, Ötüken Türkçe Sözlük, Tarama Sözlüğü (TDK, 1963-1977), Derleme Sözlüğü (TDK, 1963-1982), Türkçe Sözlük (TDK), Osmanlıca Türkçesi Sözlüğü, Sözlerin Soyağacı-Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Sözlüğü lügat ve sözlükleri üzerinde inceleme yaptık. Kur’ân’da geçen kelimelerin kökleri itibariyle –sözlüklerden tespit edemediğimiz az sayıda kelime kökü dışında- ekseriyetinin Türkçede yer aldığını gördük. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen baı kelimelerin telaffuz edildiği şekliyle, aynen (Misâl: Tâbut, Ticâret, Taht, Türâb, Ced, Cisim, Hardal, Hortûm, Dünyâ, Zelzele, Sedd, Sel, Şecere, Şekil, Sülâle, Tehlike, Yetîm… gibi 2923 kelime) Türkçede yer aldığını tespit ettik. Bu tespitimiz incelediğimiz lügatler ve tarafımızın eksiklikleri ile sınırlandırılmış olup, ilaveye müsaittir. Kur’ân-ı Kerîm’de aynen/telaffuzuyla geçmemekle beraber inceleme konusu kelime köklerinin tamamının da bu kök kelimenin çekimleri ve türemişleri olarak (Misal: Âhize, Emniyyet, İbrîk, Battâniye, Bakkâl, Bakliyât, Tâcir, Toprak, Turp, Cadde, Cild, Cellât, Cep, Hubûbat, Hap, Mahalle, Mezbaha, Züccaciye, Silah, Şecere, Şahsiyyet, Eşkiyâ, Gurbet, Kırtasiye, Kısır, Katre, Kımıl, Kebâb, Kelebçe, Kelbeteyn(kerpeten), Elbise, Lahmacun, Lezîz, Lâkab, Lokma, Levhâ, İmzâ, Matara, Millet, Memleket, İnşâât, Matkab, Nöbet, Heyecân, Vahşî, Mevsim, Vatan, Hîbe, Îkâz…gibi 9525 kelime ve terkîb olmak üzere aynen geçenlerle beraber 12448 kelime ve terkîb) Türkçede yer aldığını tespit ettik. Durmuş Küçükşakalak: Yani bu verdiğiniz yekûn, kelime adetleri arttırılabilir. Muammer Parlar: Zaten bu inceleme ile amacımız Kur’ân’dan Türkçeye naklolan kelimelerin tahdîdî olarak derlenmesinden ziyade Türk’ün dilinin Kur’ân sözü olduğu gerçeğini göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen toplam 1738 kelime kökü var. Bu köklerden neşet eden kelimelerin Türkî lügatlerde bulunup bulunmadığı tespit edilmeye çalışıldı. A’dan Z’ye yapılacak kapsamlı bir sözlük taramasında mevcut sayının çok üstünde kelime tespitine ulaşılacaktır. Benzer bir incelemenin Hadîsler üzerinde yapılması halinde Kur’ân ve Hadîs bilgisi ile Türkçe bütünlüğü daha da tebellür edecektir. Durmuş Küçükşakalak: Bu tetkikten sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz artık: Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri dışarıda bırakarak Türkçeye Arapçadan geçmiş –varsa eğer- bir kelime bulmak hayli müşkül bir iş… Kur’ân-ı Kerîm’den Hz. Âdem’e isimlerin öğretildiğini öğreniyoruz. İlk olarak buradan başlayabilir miyiz? Dilin doğuşu ve dilin tekevvünü… Her ne kadar Fransız Dilbilim Derneği dilin kaynağı konusunda üyelerine konuşma yasağı koymuşsa da bu konu üzerine konuşulabilinir mi? İsmet Özel: Şimdi, aslında soru sorulabilir mi? Dilin kaynağı nedir, dil nerden çıkıyor diye sorulabilir mi? Çünkü inkâr edemediğimiz bir şey var: Göz kendini göremez. Görmek için kullandığımız uzvumuz kendini göremez, ancak görebilir. Ben ayna kullanır da onu görürüm sanıyorsak o da doğru değil. Çünkü biz aynada ne görülebileceği konusunda kanaat sahibi olduğumuz için bir şey görürüz. Ayna gerçeği aksettirmez. Ayna yine bizim görmeyi istediğimiz şeyleri gösterir. Meselâ suratında bir kara çizik ya da leke olduğu şüphesiyle bakarsın, hakikaten varmış. Bakarsın ki yokmuş. Aynaya bakmanın sebebi, aynaya bakmanın sonucudur. Onun için, “Göz kendini göremez.” Cümlesine: “Ne münasebet, ayna koyarsan görürsün.” diye cevaplandıramazsın. Aynada da göremezsin. Türkçede “dil” kelimesinin bir anlamı da “casus”tur. Yani dil dendiği zaman casus kastedilir. “Aralarına dil soktu.” denir.  Onun için meselâ Latince kökenli dillerde, İngilizcede    “language”, Fransızcada “language(langaaj) gibi kelimeler var ama mesela Almanlar bizim dil dediğimiz kelime yerine “sprache” diyorlar yani bizim konuşmak diye söylediğimiz şey. Demek ki dilin kendisi de ne menem bir şey olduğunu söyleyemez. Yani dilin ne olduğunu dillendirmek de zor. Dolayısıyla lisânın da menşei konusunda konuşurken ne yapacağız?  Lisânı kullanacağız. Bu nasıl olacak? Şimdi biz neyi ne ile açıklayacağız?  Biz “Arkadaşlar ben lisânın menşeini bir anlatayım.” diyoruz, ilk cümleden itibaren hep beraber anlaşmaya niyet ettiğimiz hususu mufassal hâle getirmeye başlıyoruz. Biz bir şeyde anlaşmaya niyet etmişiz. Yani ben hiçbir şey bilmiyorum sana soruyorum, diyorum ki: “ Biz böyle patpat konuşup duruyoruz, nedir bu konuşmanın aslı lütfen bana söyler misin?” dediğim zaman gene içimdeki boşluğu sana söylemiş oluyorum. Benim doldurulmasını istediğim bir boşluğum var. O boşluğum olmadan ben sana bu soruyu soramazdım. Dolayısıyla meseleye her zaman olduğu gibi olduğumuz yerden başlamamız lâzım. Neden biz bı lisân meselesine takmışız? Çünkü mekân hissimiz lisân ile mukayyettir. Eğer bizde bir mekân hissi varsa o, -hatta sadece mekân değil itimat hissi- lisânla mukayyettir. Biz mevcudiyetimiz yani cismanî varlığımızı lisânla hem emniyete alırız, hem de hissederiz. O yüden gecenin karanlığında bir mesafe katetmek zorunda kalan, ıssız bir alanda mesafe katetmek isteyen insan ya şarkı, türkü söyler veyahut böyle ma’nâsız da olsa ses çıkarır. Çünkü ancak onunla kendi hakkında bir sarahat sağlayabilir. Yani yok olma tehlikesini insan sesle atlatır. Bir yok olma tehlikesi karşısında kalır, o sesle o tehlikeyi atlatır. Dolayısıyla insanın lisânı hem cismanî varlığının ispatıdır, hem de bir vatanı olduğunun işaretidir. İnsan lis3an sahibi ise mevcut olduğunu hem kendi kendine, hem başkalarına gösterir; hem de bir vatanın içinde olduğu anlaşılmış olur. Yani lisânı olmayanın vatanı olması ihtimali yoktur. Lisânsız vatan olmaz. Dilin menşei dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in bize öğrettiğine dikkatimizi çevirdiğimiz zaman anlarız ki Âdem’e ilk öğretilen şeyler isimler, kelimeler. Sadece bu değil, aynı zamanda meleklere dönülerek, ona secde etmeleri emredliyor. Kelimeler insanın sadece mevcudiyetini işaret etmiyor, aynı zamanda insanın fâik olduğunu da gösteriyor. Kelimeleri olmadığı zaman insan dûn bir şey. Durmuş Küçükşakalak: Dilin kaynağına varmaya çalışmaktansa dile ulaşabilmek, dile varmak gerekir gibi bir cümleniz vardı Tahrir Vazifeleri’nde. Dil üzerinden giderek, dilin nasıl tevekkün ettiğine dair belki bir fikir doğacak. İsmet Özel: şimdi bütün bu konuşmalarımızı yaparken aldığımız kötü tesirleri defedebilmek için şunu bilmemiz lâzım: Bize çocukluğumuzdan beri Allah’ın öğrettiklerinin bizim Allah’tan gayrı kaynaklardan öğrendiklerimizle uyum hâlinde olmadığı ve asıl işte bugün bilimsel diye ifade edilen beyanların ve düşünme biçimlerinin değer yargılarından bağımsız olarak doğru olabileceği fikri aldığımız eğitim, gördüğümüz tahsil diye öğretildi. Yani bir şeyin sebebini îzâh ederken “li-hikmetin” dersen senin îzâhâtını istiyorlar. İnsanların kolay anlayabileceği fakat aşkın bir kaynağa müracaat etmeyen bir şey istiyorlar senden. Onun için konuştuğumuz bütün meseleleri –sadece lisânmeselesini değil her şeyi- ulaşılabilecek bir bilginin, daha yukarıdaki bir bilginin mümkün olduğu fikri ile konuşmamız lâzım. Şimdi biz şu anda Türkiye’de bir millî varlık –adı da belli; Türk varlığı- meselesinin taarruza uğraması sebebiyle bu meseleleri konuşuyoruz. Bunu atlayıp sanki böyle mücerret bir doğru ile meşgul oluyormuşuz meselesini benimsersek… Durmuş Küçükşakalak: Diller içinde Türkçenin hususî yerine; “Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır.” Cümlesine gelebilmekiçin oradan yola çıkmayı… İsmet Özel: Ha! Şimdi tamam. Onun için de Türkçeye dönmemiz gerekiyor. Bizim yine aldığımız tahsilden, etrafımızda dönüp dolaşan fikirlerden dolayı yaralandığımız husus şu: Bize başından beri –en azından Osmanlı Devleti’nin çöküş fikrinin Osmanlı Devleti’ni idare edenler tarafından benimsendiği zamandan beri- Arapçadan, Farsçadan kopuk bir Türkçe olabileceği fikri öğretildi. Böyle bir şeyle karşılaştık. Galiba önce yıkmamız gereken ön yargı, parçalamamız gereken ön yargı bu. Şuna dikkatinizi çekerim: Arapça ve Farsça yön tayin edici olmadığı şartlarda Türkçe tekellüm edilemez. Sarf-nahiv biliniyor olması Türkçe konuşmayı mümkün kıldı. Türk dilinde aynen Arapçada olduğu gibi “etre-avoir(to be, to have)” fiillerinin mevcut olmaması bunun ispatıdır. Farsçada vardır, Kürtçede vardır mesela. Ama Türkçede yok. Olmayışı gösteriyor ki biz ifade gücünü arapçanın sınırları içinde arayıp bulmuşuz. Türkçe dediğimiz dil Arap saf ve nahvini bilen insanların günlük hayatlarını idame ettirmek için ortaya çıkardıkları dildir. Bu dil Azericeyle, Kırgızcayla, Özbekçeyle, Türkmenceyle, Tatarcayla akraba değildir. Nasıl ki Latinceden Fransızca çıkmışsa Türkçe, arapça gramer bilen insanların günlük hayatlarını devam ettirmek için bu topraklarda, Türkiye topraklarında ortaya çıkardıkları dildir. Yani bu, aynı zamanda telaffuzuyla, aksanıyla da birlikte doğmul bir dildir. Türkçe bir Müslümanın itikadî yerini yaşayarak göstermesine yarayacak bir dil. Birçok örnek verilebilir ama hepinizin bildiği “kaza” örneği öğreticidir. Biz İngilizcede “accident”, Almancada “unfall” denen şeye Türkçede “kaza” deriz; “bir kaza geldi başıma”,”kaza geçirdim”… Ne demek bu? İngilizcede “accident” dediğinizde bir terslikten bahsedersiniz, Almancada da aynısı geçerlidir. Ama biz Türkçe konuşan insanlar kaza geçirdiğimizi, kazaya uğradığımızı, başımıza bir kaa geldiğini söyleriz. Allah istediği için, kaderimizde bu olduğu için oldu; Arapçada “kaza” bu demektir.  Ama Araplar hiçbir zaman kaza geçirdiklerinde “kaza geçirdim” deme. Bunun gibi binlerce kelime vardır. Biz Türkçeyi sadece itikadî pozisyonumuz dolayısıyla benimsemiş insanlarız. Bunu üretmedik, icat etmedik, itikadî pozisyonumuz sebebiyle benimsedik. “Pozisyon” kelimesini kullanıyorum çünkü biz mürted bir toplumda yaşıyoruz. Tanzimat’tan sonra Avrupa medeniyetini ufuk olarak kabul ettiğimiz sırada bile karşı karşıya kaldığımız Avrupaî kavramlarla ünsiyet kurabilmek için –elimizde Arapçadan başka şey olmadığı için, Türkçe konuşmak için- Arapçadan kelimeler ortaya çıkardık.  “İstiklâl” kelimesi bunlardan bir tanesi. Türkler “İstiklâl” deyinceye kadar dünyada kimse istiklâl demiyordu, bu Arapça değil Türkçedir; medeniyet, cemiyet Türkçe kelimelerdir. Bütün bunlar Avrupa’da bilinen bir şeyin Türkçe nasıl söyleneceği sorusuna cevap olmak üzere ortaya çıkmıştır. “Cemiyet” yerine “toplum” dediğinizde haltetmiş olursunuz. Çünkü aten siz onu “sosyete” kelimesinin karşılığı olarak yaptınız. Şimdi biz ilerde bu meseleleri daha da konuşacağız tabi. Meselâ tarih kitaplarında ya da tarih sohbetlerinde çok fazla konuşulan şey: Talas Muharebesi’nden sonra Türkler Müslüman olmaya başladılar, bu süreç o zaman başladı deniyor. Hâlbuki bu sanatkârane bir endişe gütmeden de hakikate vâkıf olmak ümidiyle cümle şöyle kurulabilinir: Talas Muharebesi’nden sonra bazı Müslümanlar Türk oldu. Cümlenin doğrusu budur. Bu fantezi değildir. Türkler Müslüman olmadılar, bazı Müslümanlar Türk oldu. Türkçeye buradan geçelim! Tatarcayla, Özbekçeyle, Kırgızcayla, Türkmenceyle halledilecek bir mesele değil. Türkçe diye bir dil var ve doğrudan doğruya itikadî bir dil. Biz –biraz önce söyledim- li-hikmetin bazı şeylerin izâh edilmesini bilimsel saymıyoruz. İyi ama bize bazı gâvur araştırmacılar da şunu gösteriyorlar ki; Török olarak olsun, Türk olarak olsun, hangi telaffuzla olursa olsun Türk kelimesinin dile gelişi Resûlullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in doğduğu milâdî VI. Asrın ikinci yarısına denk geliyor. Durmuş Küçükşakalak: Arapçada “ö” sesi olmadığı için biz şu anda “Türk” diyoruz aslında. Törk, Török, Törek gibi bir şeyler dememiz lâzım ama biz Türk diyoruz. Çünkü Arapçada “ö” sesi yok. İsmet Özel: İşte! Aslında bu kadar kolay görülebilecek bir şeyi bize görülmesi imkânsız hâle getirdiler. Dolayısıyla bir kere lisân meselesini de itikadî zenginliğimizin yedeğinde ele alabiliriz. İtikadî zenginliğimiz, bize bugün küfür hâkimiyetini kabul etmemeye zorlayan bir şeydir. Yani biz itikaden zengin olduğumuzu iddia ediyorsak küfür hâkimiyetini de reddettiğimizi alenen tebarüz ettirmemiz lâzım. Bunu yapamıyoruz. Bu küfür hâkimiyeti dövi kurlarıyla alâkalıdır, Türkiye’de mekteplerin nasıl işlediğiyle alâkalıdır, bütün şehirlerde toplu ulaşımın nasıl cereyan ettiğiyle alâkalıdır… Küfür meselesi hepsiyle alâkalıdır. Buradan bir şeyleri konumuz dışında sayarak lisân meselesini konuşamayız. “İnecek var!” diye bağırıyorsun toplu taşıtlarda. Ama Âzerîler “Düşecek var!” diye bağırıyorlar. Niyâzi diye Azarbaycanlı bir orkestra şefi vardı. O, Taksim’den binmiş minübüse. Elmadağ’da radyoevinin önüne geldiğinde şoföre “Ben burada düşeceğim!” demiş. Şoför şöyle bir bakmış: “Düşmezsin, düşmezsin!” demiş. Niyazi: “Düşeceğim, düşeceğim!” Şimdi Türkçeye gelelim. Yani Danimarkaca ile İngilizce, Hollandaca ile Almanca nerede nasıl ayrılıyorlar? Onlar tıpkı bizimTürkî diller dediğimiz şeylerle ayrılıklardan daha küçük ayrılıklardır. Düşmek ile inmek nasıl ki bizde biri diğeri yerine kullanılamaz şeylerse orada böyle şeyler yoktur. Farklı bir söz söyler ama paralel bir şeydir. Mesela Alman, cadde için strasse der. Bu aynı zamanda sokak için de kullanılır. Buna İsveçli weg der ama weg kelimesi Almancada yol demektir zaten. Bizdeki düşmek-inmek gibi değil bu yani. Farklı bir kelime var ama zaten o kelime o kelime olabiliyor. Avrupa’da modern diller arasındaki farklar bizim burada Kur’ân’dan etkilenme bakımından doğan farklar sebebiyle önümüze çıkan şeylerden daha yakın orada. Bizim burada hangi kavim Kur’ân’dan etkilenmişse Türkçeye o kadar uzak. Aynı şekilde güya genetik olarak –DNA’lar falan filan bakımından- Türk olması beklenen Bulgarların lisân olarak bizimle hiçbir irtibatları yok. Onlar tamamen Slavik bir dil kullanıyorlar. Bulgarca tamamen Slavcanın bir parçası. Macarca için Türkîk (!) şeyler zikrediliyor ama Bulgarlar için böyle bir şey yok. Hâlbuki söylediklerine göre Bulgarların Macarlardan et kemik hesabı bakımından Türklere daha yakın olmaları lâzım. Her neyse. Dilin menşei dediğimiz şey doğrudan doğruya gönlümüzle alâkalı bir şeydir. Biz ne istiyoruz? Bizim önümüzde Türkçeyle ilgili zorlukların hepsi gayr-ı Müslimlerin –Türkiye içindeki ve Türkiye dışındaki gayr-ı Müslimlerin- başımıza sardığı belâlardan ibarettir. İstiklâl Harbi devam ederken Newyork’ta Ermeni alfabesiyle yayınlanan Türkçe gazete vardı.  Anlatabiliyor muyum? Biz Türkçe nedir falan filan derken herif “Ben de böyle türkçe konuşuyorum.” diyor. Biz bugün vurgularımız bakımından, kelime tercihlerimiz bakımından bilhassa Kur’ân’dan uzaklaştırılmış bir Türkçe ile şekillendirildik. Türkçenin öztürkçeleşmesi falan filan hırgürü içinde -bu benim gençliğimden beri çok rahatsız olduğum bir şeydir- yeter ki Kur’ân’dan uzak olunsun… Bu onlar için kâfi idi. Bu yüzden kelimeler Arapçası reddedilen, Farsçası kabul edilen şeyler oldu. Macera demediler serüven dediler. Durmuş Küçükşakalak: Kur’ân’dan inhiraf aslında. İsmet Özel: Evet. Kur’ân’dan ne kadar uzaklaşılırsa onlar için o kadar iyiydi. Hudud demediler Rumcasını kullandılar;sınır. Türkçe falan değil sınır. Çünkü Türkçe olsa tek heceli olması lâzım. Sınır! Dilin menşei vereceğimiz hesapla alâkalı bir veçhe taşır. Neyi nasıl söyleriz. Biz Kur’ân’da ve Hadîs’te sık sık şöyle ikazlarla karşılaşırız: “Böyle demeyin, şöyle deyin.” diye. Demek ki dil bu tercihleri içine alan bir şey: Öyle demeyeceğiz, böyle diyeceğiz. Yani dilin menşeini öğrenmek istiyorsak, dilin başımıza ne getireceğini bilmemiz lâzım. Durmuş Küçükşakalak: Türkçe’nin Kur’ân-ı Kerîm bağından yola çıkarak şöyle bir hükme varabilir miyiz? Türkler öyle bir dil için niyaz ettiler ki Kur’ân-ı Kerîm’i dilleri derekesine düşürmek yerine, dillerinin Kur’ân katına çıkması için dua ettiler ve böyle bir dil nasip oldu. Bugün Türkiye’de modern bir mesele olarak “Kur’ân’ı anlamak” diye herkesin dilinde dolaşan bir şey var. “Kur’ân’ı anlamak” şöyle olur, böyle olur… Yani Türkçenin Kur’ân’la olan kopmaz bağından yola çıkarak –bugün gayr-ı Müslim Türkçesi ile konuşuyor olsak da gerek dile gelen kelimelerin orijini hesaba katıldığında gerekse cümle dizilişinden, tınısına kadar Kur’ân-ı Kerîm’in birçok bakımdan nüfuz ettiği Türkçede, ne konuştuğunu bilen Türkler nezdinde “Kur’ân’ı anlamak” anlamsız bir şey. Çünkü tekellüm edebilme imkânı olan lisânımız dolayısıyla, esas itibarıyla Türkçeye Kur’ân tab’edilmiş. İçinde yaşanan bir şey. Bu, aşırı bir hüküm mü olur? İsmet Özel: Şöyle: Bunun daha bariz, senin söylediğinden daha bariz bir açıklaması var. Talas Savaşı’ndan sonra Türk olan bazı Müslümanlar cihâdı birinci meşguliyetleri hâline getirdikleri için Allah onlara Kur’ân’la tekellüm etme imkânı bağışladı. Bize İslâm’ı öğreten müderrisler –bize günlük konuşmada malzeme olarak ortalıkta dolaşan şeylerin Kur’ân diliyle nasıl yontulup, yoğrulup nasıl bir şekle gireceğini gösterdi. Bunda tabi kendimizi çok fazla budalalığa kaptırmayalım, az budalalık yeter. Yani bu topraklarda konuşulan dillerinde payı vardı. Ermenice, Grekçe veyahut bilmediğimiz birtakım yerli diller… Bunların da ritmi, sesi bizim Türkçemizin şekillenmesinde rol oynadı. Bu yüzden de biz çok esnek bir ifade imkânı ele geçirdik. Fakat en iyisini konuşmak Kur’ân bilenlerin elinden, dilinden geldiği için doğrultu o idi. Durmuş Küçükşakalak: Ana rengi o verdi. İsmet Özel: Tabii. Onun dışına çıkmakla halledilmedi iş. Onun dışına çıktığın zaman halledilmez hâle geldi. Allah’ın kendilerine Türkçeyi bahşetmiş olduğu insanlar bunun kıymetini bildiler. Ve bu şekilde şiir ezberlediler. Yunus Emre’nin şu anda Türk toprakları denilen yerlerde 7-8 tane mezarı olmasının îzâhı budur.Adam “Yunus Emre burada yatıyor.” diyor. Orada yatmıyor hâlbuki. Bunu söyleyebilmesi için adamın o metinlere sahip çıkmış olması lâzım. Mustafa Deveci: İnsanlar da Allah’ın vermiş olduğu hediyeyi şükürle karşıladıkları için Allah artırdı. İsmet Özel: Tabii ki. Mustafa Deveci: Böyle böyle bir yere geldik… İsmet Özel: Geldik, diyorduk ki inkılâplar geldi başımıza. Madem Türkleri yok edemedik, dillerini yok edelim dediler. Gâvur dillerine nispet edilen bir Türkçe üretmeye başladılar. Bize yapılan en büyük kötülük Kur’ân’dan müstakil bir Türkçenin etkili ve muteber kılınmasıdır. Mustafa Deveci: Biraz önce kısmen bahsedildi ama o hususun biraz daha tebellür etmesi için bir soru tevcih edeceğim. Lisânımızın ahengi hususunda; telâffuzu, musikisi hakkında neler söyleyebiliriz? Türkçemizin Kur’ân-ı Kerîm’i tecvitle okuma hususunda hassasiyet sahibi insanların dilinden dökülmüş olduğunu söyleyebilir miyiz? Kur’ân tilâvetinin, Kur’ân’la kurulan münasebetin dilimizin telâffuzuna tesiri ne şekilde olmuştur? İsmet Özel: Bunu misallerle anlamak çok daha kolay. Bir kere işte “Türkî lisânlar” dediğimiz lisânlar: Tatarca, Özbekçe, Kırgızca, Türkmence, Azerice… Bunları kelimeleri tefrik etmeden işittiğin zaman, belli bir mesafeden sana Türkçe gibi gelmez. Çince gibi geldiği olur, Rusça gibi geldiği olur, Japonca gibi geldiği olur, Farsça gibi geldiği olur. Meselâ Azerice, biraz uzaktan insana Farsça gibi gelir. Şimdi peki Türkçenin kendine mahsus bir tınısı var mı? İşte bunu, güzel Kur’ân dinleme şansına ermiş olan insanlar anlayabilirler. Türkçe Arapçanın değil Kur’ân-ı Kerîm’in okunuş tarzına uygundur. Yani pek Arapçaya benzemez. Ama Kur’ân tilâvetine benzer. Nasıl ayetleri, sûreleri okurken bitişte iddiasız bir şey vardır. Deklarasyon bile olsa cümlenin sonu söner. Türkçe de böyledir. Türkçe’de Kur’ân okunuyor gibi konuşulur. Cümlenin sonu aşağı doğrudur. Onun için bugün televizyonlarda, radyolarda Türkçe konuşamıyorlar çünkü onların haber olarak iletmek istedikleri şeyler son hecenin vurgulanmasını gerektiriyor. “Gitti!” diyorlar hâlbuki biz “Gitdi.” diyoruz. Dilenciye onu anlatmaya çalışıyor. Hâlbuki biz konuşurken böyle konuşmuyoruz. Türkçe Kur’ân okunuşu gibi, ritim olarak o konu benimsenmiştir. “Adamın söylediği dinleniyor.” dediysen daha önce Kur’ân, -hatta buna Mevlîd’i de ekleyebilirsin- Mevlîd dinlemişliğiyle bağlantılıdır o. “Bu adam güzel konuşuyor.” dedinse daha önce o adam Kur’ân dinlemiştir. Kur’ân-ı Kerîm orijinali itibariyle öyle bir ritme, müzikaliteye öyle bir binaya sahiptir ki bundan etkilenmemek, bunun düzeninden istifade etmemek imkânsızdır. İnsanlar arapça bilmedikleri halde Kur’ân dinledikleri zaman o işleyişle kendilerini karşılaştırmak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla insan nasıl yükseldiğini, nasıl irtifa kazandığını bilmeden yukarılarda oluyor. İnsanları Kur’ân dinlemekten uzak tuttuğun zaman onların ahlâklarını bozuyorsun. Bir sûreyi baştan sona dinleyen birisinin hiç kimseninfarkına varmadığı bir yapıyla alâkadar olması vuku buluyor. Hele de insan bunun “Kur’ân-ı Kerîm” olduğunu biliyorsa fayda biraz daha yukarı çıkıyor. Şunu da unutmayalım ki Resûlullah’ın kendisi de Kur’ân dinlemekten hoşlanırdı. Şimdi insanlar yü sene önce tecvidli Kur’ân okunduğu zaman kendileri okuyamasalar dahi bundan bizim ölçemeyeceğimiz derecede büyük bir zevk alıyorlardı. Bunun sebebi de Kur’ân bilgisiyle estetik yapısı tanzim edilmiş bir dünyada yaşıyorlardı. O insanlar iyi, doğru, güzel konusunda belli bir yön sahibiydiler. Aynı zamanda atmosfer de bununlaydı. İşte bu insanların savaşı, ticareti, misafirperverliği, sosyal hayatları doğru ve güzel bir biçimdeydi. Bugün gayr-ı Müslimin Türkçe konusunda uzman olması imkânsızdır. Irgat kelimesinin Yunanca kökenli olduğunu bilmek Türkçeyi bilmek değildir. Müslüman bilir ırgat kelimesinin ne olduğunu. Ve bu yüzden içimizdeki gâvurlar bizim söylediklerimizi bir türlü anlayamıyorlar. Çünkü kendi dünyalarında bu yok. Yani anneleri babaları onlara böyle bir şey göstermedi, böyle bir şeyle temas etmediler. Durmuş Küçükşakalak: “Unspeakable Turc / Konuşulamaz Türk” sadece zihin işleyişi bakımından, mantık yapısından dolayı değil somut olarak dilinden dolayı da konuşulamaz. İsmet Özel: Evet, onların dünyası ile irtibat kurulamaz. Türkçeyle, onların dünyasıyla irtibat kurulamaz. Mustafa Deveci: Bu çalışma esnasında üzerinde teksif olduğumuz zaman ortak kanaatimiz şu oldu: Türkçenin şu andaki telâffuzunun Türkçeyle ne kadar münasebetsiz bir durumda olduğunu fark ettik. Şöyle bir şey diyebilir miyiz? Esas itibariyle Kur’ân’dan ve Hadîs-i Şerîf’lerden neşet eden bir lisân olduğu için hem yazım kolaylığının husûle gelmesi için hem de doğru anlaşılmayı temin etmek için telâffuzda şimdikinden farklı bir zenginlik olduğu kanaatindeyiz. İsmet Özel: Ne demezsin! Mustafa Deveci: Meselâ “ihtiyar” derken tamamıyla orda çok net bir “hı” “خ” olmazsa bile onun “ha” “ح” değil, “he” “ه” değil, “hı” “خ” olduğunu karşıdaki dinleyene ulaştıracak derecede bir telâffu zenginliği olduğu ve bunun da şu an yok edildiği kanaati hâsıl oldu bizde. Durmuş Küçükşakalak: Yani yazı ile telâffuz birbirini tamamlıyor. Giderek yazı tellâffuzu belirliyor. İsmet Özel: Hiç şüphesiz. Meselâ bu modern Avrupa dillerinde çok barizdir. Yani birisi anadilini mi konuşuyor, öğrendiği dili mi konuşuyor? Beş dakikada anlarsın. Çünkü onlar bizim gibi harflerini değiştirmediler. Onlar, evet öyle yazılır, öyle okunur ama onun öyle olduğunu bilen, çocukluğundan beri öyle eğitilmiş insanlar vardır. Ve onlar birbirlerine sölerken de dinlerken de onlar için otomatik bir şeydir o. Bizde tabi kasıt Türk milletini yok etmek olduğu için önce onun musikisinden başladılar. Türk musikisini yok ettiler. Şimdi de sıra lisânın tamamen mahvına geldi. Meselâ bu anayasa çalışmaları da hiç şüphesiz ki Türk milletinin olduğu kadar Türkçenin de sıfırlanmasında çok büyük mesafe kat edecektir. Şimdi dikkat edin bu anayasa meseleleri konuşulurken 1921 Teşkîlât-ı Esâsî Kanunu’nun yahut Kanun-u Esâsî’nin Türkçesinden bahsedilir. Çünkü o zaman tıpkı İstiklâl Harbi’nin endişeleri gibi ifade derdi de var. Ve bizim 1921 –eğer anayasa diyeceksek- anayasamız 1924, 1961, 1982 anayasalarının hepsinden çok daha sağlam Türkçesi olan bir metindir. Bu tabi yazıyla çok alâkalı bir şeydir. Daha 1921’deyiz 1928’e yedi sene var. Ve o zaman böyle hassasiyetler gösterilmiş. Tabii ki telâffuzda yazılışa bağlı olarak kasıtlı inhiraflar da ma’nâya tesir eder. Nasıl yazıldığını bilirsin ama o şekilde okursun ki karşındaki çıkmaza girebilir. Biz tabi böyle zenginlikleri mühim saymak seviyesinin çok altına düştük. Şimdi insanlara bunu anlatamıyorsun artık. Çünkü bir de o var: Dünya sistemi dediğimiz zulüm mekanizması kendinin rahatlıkla kullanabileceği unsurları muteber alanlara çekiyor. Aşağıdan yukarıya çıkarıyor. Dolayısıyla o insanlar ulaştıkları şeyin o kadar önemli şey olduğunu biliyorlar ki onun için feda edilen, ödenen ücreti hiç önemsemiyorlar. Bu arada Türkçe kalkmış. Herif cumhurbaşkanı olmuş, Türkçe olsa ne, olmasa ne olacak? Mustafa Deveci: Harflerimizin yazılması, Türkçenin resmedilmesi hususunu sual edeceğim. Yani İslâm harflerinden, Kur’ân harflerinden istifade edişimiz, Kur’ân hafleriyle yazıyor olmamız, hat sanatıyla münasebetdâr oluşumuzun hikâyesi hususunda neler söylemek istersiniz? Neşet edişi, terakki edişi ve inkıtaa uğraması… Bu safhalar hususunda ne söylersiniz? İsmet Özel: Ben bu konuların uzmanı değilim ama bu bahis açıldığında hep söylediğim şey şudur: Bugün bütün Arap dünyasında gazete ve kitap yayınında kullanılan “rika” harfleri İstanbul’da icat edilmiştir. İcat kelimesi sevimli bir kelime değil ama böyledir. Türkler o tarz yazmamış olsalardı bugün Arap diye bildiğimiz insanlar matbuatta yaygın bir şekilde kullandıkları rika harfleriyle neşriyat yapamayacaklardı. Bu bakımdan bizim, Türk milleti olarak bu yazıya yabancı gözle bakmamız ihanetin de ötesinde bir alçaklıktır. Bu bizim yazımızdır. Bu Arap harfleri değildir. Çünkü bizim birçok kelimemiz böyle yazıldığı için doğmuştur. Yazıdan sonra kelime gelmiştir. Yani “Şöyle bir kelime var, onu nasıl yazalım?” demediler. Öyle yazdıkları için artık öyle kelimeler oldu. Şimdi bahsi bitirmeden önce meselâ bu “Harf İnkılâbı” dedikleri tuhaflık büyük bir cehaletten doğuyor, bunu bilelim. Çünkü insanlık tarihi boyunca yazıdiye bir şey var: İşte hiyeroglif, çiviyazısı, Çinlilerin, Hintlilerin kullandıkları alfabeler vesaire. Alfabe diyemiyoruz onlara çünkü alfabe alfa betadan geliyor. Onlar başka şeyler yapıyorlardı. Şimdi burada büyük bir cehalet, büyük bir ihanet var. O da nedir? Fenikeliler bu telâffua uygun, çıkarılan sese uygun işaretler sistemini kurdular. Onun için Resm-i Arabî deniyor. Yani Arapça ses var, onu resmediyorsun. Bunu Fenikeliler buldu ve Fenikelilerin bu icadından sonra, yani sesin resminin yapılmasından sonra Yunanca konuşanlar bunu Yunan alfabesi yaptılar. Latince konuşanlar bunu Latin alfabesi yaptılar. Aynı şeydir. Onun için “alef” ile “elif” aynı şeydir. İbraniler kendi konuştukları dillere uygun işaretleri kullandılar, Araplar da kendi konuştukları sözlere uygun resimler yaptılar. Mustafa Deveci: Rakamlarda da benzeşme var. İsmet Özel: Tabi. Şimdi Yunanlıların bir harf inkılâbı yapmasını düşünebilir miyiz? Mümkün değil. Çünkü dediğim gibi bu bir sistemin kendi bünyelerine uyarlanmasından ibarettir. Aynı şey bizim için de söz konusudur. Bizz Müslüman olduğumuz için bir şey yazmak gerektiğinde Kur’ân’ın yazılmış olmasından istifade ettik. Yani “Kapıyı kapa.” derken onu yazmamız gerektiğinde Kur’ân’dan istifade ettik. Muammer Parlar: Arap harfleri değil aslında. Denilecekse İslâm harfleri denilebilecek bir şey. İsmet Özel: Tabi. Şimdi düşünün Çinliler ve Japonlar bizim kullandığımız sistemi kullanmıyorlar. Onlara göre seslerle yazı arasında bir irtibat asla yok. Orada esas olan şey ma’nâ ile işaret arasındaki irtibat. Benim başımdan geçen bir şey var: Yolumun üzerinde Yutaka diye bir Japon Lokantası gördüm. Japoncanın da Altayik bir dil olduğunu bildiğim için, bu yutmakla falan alakalı bir şey mi acaba dedim? Bilgi Üniversitesinde o sıralar ders veriyordum. Japonca öğretmenine sordum: Yutaka ne demek? O da bana dedi ki: Yutaka zenginlik demek, Toyota ile aynı yazılır dedi. Toyota da zenginlik demekmiş. Anlatabiliyor muyum? Durmuş Küçükşakalak: Sesle hiç alâkası yok. İsmet Özel: Hiç alakâsı yok. Bir Japon toyota dediği zaman da öyle yazıyor, yutaka dediği zaman da öyle yazıyor. Muammer Parlar: Birisi ma’nâyı resmediyor. Diğeri sesi resmediyor. İsmet Özel: Evet. Bu harf inkılâbıyla bize yapılan kötülüğün derecesini ölçmek mümkün değildir. Adamlar böyle bir tuhaflığı reddedip “Arkadaş toyotayı da yutakayı da aynı mı yazacağız?” diye düşünmüyorlar. Devam ediyor o. Üstelik şu kadar işaret var diyorlar. Çünkü Çincede ve Japoncada her ma’nâya bir işaret bulduklarından yazmak için onları hep öğrenmek gerekiyor. Bunun için bakıyorsunuz Çince ve Japonca lügatler meselâ batı dillerinde böyle kalın kalın şeyler. Çünkü çok yer tutuyor. Ma’nâ çıktıkça yeni bir işaret de çıkıyor. Durmuş Küçükşakalak: Biz bu çalışmayı yaparken, lügat ve sözcükleri incelerken şu da dikkatimizi çekti: Türkçede Farsça kökenli diye bildiğimiz bazı kelimeler de aslında Kur’ân menşe’li. Aynı veya yakın seslere sahip Arapça ve Farsça kelimeler ma’nâ olarak da yakın ama lügatler Farsça kökenli dediği için bi de öyle kabul etmek zorunda kalıyoruz. Meselâ –hafif ağız değişikliğiyle- şirkin Farsçada çirk olduğu gibi, kahraman gibi… Yani onlar da aslında Kur’ân kökenli. Farsça diye bildiğimiz birçok kelime de Şiîleşmemiş Farisîlerin konuştukları dilden aldığımız kelimelerden müteşekkil. İsmet Özel: Tabi ki öyle. Bunu insanlar gördükleri tarih terbiyesiyle anlamıyorlar. Çünkü onlara hiç böyle bir şey anlatılmadı. Her milletin kendine mahsus bir hayat kaynağı var. Bizimki de Kur’ân-ı Kerîm. Araplardan daha çok! Durmuş Küçükşakalak: Türkün Dili Kur’ân Sözü adını verdiğimiz bu çalışmaya emeği geçen arkadaşlara; başta Mehmet Ali Yeşil ve Halit Çete olmak üzere, Halil Özkan’a, Mehmet Nevruz’a, Mustafa Işık’a, Mustafa Karakurt’a, Murat Çekirdek’e teşekkür ediyoruz. Size de tekrar teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun. İsmet Özel: Cümlemizden. Yine devam ederiz. Bu işlere bizden başka insanlar da heves eder inşallah. Türkün Dili Kur’an Sözü TİYO YAYINLARI Yayın Tarihi    2013-03-25 ISBN  6058615106 Baskı Sayısı    1. Baskı Dil       TÜRKÇE Sayfa Sayısı    568 Cilt Tipi          Karton Kapak Kağıt Cinsi     Kitap Kağıdı Boyut  13.5 x 19.5 cm
adminadmin