Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 29-10-2017 13:07   Güncelleme : 29-10-2017 13:09

Zeugmalı Çingene Kız Büyük İskender Efsanesi

Başlamadan okumaya derin bir nefes alalım. Derin çok derin olsun…

Zeugmalı Çingene Kız Büyük İskender Efsanesi

Zira altımızda atımız olmasa da kalemimizin kıvılcımlar saçacak ucuyla, bir cümlemizle Yunanistan’da bir cümlemizle Anadolu’da, gece Şam’da, gündüz Hindistan’da olacağız. Susadıkça Dicle’nin suyundan içeceğiz, acıkınca Çin sokaklarında iğrenç zehirli akrep kızartması yiyecek değiliz elbet, bıldırcın suyuna çorba ile nefsimizi körelteceğiz. Sonrasında yolcu yolunda deyip, güneşin battığı yerlerden doğduğu yerlere, “ölülerin ölüleri” gömdüğü diyarlara sürükleneceğiz saba rüzgârları ile mürekkepten yollarda. Ama baştan anlaşalım, yeryüzü bozguncuları Yec’cüc ile Mec’cüc çıkarsa karşımıza ben kapatır mürekkep hokkasını ardıma bakmadan dönerim evime. Siz de artık bir güvercin uçurursunuz Makedonya Kralına;

-Eyy yüce Filipe gönder Asya Fatihi oğlunu, darda kaldık Orta çağ dehlizlerinde diye. Ama durun zamansız seslenmeyin tarih çukuruna, önce oğlun doğması gerek değil mi ya!

M.Ö 356, Temmuz’un 20’sinde bir erkek bebek dünya gelir. Göktaşları yağar doğumun şerefine, cama iki kartal konar, yıkılır Artemis Tapınağı Makedonya Krallığında. Doğan, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük komutanlarından Kral Filipe’nin oğlu Büyük İskender’dir!

Gelir gelmesine de! Sen geride söylenenleri duyma yine de kral. Kral da olsan ihanettir her erkeği yıkar!

Oğlun için, büyücü Mısır Kralı Nectanebus’un tanrı Ammon kılığına girerek, karın Olimpia ile beraber olmasının mahsulüdür deniyor, tarihin sokak fısıldaşmaları arasında. Üzgünüm Filibe ateş olmayan yerden duman tüttüğü görülmemiştir ya seni de kurtarmak gerek bu çift boynuzlu tarih ihanetinden.

Amannn…sende olmadı basarsın inkarı benim oğlum Büyük İskender, o sizin bahsettiğiniz iki boynuzlu Zülkarneyn’dir, Hızır içerken Karanlıklar Ülkesindeki pınardan mezkur ab_ı hayat suyunu, Mısırlı çobanın kavalının peşine takılıp içememiş sudan İys’in neslinden olan akılsız diye. Gılgamış olsa bırakmazdı dostu Endiku’yu yanı sıra, senin ki bir ölümsüzlüğe satmış bak seni deyip dil altından boğuver yergiye…

Taberî, sen de bulandırmışsın suyu iyice, zaten çocuk paylaşılamıyor tarih atalarının arasında senin ki ne iştir, o çocuk asıl İran Hükümdarı Dârâb’ın oğlu söylentisi rivayetinde. Keza Meryem’in, nerden peydahladın bu çocuğu çaresizliği yaşanırken geçmişte şimdi nasıl açıklayacaksın bu tezatlığı milenyum feministlerine!

Büyük İskender, Zülkarneyn, Darab’ın oğlu artık her kimse… doğan çocuk büyür, ilk kelimesini söyler; Pers te pers! Etrafı pek bir huzursuzlanır nedir bu pers? Çocuktur istese istese çikolata ister denir kapatılır bahs!

Ama anlar çakal Kral!

-Nettin oğul sen der? Ben pek bi yaşlandım kılıcını parlat, Aşil’in kalkanını al eline, de get başımdan zavallı çocuk, kurtar atlası perslerin elinden! Bundan gayrı çocukluğunu yaşayamayan genç oğlan dünyayı top olarak görür, alır eline bir çomak vurdukça vurur neresine rast gelirse, çanağı çömleği patlatır. İnsanoğlunun en kanlı savaşları da yeryüzünde bundan sonra başlar. Ruhlar vücuttan kurtarılır, kız böcekler safran gözyaşları döker, küçük sinekler ağa takılır, sığ sularda fırtınalar koparılır, okyanuslarda büyük balıklar küçük balıkları yer.

Yüz yıllık savaşları bitirip de düğün yolunda bir bıçak darbesiyle Kral Flipe ölünce tahta bizim diyesim gelse de bizim olmayan, topu topu bir ellilik boyuyla bir adam geçer. Kıpkızıl öfkesiyle atar kendini kanlı savaş meydanlarına. Herkesin Çikolata sandığı Persleri takar uzun mızraklarının ucuna, Granikos’tan Perge’ye oradan bizim Ankry( bildiğimiz Ankara) oradan Kilikya üzerinden güneye iner. Suriye, Fenike, Mısır’a kadar ilerler, İskenderiye’ yi kurar,…bedeninde çingene çivisi çakılı bir ağacın gölgesine çöker, bi soluklanalım pek bir yorulduk abi der!

Soluklanırken de boş durmaz, garip diyarlara seferlere gider. İnsan yiyen zenciler, çırılçıplak gezen kavimler, ağaçlarının konuşup insanlara nasihat verdiği diyarlarda fetihler yapar… Durmayın üzerinde mittir olacak o kadar metaforik abartılar!

Her ne kadar Yunan mitlerinde tanrılaştırılmaya çalışılsa da çok da mütevazıdır, Büyük İskender! Bir savaş sırasında akan kanına bakıp, şöyle der Seneca’ya  ; “Herkes istediği kadar benim Jüpiter’in oğlu olduğuma yemin etsin dursun bakalım, şu yara benim insan olduğumu haykırıyor.” Yani çokta şey etmeyin beni o kadar!

Etmiyoruz zaten Aristo’dan bile zılgıtı yemişsin diye duyduyduk ta inanmamıştık oysa. Yerküre imparatorluğunu kuran, koskoca efsane Şehriyara söylenecek söz müdür;

-“Gölge etme başka ihsan istemem senden” demek. Ey Aristo felsefe yapmışsın yine düşündürdün bak, anahtar kilit bu sözde mi saklı tüm gerçek!

“Şimşek çakıyor, gök gürlüyor, bir kadının karnının üstüne yıldırım düşüyor. Yıldırımın açtığı yaradan büyük bir ateş fışkırıyor.” Ne oluyorsa bundan sonra oluyor. Kadının acısı gözlerine vuruyor. İskenderiye’nin en tepesine konan on köşesiz yuvarlak tılsımlı aynadan yansıyan o gözyaşı o gün bu gündür akıyor. Bizim asıl hikâyemizde bundan sonra başlıyor!

Kuzeyde bir şehrin; “tozlu, yabani patateslerin” yeşilimtırak ve kahverengi renklerinin yemek masasına yansımadığı, kafa kurcalayan mucizelerin yaşanmadığı sessiz sakin mutfağının, damla şarap akıtmayan musluğunun hemen solunda, pembe olmayan beyaz pervazlı penceresinin hemen sağındaki fayansların üzerinden bir çift göz tüm gün beni izliyor. Gözleri hep üzerimde! O geldi diye ne göktaşı yağmuru yağdı ne iki kartal kondu pencereme. Yine de mor menekşeler, beyaz begonyalar yetiştirdim görünmeyen bedeninde.

Onu ilk olarak nerede gördüğümü hatırlamıyorum. Eski bir madalyonun arka yüzünde başında üç tacıyla savaş arabasının üzerinde mi, bir müzede mi yoksa bir kaldırım kenarında mı?

Evet, galiba böyleydi. Kaldırımdaydı Çingene Kızı!

İlk nesi dikkatimi çekmişti?

Yarım yüzümü, alnındaki saç kıvrımları mı, gözleri mi?

Yoksa yoksa sadece gözlerindeki korkuyla karışık cesaret kıvılcımları mı?

Hayır, boynu değildi kesin! Yok çünkü boynundan aşağısı. Uzun bir boynu olup olmadığını hiç bilemeyeceğim mesela! Bir garip tutku ona hissim. Acayip, açıklamasız ondan etkilenişim.

Hülyalı bakışlarında ki melankolinin tesiriyle kendimce kesin kadındır dedim. Erkek mi, kadın mı, çocuk mu? Bunu dahi öğrenemeyeceğim. Ama olsun tutkunum ya benim dünyama bir şekilde girmişti ya gerisinin ne önemi olabilir? Ağzı görünmüyor, çalınmış dudakları. Görünseydi kıvrımlarında ağlamaklı bir tebessümün kırık izleri olurdu kesin. Hayal perilerimin iknasıyla kucağında bir kitap olmalı diyorum; dünyanın ilk kahramanlık hikayelerinin masum insanların kanlarıyla nasıl yazıldığını anlatan, sayfaları arasından kan damlayan bir kitap. Zamanın sarkacında elsiz ayaksız bedensiz bir kadın var karşımda. Keşke diyorum keşke ellerini görebilseydim. Sönmüş bir mum olmalı mutlak sıkıca kavradığı parmakları arasında, yedi kollu gümüşten bir şamdan içinde. Avuçlarında bembeyaz sabun köpüğü, eteklerinde gül yaprakları. Kıpkızıl gül yaprakları. Pandora’nın kutusundaki, son çare umutları doğuruyor olmalı, rahmi kan içinde. Elleri diyorum, ellerini görebilseydim “Buzlar Bakiresi” olup olmadığını anlardım duruşundan!

Asıl bakışlarıydı beni kendine tutsak eden. Evet bakışları! Bakışı tuhaftı! Konuşamadığı için değildi elbet tuhaflığı. Konuşmadığı halde konuşuyormuş gibi baktığı içindi.

Bir şeyler diyordu ama ne?

Yumuşak değil, kahverengi bir huzursuzluğun yalnızlığında hayatın kenarına itilivermiş gibi sert ve şaşkındı o bakışlar! Ona bakıyorum zaman zaman, her kaçamak bakışımda beni yakalıyor. O da bana bakıyor. Ben ona bakmasam da o bana bakıyor! Yaralanmış bir onur yüzünden buğulanmış gözlerle bakıyor. Belki yorgun, çokça tedirgin. Nefes nefese gözyaşı dökmesine izin verilmemiş de ağlaması gözlerinde değil boğazında düğümlenmiş gibi! İşte şimdi tam gediğe geldi söz, yerleştirelim yerine bir daha kimseler demesin bu Çingene kız Büyük İskender’ midir diye!

Ayıp olmuyor mu? Siz İskender’in kılıcını duymadınız her hal. Öküz Kağnısının, Zeus Tapınağının kapısına kızılcık dallarıyla bağlanıp üzerine atılan Gordion Düğümünü bir hamlede kılıcıyla kesip Asya Fatihi olan İskender’in gücünü. Kördüğümü çözmüş hileyle de olsa, boğazına düğümlenecek gözyaşını, Gordion Tapınağının sütunlarına heykel diye dikmez miydi o hırsla! Zaten “yumuşak” değil dedik bakışlar, anlayana.

Yanlış anlaşılmasın küçültmedik Efsane komutanı tarih önünde. Feth edilecek yer kalmadı diye oturup bir söğüt altına ağlayacak kadar da naif bir adam olduğunu duymuş idik tarihçilerden, onların yalancısıyız nihayetinde. Zatî bütün şehri yakıp, şair Pindaros’un evini yakmamıştır ya özeldir yeri bizde. Tarihçiler siz düşünün Kallisthenes’i nasıl da tıkıvermişti hapse.

 Ha! Bir de Aristo’nun aklına uyup bir ülkeyi tamamen yok edebilmenin yolunun kütüphaneleri yakmak olduğunu sanıp yakmasaymış Persapolisi, kelimelerimiz saygı duruşunda bile geçerdi önünde.

“Papatyaları kızıla döndüren İskender mi yoksa iki misli kan döküp kan tarlalarında papatya yüzdüren Cengiz Han mı büyük” varın kapıştırın şimdi tarih nezdinde. Dalı yeşermeyenlerin haklı öfkesinin gazabına uğramadan bu bahsi kapatalım biz iyisi mi edebice.

Zeugma’da bir villanın yemek odasının tabanında bir Çingene Kız bulunmuş.

Yalnız bir kadın. İtici değil, asil bir duruşu var. Biraz vahşi çokça korkmuş! Lakin lanet okur gibi isyankâr. Kendini savunamayan suskunluğuna inat olabildiğince isyankâr deli bir bakış! Kuşkucu, endişeli belki de gizli bir günahının ödenmemiş bedelinin acısını çeker gibi gözaltı çizgileri. Beni duysaydın sana şöyle derdim Zeugma’lı kız: Bakma öyle günahkâr gibi ben ki hiç düşünmedim bir elmayı ısırırken, cennetten kovulmanın suçu Havva’nın kızlarındadır diye.

Yer yemek odası, zemin taban! Nedense hiç şaşırmadık yer ve zemin ikilemine. Cümlelerimin neresine bassam devriliyor, tıpkı Çingene kızının üzerine devrilen sütunlar gibi. Kadının yazgısı diyorum hiç mi değişmez nesiller boyu.

Meryem Ananın bitmeyen çilesi aynı, halen kral çocukları kral, güçlüler ezen halk ezilen, tarantulalar halen zehirli çiyan tarantula… Roma kenti Zeugma’dan bir kadın, çığlık çığlığa bağırıyor mutfağımda. Munch’un kan donduran çığlığını atan mumya Mummy duysa, ruhunu bir kez daha teslim ederdi kesin tanrıya.

O günlerde de bir şeyler yolunda gitmemiş bu günde öyle. Delirmekle akıllı kalmaya mecbur olmak arasında gidip gelen insanların telaşı var bu kadında da! Birileri kırmızı altın sülün gibi sakince geçip giderken hayattan, birileri kuytu köşelerin karanlığında İspinoz kuşları gibi kafeslerde!

Kulağımda Aristo’nun Büyük İskender’e söylediği sözler: “İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin, birbirleriyle savaşınca kendini hakem olarak kabul ettireceksin ama anlaşmaya giden tüm yolları tıkayacaksın!” Tek dünya devleti kurmak için! Tanıdık geldi mi bu sözlerin gerçek izdüşümleri yaşadığımız çağda. İşte tarihi izlemek bu yüzden önemli!

Mütevazı bir Samsun mutfağının, mavi şeritli fayans duvarında asılı, sahte bir mozaik tablonun söylettirdiği sözler bunlar. Bakışlarımı tablodan dünyanın doğusunun en ortasına çeviriyorum. Aynı zalimce yıkımlar, insani bekleyişler, insanlık dışı sürgünler, vahşi ölümler.

Adın Menad ya da Demeter ya da her ne ise! Tarih tekerrürde Zeugma’nın Çingene Kızı tarih tekerrürde. Siz de nasıl bir gözle bakıp benzettiniz ise bu kızı Büyük İskender’e, kulağındaki koca küpelerde mi çelmedi aklınızı olamaz diye. Rivayetlerdeki büyük komutan tasvirine göre kulağında küpe değil de göğe doğru şahlanmış Bukefalos’un üstünde resmedilmesi yakışık almaz mıydı, cam-ı cihan nümâ sahibi, Nuh evlatlarından Yafes’in oğlunun resmine.

Hikmete derin kuyular kazmadık, sadece ehli anlasın, diğerleri hikmetin sırrını çözemesin diye. Kördüğüm misal bir sırrı çözemediğimizde düğümü kestik biz de.

Demek ki neymiş; Tarih tekerrürden ibaretmiş!

Kadın erkek fark etmez,

İnsanız yükseliriz ve düşeriz miş!

Büyük İskender ishalden ölmüş! Büyüklükte bir yere kadarmış!

Hikemi düşünceler efsanelere karışmış, hikâyenin de hepsi buymuş…

Kız sen de “deve büyüklüğünde yumuşak ayaklı garip yaratıklara” bakar gibi bakma insanlara delice. Gözünün üstünde ki kaşlar yarım ay savaş kalkanlarına benzetilse de senden savaşçı Amozon kadını olmaz yine de. Aldırma söylenenlere, sen de rahat bir kadın nefesi al geçmişin Roma şehri Zeugma, bu gününün Nizip’indeki mozaikten evinde.

Ne diyorum biliyor musun(bakma bana öyle hala mı bitmedi sözün diye) ;Epeyce kalem koşturttuk pek bi yorulduk. Ne dersin bu gün yemek yapmasak da çıkıp İskender mi yesek Çiftlikte...

Recep YAZGANRecep YAZGAN