Kültür
Giriş Tarihi : 03-06-2018 10:00   Güncelleme : 03-06-2018 12:02

Biz Öldük, Ama Onlar da Kazanamadılar

​Srebrenitsa soykırımı insanlık ve Avrupa tarihi için kara bir leke olarak kaldı. Bosnalı bir çocuğun ‘Askerler çocukları küçük kurşunla öldürürler, değil mi anne' sözleri, yüreğimizde tarifsiz bir acı bırakarak bugün hala hafızalarımızda.

Biz Öldük, Ama Onlar da Kazanamadılar

Tarihinde büyük kanlı çatışmalara sahne olan dünyamızın yaşadığı 2 büyük dünya savaşının acı tecrübelerine rağmen, bugün hala çeşitli bölgelerde ama özellikle Ortadoğu’da her gün yüzlerce insan savaş, terör ve şiddet eylemleri sonucu can vermektedir. 1.Dünya Savaşının sonunda, karşılarında siyasal ve duygusal birliğini korumuş tek bir İslâm ülkesi bulma riskine karşın Batı, Osmanlı halifeliğini dağıtmış ve bunun sonucunda İslâm ülkeleri imamesi kopmuş tespih taneleri gibi dağılmıştı.

Osmanlı’nın yıkılışından bu yana Ortadoğu, Balkanlar ve diğer İslâm ülkelerinde kan ve gözyaşı hakim oldu. Masum insanlar sorumlu olmadıkları çatışmaların bedelini en ağır şekilde ödediler ve halen de ödüyorlar.

IrakSuriyeFilistinYemenMısırLibya... İslâm coğrafyası rahat ve huzur görmedi bir daha, çünkü İslâmiyet ve İslâm ümmeti oluşturulmak istenen ‘Yeni Düzen’ önündeki en büyük engel olarak duruyordu ve bu engel ortadan kaldırılmalıydı.

Ve Avrupa’nın ortasında bir ülke: Bosna Hersek. Her ziyaretimde beni derinden etkileyen ülkedir. Osmanlı mirası camii, köprü, han, hamam, kütüphane, medreselerinin yanında, yeşilin ve mavinin her tonuyla cennet gibi bir doğal güzellik. Ama gittiğinizde sizde hayranlık uyandıran bu güzelliklerin ötesinde bir duygu kaplar sizi. Hüzün. Burada yaşanan zor günlerin, tarifi imkansız acıların ve gözyaşının etkilerini hissedersiniz.

Amaç tekti, Boşnakları yok etmek

Yugoslavya’nın çöküşü üzerine, Bosna Hersek bağımsızlığını ilan ettikten hemen sonra, 1992’de Bosna Hersek’te savaş başlamıştır. Başkent Saraybosna kuşatma altına alınmıştı, savaş boyunca şehirden tek çıkış havalimanı altında kazılan gizli tüneldi. Şehre her gün sayısız bomba düşüyor, etraftaki dağlardan keskin nişancılar oyun oynar gibi sivilleri vurabiliyorlardı.

Srebrenitsa kasabası ise Sırp kuvvetleri açısından, bölgesel hakimiyetin sağlanabilmesi için stratejik bir önem arz ediyordu. Bu yüzden Sırp Cumhuriyet Ordusu bölgede etnik temizlik faaliyetine başlamıştı. 1993 yılında BM, Srebrenitsa’yı Boşnaklar için ‘Güvenli Bölge’ ilan etti. Bosnalı Sırpların 2 yıl süren kuşatması sonrası Temmuz 1995’de Srebrenitsa düştü.

Binlerce Boşnak erkek, kadın ve çocuk, Srebrenitsa’nın hemen dışındaki Potocari’de bulunan Hollandalı askerlerin denetimindeki BM Barışgücü karargahına sığındı. Hollandalı askerler karargaha sığınanlara burada güvende olacaklarını söyledi. Ancak askerler Bosnalı, Sırp güçlerin kampı kuşatması üzerine binlerce Boşnağı Sırplara teslim etti. Sadece beş gün içinde 8.372 Boşnak öldürüldü, yüzlerce kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildi. Sadece Srebrenitsa değil, aynı zamanda Priyedor gibi başka şehirlerde de Sırp güçleri tarafından etnik temizleme yapılmıştı. Amaç tekti, Boşnakları yok etmek.

1995’te Dayton Anlaşmasıyla silahların sustuğu savaşın en büyük mağduru, kadınlar ve çocuklar oldu. Yaklaşık 300.000 sivilin katledildiği, binlerce kadının tecavüze uğradığı ve masum sivillerin toplama kamplarında açlığa terk edildiği acı ve yüreklerin kaldıramadığı bir savaş. Tecavüze uğrayan binlerce kadınlardan bir kısmı öldürülmüş, birçoğu intihar etmiş ve bir kısmı da halen psikolojik destek almaya devam ediyor. Tecavüzler, bu kanlı savaşın stratejisinin bir parçasıydı. Müslüman Boşnakların aile yapısını bilenler, sistematik bir tecavüzün Boşnak toplumuna vereceği zararı da biliyorlardı. Tecavüzler sonucu birçok evlilik son buldu, birçok mağdur kadın memleketini terk etti. Hamile kalan kadınların birçoğu, doğan çocukları çeşitli devlet kuruluşlarına verdi, kimi uzaktan hep takip etmeye devam etmiş, kimi ise o gücü hiçbir zaman kendini bulamamış. Her kadının ayrı bir hikayesi var, her biri ayrı acı.

Yazının başında bahsettiğimiz gibi Bosna Hersek’te hissedilen hüzün duygusu kadar güçlü olan, duygularda onur ve gururdur. Savaş boyunca yaşanılan onca tarifsiz acıya rağmen Boşnak milleti her zaman gururlu bir millet olmayı başarmıştır. Belki de bu yüzden, savaşın başında tahmin edildiği gibi, savaşı birkaç ayda kaybetmediler, tam tersi son güne kadar mücadele verdiler.

Bu mücadelenin içinde güçlü ve onurlu duruşuyla Bosnalı kadınların yeri apayrıdır. Dünyamızda savaşın ve zulmün olduğu her yerde bundan en çok etkilenen kadın ve çocuklardır ve her birinde ayrı bir direniş hikayesi bulabiliriz.

Savaşta bizim ‘‘her şeyimiz’’ vardı

Bosna Savaşı sırasında henüz 7 yaşında olan ve bir ağabeyi şehit edilen arkadaşımız Emine Şeçeroviç Kaşlı ile sık sık bir araya geliriz. Acı ve gözyaşının masum ve küçük ruhlarda nasıl derin izler bıraktığını anlatıyor. ‘‘Kimse çocuk muyum diye sormadı bana Yüzüme kimse bakmadı o kurşunları atarken. Neler ister bir çocuk, hayallerim nedir, diye sormadılar”. Yaşadığı savaşı anlattığı ‘‘Kurşunların da rengi var’’ kitabında ağabeyinin şehit olduğu günü büyük bir hüzün ile anlatıyor:

“Ev çok kalabalıktı, herkes ağlıyordu. Ben annemin kucağında sadece titriyordum. Birileri ambulans çağırmıştı, eve hemşire geldiğinde anneme sakinleştirici iğne vurmak istedi. ‘Bana ilaç lazım değil, lazım olan varsa ona verin’ deyip, annem istememişti.

Annemin gücüne hayrandım, kendini kötü hisseden kadınlara şeker ve su getiriyordu, kendisi dimdik ayaktaydı. ‘Ben oğluma söz verdim. Ona bir şey olursa ağlamayacağıma söz verdim.’ dedi.

Onu duyduğumda o anı hatırladım. Ağabeyim son göreve gitmeden bizden böyle söz istemişti ve biz de o sözü vermiştik. O zaman ne kadar büyük ve zor bir söz verdiğimizi anlamıştım.”

Kitabının bir bölümünde de anne farkından bahsediyor ve bu satırları okurken aslında kadınların ne kadar güçlü olduğunu ve her türlü zorluğa karşın ne kadar dik durabildiklerini anlıyoruz.

“Dışarıdan gelen yardım paketlerinde en çok pirinç, makarna ve yeşil mercimek vardı. Bir de kuru fasulye. En çok diyorum da aslında sadece onlar vardı. Her gün onlardan bir tanesini yiyorduk. Gerçi yeşil mercimek o kadar da sık almıyorduk. Nimet güzeldir, güzel olmasına da bu makarnadan, pirinçten vs. böcekler çıkıyordu. Kullanma tarihi kim bilir kaç yıl geçmiş yiyecek poşetleri, konserveler alıyorduk. Benim yediğim krakerler de kim bilir 1900 kaçıncı yıldandı. Annem, makarna, pirinç veya yeşil mercimek yapmadan önce bir kaç saat içindeki böcekleri ayıklardı. Her ne kadar bizden, özellikle evin en küçüğü olarak benden, saklamaya çalışsa da yiyeceklerin halini görüyorduk. Öyle durumda insanın yiyeceği varsa bile, yiyemiyor. Ama yemek zorunda... Bunun yanında azar azar un, şeker, yağ, tuz gelirdi yardımlarda. Toz şeklinde ise süt ve yumurtayı alıyorduk. Hiç birisinin tarif edilebilir bir tadı yoktu. Ama işte, sözde sütümüz de vardı, yumurtamız da. Dışarıda bir kilo un 70 mark, bir litre yağ da 50 mark idi. Kimi küçük saksılarda domates, soğan yetiştirirdi. Aramızda da paylaşırdık ne varsa. Bütün bu ‘‘varlığın’’ içinde, yemek konusunda en büyük görev anneye düşüyordu. Hiçten her şeyi var etmek gibi konularda savaş boyunca oldukça kendini geliştirdi. Börekler yaptı, tatlılar yaptı, şekerler yaptı... Yani anlayacağınız savaşta bizim ‘‘her şeyimiz’’ vardı.

Sanırım dünya da bunun farkındaydı, bizim mutfağı görüp de ‘‘Bunlara yardım gerekmiyor’’ demiş olabilirler. O yüzdendir yani yıllarca bizi unutmuş olmaları.

Yepyeni yemek tarifleri ortaya çıkıyordu. Artık elde olan malzeme ne ise bir şekilde ondan her türlü yemek yapılıyordu. Çorbası da böreği de kızartması da... Kadınlar bu konuda büyük bir dayanışma sergileyip, denedikleri yemek tariflerini birbirileriyle paylaşırlardı. Eğer başarılıysa şehirde o tarif çabuk yayılırdı. Savaş mutfağı özel bir ustalık gerektiriyordu. O güne kadar akla hiç gelmemiş malzemelerin birleşiminden yeni yemekler üretiliyordu mutfaklarda. Ayrıca doğru düzgün elektrik de yok, pişirmesi de ayrı bir marifet istiyordu. Bu yüzden usta aşçı anneler ‘güçlerini’, tecrübelerini birleştirip dünyayı hayrete düşürecek yeni bir mutfak kurdular.”

“Yağ tenekesini almak başarıydı, herkes onun peşindeydi”

Kadınların hem annelik duygusuyla hem de güçlü kadın rolüyle savaş gibi bir ortamda bile yaratıcılığı ile kolaylık sağlayabildiğini de kitabı okurken anlayabiliyoruz.

“Yardım paketlerini almaya giderken annem hep derdi ‘mümkünse son kalan yağı al’, çünkü son kalan yağı kısmını tenekeyle beraber veriyorlardı. O tenekeler çok değerliydi. Teneke deyip geçmeyin, o muhtemel bir sobaydı. Annelerin yaratıcılığıyla kısa bir işlemden geçtikten sonra tenekeden soba oluyordu. Tenekeyi ters çeviriyorsunuz, altta kesip kapı yapıyorsunuz, üstünde delikler açıyorsunuz, hatta boru bile yapıyorsunuz ki tam orijinal olsun. Teneke de ufak olunca, küçük bir ateş ısınması için yetiyordu. Böylece yakmak için çok fazla eşya harcamıyordunuz ve üstünde bir cezve su çabucak kaynıyordu. Diğer türlüsü, bir cezve su kaynatmak için bile büyük sobayı yakıp ısıtana kadar çok fazla odun yahut eşya harcanıyordu. Böyle de tasarruf oluyordu. Yardımlardan bir şeyi tenekeyle almayı başardığımda, büyük bir sevinçle eve dönerdim. Tenekeyi almak başarıydı, herkes onun peşindeydi.”

Bir anne için en zor şeylerden biri çocuğunun aç olmasıdır. Ve bu durumu savaştaki kadınlar neredeyse her gün yaşıyorlardı. Fakat böyle zor durumlarda bile kadınların mücadelesi ortaya çıkıyordu.

‘‘Yardımlarda çok fazla pirinç aldığımız için, bolca böcek ve pirincimiz vardı. Her türlü yemek için de anne onu kullanırdı. Böcekleri saatlerce ayıkladıktan sonra, pirinci suya batırıyordu ve ekşitmek için 2-3 gün bekletiyordu. Pirinç durdukça ekşimsi bir tat alıyordu. Yani turşu gibi bir şey. Daha sonra suyunu süzgeçten geçiriyordu ve pirince tuz ekliyordu. Ekşi pirinci de peynir niyetine kullanıyordu, yufkayı onunla süslüyordu. Ve buyurun işte, peynirli börek. Biz, gerçekten de onu, peynir böreği niyetine yiyorduk. Pirinci şekilden şekle sokarak, çeşitli yemekler yapılıyordu böyle.

Arada annem pirinci tencerede pişirirdi ama, normalin tersinden, tane tane olmaması lazım ki birbirine yapışsın. Sonra da onu elleriyle şnitzel şekline getirirdi. Varsa içine bir tane bezelye koyardı ki daha süslü olsun. O da işte bambaşka bir yemek olurdu. Böylece pirinci bir öyle bir böyle kullanırdık, aynı şeyi farklı diye yerdik. Tabii yerken, mümkünse annenin ayıkladığı böcekleri düşünmemek şartıyla, az çok güzel tat alırdık.

Ya da mesela başka bir börek tarifi, bu sefer ‘etli’.

Demiştim, yardım paketlerinde yeşil mercimeği pirinç kadar almıyorduk. Daha mı pahalıydı ne bilmiyorum ama, böcekli yiyecekleri gönderen sevgili yardımsever ülkeler öyle uygun görmüşlerdi. Bu değerli yeşil mercimeği kaynattıktan sonra, yufkaya eklediğinizde, işte ‘etli börek’. Öyle bir tat alıyordu ki o mercimek, yiyenleri et yemediklerine ikna etmek zordu. İnsanoğlu ya, istediği şeye inanır. Biz de onun et olduğuna inanıyorduk, öyle yiyorduk.

Yahut mayadan ekmeğe sürmek için pate yapılırdı. Öyle ki kavanozun yarısını yersiniz, kavanozu kapatıp uyursunuz. Yarın bir bakmışsınız ki kavanoz yine dolu. İşte mayanın olumlu tarafı, pate bitmiyordu. Tadı ise… Ne siz sorun ne de ben anlatayım.’’

Bosnalı kadının güzel giysilerinde yitirmediği inancı görürüz

Emine Şeçeroviç Kaşlı, savaşı kuşatma altındaki Saraybosna’da yaşadı ve savaş boyunca çok nadiren elektrikleri olurdu. Bu yüzden ortaya tekrar yaratıcılık çıkıyordu. Lambaları yapmak için bir fincana veya benzeri bir şeye yağ döküp içine bir kumaş parçasını fitil şeklinde kesip yerleştiriyorlardı. Çok fazla yağ olmadığı için ise yarısı yağ yarısı su olacak şekilde karıştırıyorlardı. Bu şekilde etrafı aydınlatmaya çalışıyorlardı, çocuklar bu lambalar altında derslerini çalışıyorlardı.

Bosnalı kadınlar güzellikleriyle de bilinirler. Savaş döneminde, suyun hemen hemen her gün kesildiği bir dönemde bile, ne kendilerinin ne de aile bireylerinin kirli giysilerle dolaşmalarına müsaade etmediler. Saraybosna’nın ortasında akan Milyatska nehrinde çamaşırlar yaz kış yıkanırdı. Orada bulunmak başlı başına tehlikeliydi, çünkü Sırp güçleri etraftaki dağlardan şehrin her bir köşesini görebiliyorlardı. Yani, kadınlar çamaşırları yıkamaya giderken aslında ölüme gidebiliyor olduklarını da biliyorlardı. Kışın eksi 20 veya 30 derecede bile çamaşırlar o nehirde yıkanırdı ama asla asla kirli dolaşmazlardı. Yağmur suyu toplanırdı, kar eritilip su kullanılırdı, birçok yol bulunurdu ama hem banyo yapılırdı hem de temiz giysi sağlanırdı. Sadece bu da değil. Bosnalı kadınlar savaşta bile bakımlıydılar. Saçlarını yaparlardı, makyaj yaparlardı, düşmana inat eder gibi üzerlerine bomba yağarken bile güzel ve bakımlı olmaya devam ettiler. Aslında mesele güzellik değildi, mesele ölüm bulacaksa bile onurlu ölmekti. Savaşta bir Bosnalı kadının makyajında aslında umudunu görürüz, yapılmış saçında pes etmeyişini, güzel giysilerinde yitirmediği inancı görürüz.

“Her zaman temiz giysilerim vardı. Nasıl başarıyordu bilmiyorum, o dönem öyle şartlar altında her şeye yetişmek imkansız gibiydi. Ama o, o imkanlarla bile her bir şeye yetişiyordu.’’

Tarifsiz acıların ortasında kadınların olağanüstü fedakarlıklarla verdiği bir var olma savaşına Bosna’da şahit olduk, bugün de başka coğrafyalarda şahit oluyoruz.

Türkiye sadece Türkiye değildir

Srebrenitsa soykırımı insanlık ve Avrupa tarihi için kara bir leke olarak kaldı. Bosnalı bir çocuğun ‘‘Askerler çocukları küçük kurşunla öldürürler, değil mi anne” sözleri, yüreğimizde tarifsiz bir acı bırakarak bugün hala hafızalarımızda. Bir daha bu acıların yaşanmaması için Srebrenitsa’yı unutmadık, unutmayacağız ve unutturmayacağız. 15 Temmuz İhanetini unutmadığımız, unutmayacağımız ve unutturmayacağımız gibi.

Kadınların benzer onurlu mücadelesini bizler de 15 Temmuz gecesi gördük ve yaşadık. Bu satırları yazan ben veya okuyan sizler, hepimiz o mücadelenin bir parçasıydık. Vatanını korumak için sokağa çıkan kimi kadınımız şehit oldu veya yaralandı, kimileri tanka çıktı yahut askerin tüfeğine aldırış etmeden yürüdü. Bizler de kadının gücünü bire bir yaşamış bireyleriz.

Türkiye sadece Türkiye değildir, başka bir deyişle sadece Türklerin değildir çünkü Türkiye’ye yüzünü çevirmiş bir çok millet var. Türkiye, fiziki coğrafyasının dışında Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Kafkasya’ya ve Balkanlar’a bütün kapılarıyla geniş bir gönül coğrafyasına sahiptir. Bu yüzden Türkiye’nin sorumluluğu da büyüktür. Türkiye istikrarsızlık, belirsizlik ve şiddet çıkmazında olan bölge halkına, demokratik bir yönetimin Müslüman bir ülkede de başarılı bir şekilde var olabileceğini göstererek umut olmuştur. Büyüyen ve güçlenen Yeni Türkiye bölgede insiyatif almaya başladığından beri kaçınılmaz olarak Batı’nın hedef tahtasındadır. Çünkü güçlenen Türkiye artık sadece kendi toprağı için değil, diğer kardeş milletlerin barışı ve huzuru için de sesini çıkartmaktadır. 15 Temmuz hain darbe girişimiyle Türkiye işgal edilmek, teslim alınmak ve küresel güçler karşısında diz çöktürülmek istendi. Fakat tarihi her an yeniden yazabileceğini kanıtlayan Türk halkı, yek vücut olarak istiklali ve istikbali için darbeye karşı darbe yaptı.

Bu vesile ile vatan için canlarını feda etmiş bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, gazilerimize de acil şifalar diliyorum. Bizler diğer Müslüman halklarla da el ele vererek, inancımızda birleşerek bir daha darbelere ve savaşlara fırsat vermemeliyiz.

Meryem Göka, “Biz öldük, ama onlar kazanamadılar”, Bilimevi Kadın dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2017, sayı 2.

http://www.dunyabizim.com

adminadmin