Fikir
Giriş Tarihi : 12-01-2020 09:00   Güncelleme : 12-01-2020 09:00

Avrupa Birliği’ni Daha İyi Anlamaya Dair Bir Adım

Avrupa Birliği, inşaını zarurî kılan şart ve maksatlar, kurumu izah adına izafe edilen kavramlar ve teşekkül ettirilmiş müesseseleriyle, çetrefilli-karmaşık anlama ve anlamlandırma sürecini haiz bir yapı hüviyetindedir. Mevzu bahis tüm parametreler üzerine yoğun fikir teatileri çerçevesinde sürekli bir dönüşüm-gelişim içerisinde olan, bazı açılardan “milletler üstü” ve bazı açılardan ise “milletlerarası” kurum mahiyeti taşıyan bir müessesedir. Bu görüntüsüyle birçok araştırmaya ve çalışmaya da mevzu olmuştur.

Avrupa Birliği’ni Daha İyi Anlamaya Dair Bir Adım

AVRUPA: BİR GEÇİŞ SÜRECİ

Bu kuruluş, kimilerinin, federatif yapıya sahip bir “Birleşik Avrupa Devletleri” ümidini zihninde canlandırabilmesine imkân sağlamasına mukabil; devletler, kurumlar ve halklar incelenip yaşanan hadiseler sonrası doğan tepkiler göz önünde bulundurulduğunda, nihaî olarak varacağı noktanın bu olmadığı yönündeki gerçeklik aksetmektedir.

 

Bu çalışmada yukarıda bahsettiklerimiz çerçevesinde Luuk Van Middelaar’ın Avrupa Birliği’nin hâlihazırdaki duruma, hangi fikirler, kurumlar ve gelişmeler ışığında evirildiğini izah ettiği “Avrupa: Bir Geçiş Süreci” eseri incelenecektir.

 

Genel Hatlarıyla “Avrupa” ve “Avrupa Birliği” Fikri

Feodalitenin çöküşüyle beraber amansız bir güç mücadelesi merkezine dönüşen ve neticesinde savaşların eksik olmadığı yaşlı kıta Avrupa’da, devletlerin müşterek paydalarda bir araya gelerek istişarede bulunması fikri, Osmanlı genişlemesinin durdurulması, din-mezhep savaşlarının nihayete ermesi, devletlerarası mücadelenin uygun bir zemine taşınması gibi konjonktürel düşünceler çerçevesinde müteaddit defa dile getirilmiştir. Bu yönde girişimler de olmasına rağmen 1951’de kurulan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’na kadar reel bir adım atılamamıştır.

 

1914-1945 arası dönemde, Avrupa, tabiri caizse yerle bir olmuştur. Savaşlar neticesinde büyük bir yıkımın yaşandığı Avrupa’da barış, refah ve gücün tesisi için devletlerarası işbirliği zarurî hâle gelmiştir. Avrupa Birliği esas olarak bu zaruretin tezahürüdür ve işbirliği hususunda kimi devletler iktisadî çıkarları öncelerken, kimileri ise ortak bir değerler sistemi oluşumu ve global nüfuzun artırılması amaçlarını öncelemektedir. Elbette burada belirtilmesi gereken bir diğer husus ise Avrupa’da amansız savaşlar yaşanırken Amerika’da üretim hadleri artmış, stoklar birikmiş ve bu biriken malların satışı için pazar arayışına girişilmiştir. Yani II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın yeniden kalkınması ABD’nin de önceliğidir. Zira Truman Doktrini ve Marshall yardım planıyla bunun için faaliyetlerde bulunulmuş; birleşik Avrupa fikri de desteklenmiştir.

 

Middelaar, “Avrupa: Bir Geçiş Süreci” kitabında Avrupa Birliği’ni üç temel kavram üzerinden izah etmektedir. Bunlar sırasıyla devletler, vatandaşlar ve büroları temsil eden, konfederalizm, federalizm ve fonksiyonalizmdir. Bu fikrî mücadele Avrupa’da, Birlik’i teşekkül ettiren unsurlar olan “Bakanlar Konseyi, Parlamento ve Komisyon” etrafında kümelenmeleri de beraberinde getirmiştir. Esasında bu planda tartışılan temel mesele, “Avrupa adına” kimin konuşması gerektiğidir ve verilen kavga “Avrupa adına” konuşabilmenin kavgasıdır.

 

Devletler, yani konfederalizm üzerinde duranlar, hükümetlerin müşterek paydalarda buluşarak yürütecekleri ilişkilerin karşılıklı faydaya tahvil edilebileceği, refah ve barışın ancak bu yol ile tesis edilebileceği fikrini savunmaktadır. Tarihin belli dönemlerinde bu işbirliğinin tesisi bazı hadiselere karşı dile getirilse de, reel olarak hayata geçirilmesi II. Dünya Savaşı sonrasını bulmuştur. Devletleri merkeze alan düşüncenin Birlik içerisinde güçlendirilmesi gerektiği fikrinin tezahürü “Bakanlar Konseyi”dir.

 

Vatandaşları merkeze alan düşünce ise daha bütün ve kenetlenmiş bir Avrupa tezini savunmaktadır; devletlerin yasama, yürütme ve yargıdaki bir takım yetkilerini ortak bir Avrupa üst otoritesine aktarması yoluyla federatif bir yapı öngörmektedir. Böyle bir yapı için öncelikli şart ise bir “üst kimliği” tesis edebilecek müşterek unsurların oluşum sürecidir. Bu fikrin konuşulmasının zemini Avrupa’ya matuf bir değerler sisteminin örgüleştirilmeye başlandığı 1789 Fransız İhtilâli üzerine kuruludur. Tarihi, birbirleriyle olan çatışmalar ve savaşlarla dolu, farklı dilleri konuşan, farklı nesebe ve farklı mezheplere mensup Avrupa halklarını birleştirecek üst kimliğin ancak ve ancak “haklar ve özgürlük” gibi bir değerler ile oluşturulabileceğine kanaat getirilmiştir. Böylece bir değerler sistemi oluşturulmuştur. Akabinde ise bu değerlere sadece “Avrupalı” sahipmişçesine bir tekelleştirme ve dikte-ihraç etme kaygısına düşülmüştür. Avrupa’da federalizmi savunanların merkeze aldığı kurum ise delegeleri halk tarafından seçilen “Parlamento” olmuştur.

 

Üçüncü düşünce ise devletlerin hâkimiyetlerini, belli hususlarda, belirledikleri hedefler doğrultusunda çalışacak bir Avrupa bürokrasisine teslim etmesi gerektiğini savunur. II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan bu düşüncenin en önemli temsilcisi Fransız Jean Monnet’dir. Fonksiyonalistler, “Komisyon”un en ehemmiyetli müessesse olduğu görüşündedirler. “Komisyon” kuruluş anlaşmasındaki “Yüksek Otorite”nin yerine ikâme edilmiştir. Ayrıca bu üç görüş arasında, Birlik’in yapısında reel olarak karşılık bulan ilk görüş fonksiyonalizmdir.

 

Konfederalistler, Avrupa Birliği bütünleşme sürecine dâir “işbirliği” kelimesini anahtar kavram olarak kabul ederken, bu anahtar kavram federalistlere göre “inşa”, fonksiyonalistlere göre “entegrasyon”dur.

 

Middelaar, “Avrupa” kavramını ise üç farklı şekilde tanımlamaktadır. Bu üç farklı tanım, birbirini içine alan üç katman olarak da tasvir edilir. Bu katmanların merkezinde 1951’de Shuman doktrini çerçevesinde inşa edilen AKÇT’nin kurucu unsurları olan Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’dan oluşan “altılar” bulunur.  Bu çekirdek yapının etrafında ise daha sonradan topluluğa dâhil olan üye devletler bulunmaktadır. En dış katman ise coğrafî bir Avrupa tanımlamasıdır ve üye olmayan devletleri de kapsar.

 

1951’de imzalanan kuruluş antlaşmasını diğer uluslararası antlaşmalar ve paktlardan ayıran en önemli şey devletlerin belli konularda hâkimiyetlerinden feragat ederek, karar alma yetkisini devlet ve hükümetlerden bağımsız oluşturulan iki kuruma devretmeleridir. Bu iki kurum karar mercii pozisyonunda olan Yüksek Otorite ve antlaşmaya uygunluğu denetlemekle yükümlü olan Divan’dır. Bu antlaşmanın ruhu “eşitlerin birliği” ilkesi üzerine kuruludur. Diğer kurumlar ise Bakanlar Konseyi ve parlamenter ve yargı denetimi kurumlarıdır. Bu müesseseler de zaman içerisinde ismen ve şeklen değişikliklere uğramıştır.

 

Başlangıçta “Avrupa adına” konuşmak hususunda belki de en kudretli müessese Avrupa Adalet Divanı’dır; çünkü üçlü katmanın çekirdeğinde yer alır, anlaşmanın merkeziyle bir ünsiyet ilişkisi içerisindedir ve bir otoritedir. Komisyon da, üyelerinin bağımsızlığı ve dolayısıyla devletleri ile birlik arasındaki çıkar mücadelesinde dengeli bir tavır takınma zorunluluğu sebebiyle “Avrupa adına” konuşma hakkını kendisinde bulmaktadır. Parlamento ise diğer iki kurumdan sonra kurulmuştur ve üstüne üstlük parlamentonun varlığını tam mânâsıyla meşru hâle getirecek “tek Avrupa milleti” henüz teşekkül ettirilememiştir; bu sebeple “Avrupa adına” konuşma hususunda parlamento diğer iki kurumun çok çok gerisindedir. Lâkin hiç şüphesiz tek Avrupa milleti oluşturulabilmiş olsaydı, Parlamento’nun “Avrupa adına” konuşma zarureti hâsıl olurdu. Tek milletin meydana getirilememesi dolayısıyla kendi halkları adına konuşan Konsey, bu hususta parlamentodan daha yetkindir. Bilhassa güçlü devletlerin liderleri, başkanlıkları döneminde topyekûn Avrupa halkları tarafından muhatap kabul edilirler, bu da konseyin gücünü gösterir.

 

Karar Alma Mekanizması: Egemenliğin Devri ve Çıkar Kavgası

 

Middelaar kitabının giriş bölümünün arkasından gelen birinci bölümünde, Topluluk’ta hararetli tartışmalara sebep olan oybirliğinden “Oyçokluğuna Geçiş Süreci”ni ele almıştır. Bu çerçevede yaşanan krizler ve yine bu krizler çerçevesinde yaşanan hâdiseler, yapılan görüşmeler, diplomasi trafiği detaylı bir şekilde ve bir roman tadında işlenmiştir. Ayrıca Birlik’in mevzuatına dâir sorunlardan ve bunları çözmeye yönelik tartışmalar, anlaşmalar ve kararlara yani derinleşme sürecine ait ayrıntılar da derli toplu bir dil ile anlatılmıştır.

 

Devletlerin en hassas olduğu an hâkimiyet sınırlarını tehdit eden herhangi bir tehlikeyi sezdikleri andır. Devletlerin teşekkül ettirdiği “federatif” bir yapının tesis edilmesi durumunda ise ortak çıkarlar çerçevesinde tek tek devletlerin bazı çıkarlarından feragat etmesi söz konusu olur. Çünkü “bütün parçaların toplamından daha fazla şey ifade eder.” Avrupa Birliği’ne giden yolda en hararetli tartışmalar da işte bu sebeple bu çerçevede yaşanmıştır. Hatta belki de 1957’de imzalanan Roma Antlaşması’ndan bugüne kadar Avrupa’da bazı süreçlerde hararetin tavan yapmasının da yegâne sebebi budur. Roma’da bazı meselelerde oyçokluğu yöntemine geçiş sağlanmıştır; fakat bunlar çok kısıtlıdır ve düşük siyaset(1) meseleleridir. Öte yandan bu anlaşmada 1 Ocak 1966’da oyçokluğu yöntemi uygulanan meselelerin artırılmasına dâir karar alınmıştı.

 

Küçük devletler birleşmeye daha sıcak bakar, hatta hâkimiyetin devri hususunda bile taviz vermekten imtina etmezken, “anlı şanlı” tarihleri dolayısıyla görece daha kudretli ve köklü olan devletler bu hususta yoğurdu üfleyerek yerler. Nitekim Avrupa bütünleşme sürecinde de öyle olmuştur; 1965 yılında Avrupa’nın ilk ve en önemli anayasal krizi yaşanmıştır. Bir Avrupa aşığı olmasına mukabil, milliyetçiliği ile de tanınan De Gaulle’ün yönetimindeki Fransa, Bakanlar Konseyi’nin oyçokluğu ile karar almasının hayata geçirilmesine ayak diremiş ve 7 ay boyunca toplantılarda Fransa’nın temsil edildiği sandalye boş kalmıştır. Fransa, veto hakkının ellerinden alınmasını hâkimiyetinin kısıtlanması olarak yorumlamıştır. Altıların diğer beş üyesi ise dirayetli bir tavır ile Fransa’nın protestosuna misilleme yapmıştır. Kriz Lüksemburg uzlaşması ile ortada buluşarak çözülmüştür. Devletlerin veto hakkı ortadan kaldırılamamıştır. Bu tarihten sonra da, oyçokluğuna geçiş ve egemenliğin devri çeşitli tarihlerde, çeşitli krizlere vesile olmaya devam etmiştir. AB’de karar alma önündeki en büyük engel olan veto hakkı ise hâlâ tam mânâsıyla ortadan kaldırılamamıştır.

 

Veto hakkının neden karar alma önünde bir engel teşkil ettiğini uzun uzun izah etmeye gerek olduğunu düşünmüyoruz; fakat güncel bir misal ile destekleyebiliriz. Bugün “dünyada barışı tesis etmek” kisvesi altında faaliyet göstermesine mukabil barışı tesis etmek bir yana savaşlar üreten, yapısı itibariyle “Domuzlar Diktatoryası”nı anımsatan Birleşmiş Milletler’in de çözüm üretememesinin de temel sebebi bu veto hakkıdır. Zaten bu yapı çözüm üretmek için falan değil; hâkim güçlerin çıkarlarını muhafaza maksadıyla kurulmuştur.

 

Tarihî Riskler ve Fırsatlar

 

Middelaar, kitabının “Talihin Gelgitleri” başlığını uygun gördüğü ikinci bölümünde, Avrupa kıtasının birlik hüviyeti kazanmasına dâir adımlar atmasına destek ve köstek olan hâdiseleri işlemektedir. Birlik’in bütünleşme sürecini “kuruluş yılları (1950-57), Toplulukta ikâmet dönemi (1958-89) ve Berlin Duvarı’nın yıkılışından bugüne kadar gelen dönem” olarak üç aşamada ele alan Middelaar, Avrupa Topluluğu’nun 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla beraber “Topluluk” olmaktan kurtulup “Birlik” olmaya doğru hızla yol aldığını belirtmekte, genişleme sürecini kapsamlı bir şekilde ele almaktadır.

 

Birçok hâdise Avrupa’nın bütünleşme süreci hususunda riskler ve fırsatları beraberinde getirmiştir. Bu aşamada bilhassa iki kutuplu dünya düzeninin çöküşüyle beraber doğan otorite boşluğu Avrupa için fırsattır ve liderler gönüllü yahut gönülsüz her halükârda “Birlik” yolunda ilerlenmesine razı gelmek zorunda kalmışlardır. 1992 yılında imzalanan Maastricht Anlaşmasıyla beraber o döneme kadar düşük politika hususunda işbirliği içinde olan Topluluk, ortak para ve dış politikanın işe dâhil edilmesiyle birlikte yüksek siyaset(2) de sürece dâhil ederek Topluluk’tan çıkıp “Birlik” olma yolunda ilk adımını attı. Akabinde gerçekleşen Amsterdam ve Nice zirveleri ile Lizbon Antlaşması Maastricht’in devamı niteliğindedir.

 

Her ne kadar Middelaar, Avrupa’nın Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Birlik olduğunu ve Birlik Ruhu ile hareket ettiğini belirtse de şu misaller devletlerin hâlâ kendi çıkarlarını birlikten üstün tuttuklarının göstergesidir:

 

1- 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi gündeme gelmiştir. Almanlar birleşmenin özlemini çeker ve kucaklaşmak için can atarken, Fransa ve İngiltere eski hasım, yeni ortak Almanya’nın yeniden birliğini tesis etmesi durumunda eski günleri yâd etmek gibi bir niyete gark olabileceğinden bu birleşmeye hararetle karşı çıkmışlardır. Almanya’nın eski gücüne kavuştuktan sonra yeniden sisteme hâkim olmak isteyebileceğini düşünmüşlerdir.

 

2- ABD’nin Irak işgali öncesi Avrupa devletleri âdeta ikiye bölünmüştür. Bir kısmı bu işgali kayıtsız şartsız destekleyeceğini, bir kısmı ise karşı çıktığını deklare etmiştir ve ortak hareket edilememiştir.

 

Bahsedilen mânâda “birlik” olmak, bilhassa dış politikada yekvücut hareket edebilmeyi zaruri kılar. Dolayısıyla bu iki hâdise bile hâlâ “biz” değil, “ben” merkezli bir düşüncenin hâkimiyetini sürdürmesi sebebiyle Avrupa’nın birlik olma ruhunu tam mânâsıyla yakalayamadığının bariz misalleridir.

 

Tek Avrupa Milleti

 

Bugün Avrupa Birliği, sırasıyla, a)serbest ticaret bölgesi, b)gümrük birliği, c)ortak pazar, d)iktisadî birlik ve e)siyasî birlik evrelerinden oluşan bütünleşme sürecinin beşinci ve son aşaması olan siyasî birliktelik sürecinin tam üzerinde durmaktadır. Günümüz dünyasında milletler, siyasî otoritelerin meşruiyet zemininin temel amilidir. Dolayısıyla halkların bir üst kimlik ile müşterek bir paydada buluşmasını sağlamak da siyasî birlikteliğin oluşabilmesindeki temel amil konumuna gelir. Çalışmamızın “Genel Hatlarıyla ‘Avrupa’ ve ‘Avrupa Birliği’ Fikri” başlıklı kısmında da belirttiğimiz üzere Avrupa, devletlerin ve milletlerin tarihî ve kültürel zıtlıkları sebebiyle üst kimlik arayışının merkezine değerler sistemini yerleştirmiştir. Bunun ne derece başarılı olduğu ise ayrı bir tartışma mevzuudur.

 

Middelaar, eserinin “Bir Halk Arayışı” başlıklı üçüncü bölümünde işte tam da bu mevzuyu işlemektedir. “Tarihe selam duran” Middelaar “Avrupalılık” duygusunun sırasıyla “bizim halkımız”, “bizim avantajımız” ve “bizim meselemiz” anlayışlarına tekabül eden “Alman”, “Roma” ve “Yunan” stratejileri uygulanarak şekillendirildiğini belirtmiştir.

 

Alman stratejisi müşterek bir kültürel ve tarihî kimliği merkeze almaktadır. Roma stratejisi, insanlara refah ve güvenlik dağıtan işler bir devlet nizamının tarifidir. Yunan stratejisi ise Eski Yunan’da devlet yönetimine dâir filizlenen fikirlerin bugüne yansımasıdır.

 

Alman stratejisi kültür ve tarihî arka plana dayandığından birçok unsuru bünyesinde ihtiva etmek mecburiyetindedir ve bu unsurların hemen hemen hiç birisinde Avrupa müşterek bir paydada buluşamaz, bunun aksini iddia etmek ise rasyonel bir yaklaşım olmaz. Avrupa milletleri farklı sebeplerde ötürü yüzyıllar boyunca birbirleriyle çatışmış milletlerdir. Dolayısıyla Avrupa kimliğinin oluşturulabilmesi ve bunun halklar tarafından benimsenmesi adına değerler sisteminin birer unsuru olarak bayrak, panteon benzeri semboller ile beraber yeni bir tarih oluşturma yoluna başvurulmuştur.

 

Avrupa açısından, Roma stratejisinin dayandığı halkın güvenliği ve refahını merkeze alma yaklaşımı nispeten daha bütünleştirici görünmektedir. Avrupa değerler sistemin “haklar ve özgürlükler” mefhumları bu stratejinin sınırları içerisinde karşılık bulabilmektedir. Ancak günümüz ekonomik sisteminde karşılıklı bağımlılık had safhaya çıkmıştır; dolayısıyla en ufak sarsıntı tüm dünyada tesir bulmaktadır. Çatışmalar global tesirler doğurmakta ve güvenlik sağlamak büyük meziyet ister hâle gelmiştir. Her ne kadar Avrupa Birliği bir süre bu strateji ile ayakta kalmayı başarabilse de, refah ve güvenliğe dayanan Roma stratejisinin başarısını, Avrupa Birliği’nde 2008 krizi, hâlihazırda süren “mülteci” krizi yahut Fransa’da şu an devam eden grevleri düşünerek değerlendirdiğimizde büyük bir soru işareti karşılaşmaktayız. 

 

Yunan stratejisi ise değer olarak merkezine “demokrasi” mefhumunu alan bir temele oturtulur. Aslında 1789 Fransız İhtilâli ile Avrupa’ya temerküz etmeye başlayan “haklar ve özgürlükler” gibi değerler de eski Yunan’a dayandırılır. Avrupa’da halkın siyasî sürece dâhil edilmesi için büyük çaba sarfedilmiş, büyük tartışmalar yaşanmıştır; fakat parlamento müessesesiyle bu sonunda sağlanabilmiştir. Halk, haklarını koruyabilmek maksadıyla siyasetin bir parçası hâline getirilmiştir.

 

Kitabın bu bölümünde ayrıca, bu üç stratejiyi mezcedici ve tatbik edici faaliyetlere ve politikalara da derinlemesine temas edilmektedir. Fakat tüm bu stratejilere mukabil Avrupa gerek tarihî münakaşalar, gerek kültürel farklılıklar sebebiyle tek Avrupa milletini oluşturamamıştır.

 

“Brexit Referandumu” Vesilesiyle Aktüaliteye Dair Bir Not

 

Bu bölümde bir parantez açarak aktüel bir meseleye değinelim.

 

Bir türlü gerçek mânâda birlik şuuruna eremeyen Avrupa Birliği, ilk olarak 2005 anayasa krizi(3), akabinde 2008 ekonomik krizi ve son olarak mülteci kriziyle beraber temellerinden sarsılmaya başlamıştır. Bu sarsıntı esnasında yıkıcı darbe ise İngiltere’den gelmiştir.

 

Avrupa Birliği içerisinde, İngiltere’nin konumu her zaman bir takım tartışmalara mevzu olmuştur. Sürekli millî menfaatlerini birliğin menfaatlerinin üzerinde tutan İngiltere, genellikle birlik politikalarında ayrıksı durmayı tercih etmiş, Avrupa Birliği bütünleşmesinin sacayaklarından biri olan “eurozone-euro bölgesi”nin bile dışında kalmayı tercih etmiştir. Her dâim birlik üyesi devletler tarafından “ABD’nin Avrupa’daki Truva atı” olarak nitelendirilmiştir. Son olarak geçtiğimiz günlerde yapılan Brexit (AB’den ayrılma) referandumunda İngiliz halkı 52 civarında bir oranla ayrılık kararı vermiştir. İngiltere’nin AB’ye üyeliğinden bu zamana, yaşanan tüm ihtilaflara rağmen bu kararın bugüne kadar bekletilmesi ve birliğin geleceğinin tartışıldığı demlerde alınması, Avrupa Birliği’ne ABD tarafından bir operasyon yapıldığını artık kesinleştirmiştir.

 

Bu gelişmeden sonra, “Avrupa Birliği yeni bir ‘boş sandalye’ krizi mi yaşayacak yahut dünya siyasî atmosferinde kendisini yeniden tanımlayarak siyasî birliktelik hayallerini bir kenara bırakıp sadece ortak pazar olarak mı yoluna devam edecek veyahut da referandumların domino etkisi göstermesiyle dağılacak mı?” bunu bize zaman gösterecek.

 

Kısaca: “Avrupa: Bir Geçiş Süreci”

 

Detaylı bir şekilde işlendiğinde menfi tenkidlere açık olmasına mukabil Luuk van Middelaar’ın Avrupa Birliği bütünleşme sürecinde atılan adımları, yaşanan tartışmaları, diplomatik kriz ve çözümleri detaylı ve içerideki bir göz olarak anlattığı “Avrupa: Bir Geçiş Süreci” eseri Avrupa Birliği’ni anlamaya dâir ehemmiyetli bir kitaptır. Üstelik piyasada bulunan birçok kitap gibi sığ ve sathî bir usûl kullanılmamış; süreç, dinamikleriyle ve fikrî arka planıyla beraber bir roman tadında işlenmiştir. Ancak “Avrupa: Bir Geçiş Süreci” kitabı, Rönesans sonrası siyasî düşünce tarihi, Avrupa tarihi ve Avrupa Birliği hakkında hiçbir malûmat sahibi olmadan okunabilecek bir Avrupa Birliği giriş kitabı da değildir. Fikirler ve hâdiseler arasındaki örgüyü kavrayabilmek, kıyısından köşesinden de olsa Avrupa Birliği bütünleşme süreci hakkında malûmat sahibi olmaya ve az da olsa siyasî düşünceler tarihinden pay almış olmayı zarurî kılmaktadır.

 

Dolayısıyla kitap sadece Avrupa Birliği’ni anlayabilmeyi değil, “federalizm” ve “konfederalizm” mefhumlarına yönelik açılımlar yapılmasına da katkı sağlayabilecek mahiyettedir. Bilhassa İstanbul’daki İslâm İşbirliği Toplantısı akabinde tartışılan İslâm Birliği meselesine dâir fikir yürütülmesini sağlayabilir.

 

İngilizcesi 2009 yılında yayımlanan ve 2013 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Türkçe’ye tercüme edilen kitap, 2010 Socrates Ödülü ve 2012 Avrupa Kitap Ödülü’nü aldı.

 

Dipnotlar:

 

1-İng. Low Politics – Realist yaklaşıma göre devletlerin ticarî ve sosyal politikaları.

 

2-İng. High Politics – Realist yaklaşıma göre devletlerin güvenlik ve dış politikaları.

 

3-2004 yılında İtalya'nın başkenti Roma'da imzalanan AB Anayasası’nın Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlar sonucu reddedilmesiyle, 2000’lere siyasî birlik umutlarıyla giren AB’nin hayallerine darbe vuran siyasî kriz.

 

Kaynak: Faruk HANEDAR - Aylık Dergisi 142. Sayı

Recep YAZGANRecep YAZGAN