Röportaj
Giriş Tarihi : 04-10-2020 04:00   Güncelleme : 04-10-2020 04:00

Büyük Doğu Üniversitesi Niçin Yok!

Yakın Doğu Üniversitesi var, Ortadoğu Üniversitesi de var. Yahu kursana Büyük Doğu Üniversitesi’ni! Üniversite kurmakla da yetmez ki, burada talebe yetiştirecek Büyük Doğu’yu bilen kadron var mı senin? Adam Bilgi Üniversitesi’ni kuruyor, kadrosu var. Galatasaray Üniversitesi, Türkiye’de nasıl üniversite kurulur, bunun modelidir. Derleme-toparlamayla olmaz ki hep.

Büyük Doğu Üniversitesi Niçin Yok!

Türkiye’de iki kutuplu bir siyasî ve sosyolojik atmosferin ortaya çıktığını görüyoruz. İnsanların kimliğini oluşturan faktörler nelerdir?

Cemil Meriç ifadesiyle söylersek “Bu savaşın adı Olimpos Dağı’nın çocuklarıyla Hira Dağı’nın çocukları arasındaki savaş.” Hakla batıl arasındaki savaş diyebiliriz. Bu iki akım, aslında biraz da o sosyal yabancılaşmaya maruz kaldı. Kendimize o kadar yabancılaşmışız ki, “neyimiz ortak olabilir?” bunu bilmiyoruz. Biz ortak paydaları bulmaktan ziyade, bizi neler ayırır ona bakıyoruz. Türkiye’de siyasî koalisyonlar hiç iş yapmadı. İnsanlar “ben kimim?” demekten önce “ben kim değilim?” sualine cevap arıyor. Aslında bu da bir yoldur ama usulde hata var. Ahlâkî değerlere uzak insan tipi maalesef yığınla. Bu açıdan birçok sorunumuz var. “Namus” dediğimiz değeri, kadınlar üzerine atıp, kendi payını gözetmeyen insanlar mevcut. Namus kadına has bir şey değil ki.

Avrupa’da yahut Amerika’da böyle mi? Batı’da bu derece olduğunu zannetmiyorum. Burada rejime karşı olma, rejime taraftar olma söz konusu. Osmanlı’ya aidiyet, Osmanlıya karşı olma durumu...

 

Amerika’da başkan değişir, bazı yapılar sabit kalır. Oturmuş bir şey var. Başkan değişince, “oturmuş yapılar” toplanıp, başkana “sen gel bakalım!” diyor. Onlar da bize karşı bir duruşla “millileşmiş.”

15 Temmuz’da nasıl bir ruh ortaya çıkmıştı, hatırlayalım, kaybolmak üzere o ruh, bunun üzerinde durmak lazım. Türkiye’de partiler üstü bir tehdit var. Bir de çok politik bir toplumuz. Mesela bizde, herkes ya futbolcu, ya politikacı ya da müftü... “Bana verseler dış politikayı altı ayda düzeltirim” diyor adam. İyi de sen daha yurt dışına para nasıl gönderilir onu bilmiyorsun. Kötü bir huyumuz daha var, bir şeye sahip çıkacak olduğumuzda aşırı abartıyoruz. Avrupa ve Amerika’da böyle değil. O yüzden oy verme oranı yüzde kırk falan. İngiltere’de de oy veriyorlar, “demokrasi” orada da var. Adamlara “peki ya kraliçe?” diye soruyorsun, “o beni ilgilendirmez!” diyebiliyor. Biz biraz da adam tutmayı çok seviyoruz. Böyle olunca da adam devlete sızıyor hatasını fark edemiyoruz.

 

Bizi ortak paydada buluşturacak aslî hüviyetimiz nedir?

Yabancılaşma aslında Batı’da başlayıp, onların Doğu’ya bulaştırdığı bir şey. Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filmi var. Chaplin orada, dişlilerin arasına düşer, sıkışır ve ezilir. Yabancılaşmaya dair iyi bir tenkiddir bu film. Sorsana “vidayı sıkınca ne oluyor?” diye. Hayır, kös kös izlenir bu!.. Sanayi Devrimi’yle beraber yabancılaşma hat safhaya ulaştı. Şu an herhangi bir eşyanın nasıl yapıldığını, önümüze nasıl geldiğini bilmiyoruz. Eskiden önümüze gelen şeyin kaç merhaleden, nasıl geçtiğini bilirdik. Biz eğitim sistemimize müdahil olamıyoruz, karşılaştığımız şeyler birer yabancı... Mukaddes dini, camiye “tıkıştıran” tipler de mevcut. İbadet, şeriat sadece namazda değil ki. Camiden içeri giriyorsun, İslâm beldesi, çıkıyorsun sanki Monako ya da Las Vegas! Dinin güzelliklerini dışarıda gösteremiyoruz, bir problemimiz de bu; aslî hüviyetimiz budur.

Yasal olan şeyler ahlâkî olanın önüne geçiyor, bu da bazı şeylerin çöküşünü hızlandırıyor.

Helal olmayan bir şey ahlakî de olamaz. Ama yasal olup, helal olmayan şeyler de var. Şimdi diyelim ki, falanca imar kararıyla adam buraya ev yaptı. İyi de benim evime engel oluyorsun, güneşimi kapatıyorsun. Ufak bir detaydır bu dışarıdan bakınca... Sultanahmet meydanında küçük bir cami var; Firuzağa... Bu caminin çok enteresan bir özelliği var, minaresi solda. Bizim mimari geleneğimizde minare sağdadır. Uzaktan bakıldığında kıblenin neresi olduğu anlaşılır. Bakıyorsunuz minare solda. Yahudi ya da Ermeni bir adam diyor ki, “Yaptığınız caminin minaresi benim evimi gölgeledi.” Yıkıyorlar minareyi yenisini yapıyorlar. Aynı tertibi Mimar Sinan, sırf denize fazladan ağırlık yapmasın diye solda minareli cami de yapmıştır. Unkapanı Köprüsü’nün çıkışında, sağdaki cami... Sinan’ın mesela böyle takıntıları yok, gitmiş caminin ortasına yerleştirmiş minareyi. Kalıpları kıran bir anlayışı var Sinan’ın. Fakat bizde şekilcilik, kalıpçılık var. Müslüman dediğin böyle mi olur? Yahu top sakallı, dövmeli Müslüman da var. E adam etti bir hata, yaptı bir şey, sana ne? Tövbe kapısı babanın malı mı? Şekilcilik... Eskiden Şirketi Hayriye vapurlarının olduğu zamanda yeni yapılmış Boğaz hattında gemi iki yerde geç kalırmış. Biri Kuzguncuk, biri Beylerbeyi. Kuzguncuk Yahudi mahallesi. Yahudiler “önce ben bineceğim, sen değil!” diye kavga edip mahkemelik olurlar ve şahit olarak da kaptanı götürürlermiş, gemi de iskelede sefer yapmadan kalırmış. Beylerbeyi’nde de çok terbiyeli Müslümanlar varmış... “Buyurun efendim”, “hayır lütfen önce siz” diyerek birbirlerine yol vermekten dolayı geç kalınırmış. Bu dönemden biz geldik; annesi yaşındaki kadına uçan tekme atmaya... Ahlâkı topluma yaymadıktan sonra, istediğin kadar şahsî sorumluluklarını yerine getirdiğini iddia et, böyle olmaz.

Bizim 20 yılda yaşadığımız değişimi dünyanın başka bölgesindeki millet yaşasın, intihar oranı yüzde otuz olur belki. Biz kendi içimizde kültür şokuyla geliştik. Kültür şoku şu, insan bilmediği bir şeyle karşılaşıyor, araba farı görmüş tavşan gibi oluyor, üstelik bu cahillikten zevk de alıyor...

 

HIZLI BİR ŞEKİLDE TEKNOLOJİYLE TANIŞIP BAĞIMLI OLDUK.

Avrupa’nın sanayiye, seküler hayata adaptasyonu acı dolu oldu. Protestanlığın çıkmasıyla Sanayi Devrimi’nin meydana çıkması nesiller sürdü. Onlar yavaş yavaş, ezilerek ve bedel ödeyerek bu zamana geldiler. Bizde böyle olmadı. Mesela, bugün Whatsapp’ta bir grup kuran teyze, bundan otuz sene evvel çevirmeli ev telefonuyla birilerini arıyordu. Mesela 1983-84’te başka bir şehirden İstanbul’u ararken üç dört saat beklerdik telefonun başında. Şimdi iki tuşla memleketin bir ucundan öbür ucuna görüntülü görüşülüyor. Susuz kalmış birisine suyu dayarsın, ölür ya... Mesela bazı mahallelere birkaç ay uğrama, sonrasında git bakalım tanıyabilecek misiniz? Bu değişim aileyi de etkiliyor. Geniş aileden çekirdek aileye iki nesilde geçtik. Yetmedi: Çekirdek aileden tek ebeveynliğe aynı nesilde geçtik. Artık dedeyle torun anlaşamazken, neredeyse aralarında beş yaş fark olan kardeşler anlaşamıyor. Benim oğlum ve kızım teknolojinin içinde doğdu, adapte oldular. Diyoruz ya “Suriyeli misafirler on yıl-yirmi yıl içinde bize adapte olacak, zorlanmayacaklar!” Zor kardeşim, daha biz kendi kendimize adapte olamadık. Ortak değerlerimize yabancıyız. Aynı sıkıntıyı Balkan göçünde de yaşamıştık. İnsanlar çok teveccüh göstermemiştir onlara. “Peki biz bunu nasıl atlatacağız?” derseniz... Bayağı bir acı çekeceğiz, birçok aile mustarip olacak, şahsî problemlerimiz artacak ve sıkıntılar katlanacaktır. Nihayet, acı bizi kıvama getirecek. Biz dinamikleri, değerleri olan bir toplumuz, şoktayız ve iyi şeyler olacaktır, inşallah... Bir misal vereyim: 15 Temmuz ağır bir travmadır bizim için! 15 Temmuz gecesi saat 21.30’da sokağa çıktım, sonra cumartesi günü sabah eve geldim kahvaltı yaptım. Memleket gitti geldi, eve gelirken, “ekmek alayım kahvaltı yaparız!” diye düşündüm. Acayip değil mi bu? Hala filmleri, dizileri yapıldı yapılıyor. O geceyi yaşadık. Biz psikolojik olarak 16 Temmuz’a giremedik. Samimi söylüyorum. Bazı geceler salâ okunurken, 15 Temmuz hatırıma geliyor. İnternet biraz yavaşlasa, “ne oluyor acaba” diyorum. Belçika’da uçak saldırısı oldu, bir buçuk ay havaalanı kapandı. Bizim dört ya da beş saat kapalı kaldı. Başka toplumda olsa ayağa kalkamazdı.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, lise mezunları üniversite hocası oldu. Birçok Yahudi, “Türkleştirilerek” üniversitelerde ders verdi. Al sana bir sıkıntı daha. 15 Temmuz’da bizden başka kimsenin ödeyemeyeceği bir bağımsızlık mücadelesi verdik. Türkiye’de hangi cumhurbaşkanına böylesi bir şey nasip oldu? 11 Eylül’de Demirel “sokağa çıkın!” deseydi, kim çıkardı? Kimse oralı olmazdı bile. Bizde FETÖ’nün kırdığı bir insan kaynağı var. İyi eğitim görmüş insanları hainliklerinden dolayı atmak zorunda kaldık. Kadrolar boşaldı. Sadakatsizler, liyakat olsa ne olur?

“Memur olayım, devlet benim cebime parayı koysun, nasıl olduğu da pek mühim değil. Para Amerika’dan gelsin yine fark etmez.” Hani bir ara MİT’in maaşlarını CIA yatırıyordu, hatırlayınız. Adam diyor ki, “ben alacağım maaşa bakarım.” İdealleri olan da var elbet ama az... Biz ideal ile hedef arasındaki çizgiyi şaşırıyoruz. Ulvî ideallerimiz olmalı.

Şu memleket birdenbire yok olsa acı duymayacak insan sürüsü var. Yahut da Türkiye bir ânda Müslümanlara teslim edilse bu hissizliği onlar da yaşayacak. Olağanüstü şeyler yaşanıyor ama insanlarda donukluk var...

Kanıksama aslında. Psikolojik olarak her gün, her yerde olur olmadık kavga görürsek önce kınarız, bir süre sonra buna alışırız ve normalleşir. Biraz da medyanın empoze ettiği şey bu. Bir anda uçak tank gemi yapmaya başladık, güzel. Almanlar, “15 yılda yaparsın” demiş biz iki yılda işin altından kalktık. Bu iyiliği kanıksamışız; “Tabiî yapacağız abi.” Yahu bir bak, nasılına, niçine bak! Medyanın en pis zehri bu. Gaylerin ve lezbiyenlerin olmadığı dizi neredeyse yok. Alışıyoruz artık. 28 Şubat’da neyin mücadelesini verdik şimdi ne olduk?

 

Üstad Necip Fazıl “Biz acı duyma hassasını kaybettik” diyor. Buradan açarsak neler söylemek istersiniz?

Pozitif bilimlerde test, muayene ve ardından teşhis ortaya koyulur. Ardından tedaviye başlanır. Bu çok kolay. Kimyada şunu alırsın, bunu karıştırırsın bombayı patlatırsın. Ama sosyal bilimlerde birkaç dakikada yapacağın kimyasal reaksiyon, sosyolojide 20 yılda vuku bulur. Ortaya çıktıktan sonra da hastalığın oluşma sorununu 20 yılda toparlayamıyorsun. FETÖ 40 yıldır var diyoruz ama onun bir de 20 yıl öncesi var. Yani Vakayı Hayriye’den bile başlatırız işi. 1924 tarikatların ve tekkelerin kapatılması vs... “FETÖ determinist davrandı ve darbe yaparsak başarılı oluruz” dedi. Ona “nah” olursun dediler. Ömer Halisdemir’i hesaba katabildiler mi? Hayır. Kadın ve çocuklarımızı düşünemediler, nasıl dik durdular ama? Bunun ne kadar tahlilini yapmaya çalışsak, nafile. 28 Şubat’ta ne olmuştu? Asıl Müslümanları mahpuslara tıkarken, olayı başörtüsüne çektiler, Uyuttular milleti. Dikkat dağıttılar. Zannettik ki, “Başörtüsü hallolursa, Hilafet gelir.” Şimdi? Başörtülülerin birçoğu Ak Parti’ye düşman. İslâm’dan aldığın terbiye bu mu? Erdoğan karşıtlığı yapıyorlar. Tamam kardeşim gitsin, kara kaşına meraklı değiliz bu adamın. Şuna cevap ver bakalım: Erdoğan’ın yerine kimi koyacağız? Kılıçdaroğlu dedi ya, “Tamam Erdoğan gelsin ama Erdoğan’dan sonra ne olacak?” Bu şu demek, “adam değiliz.” Yâni, “Erdoğan’dan sonrası olmaya talip değiliz.” Orada bostan korkuluğusun. Faiz Öztırak… Adamın sülalesine bakıyorsun eleştirdiği şeyleri kendisi yapmış. Ebucehil mantığı… Sahabî, Ebucehilin üstüne çıkıyor... Ebucehil, Sahabî efendimize ne diyor: “Ne kadar üste çıktın farkında mısın?” Kibre bakar mısın? Peygamber Efendimize diyor ki, “Peygamberlik niçin bana gelmedi, sen yetimdin, deve çobanlığı yapıyordun. Ben senden daha ‘üstün’düm. Bana gelmesi lazımdı.” CHP’nin derdi de şu: “Bizim dedemiz İttihat ve Terakki, babamız CHP’nin kurucusu. Başta benim olmam lâzım! Sen Kasımpaşalı bir imamhatiplisin!” Ben antropoloji okudum, on yaşlarımdan beri İngilizce biliyorum. Nasip oldu Oxford’a gittim. Orası dürttü beni... “Ben niye burada yaşamıyorum, buraya layık değil miyim?” O kütüphane senin, şu kütüphane benim, konferanstan konferansa koştum. Asırlık mabedler, estetik şeyler falan... Kendi kendime, “Bir dakika, sen Karagümrük’te doğmuş bir adamsın. Adamlar geldiğin yeri kabul edemiyor.”

 

Bize dönelim... Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’nü bestelediler. Öyle senfonik tarzda yapma mesela Sakarya Türküsü’nü! Bu milletin ritmi, gazeli, türküsü yok mu? Yapsana! Mesela Çağrı filminin müzik bestecisi Maurice Jarre, Müslüman değil. Hadi yap bakalım ondan daha iyi müziği, alnından öpeyim. Yapamıyorsun. Adama sırf Oscar vermemek için gittiler Star Wars’un dandik müziğine ödül verdiler. Biz hala çıkartamıyoruz böylesini. En büyük yaradır kültür. Erdoğan “kültürel iktidar yok.” dedi. O açıdan gittim “Kültür ve İktidar” diye kitap yazdım. Sen hala kültür olarak Muazzez Ersoy, Alişan, Hadise’lerle masanı topluyorsan, getirebildiğin en kaliteli adam Orhan Gencebay. Yapma gözünü seveyim. Senin bir sürü adamın var… Niyazi Sayın şurada oturuyor ya. Ahmediye’de Rufaî Tekkesi’nde.... Gidiyorsun hala ona buna… Uğur Işılak, iyi bir türkücü olabilir ama bizim müzik adamımız Neşet Ertaş’tır. Adam ceketini çıkarmak için izin istiyor. Işılak’a bakıyorsun bir bacak burada, bir bacak şurada. Edep hani. Ekonomiyi çabuk düzeltirsin, zengin kesimini ihya edersin; kültür öyle mi? Emek, vakit, ahlâk ister. Çamlıca’nın üstü villa dolu ama 15 Temmuz’da hepsi kapkaraydı. Çünkü onların kaybedecekleri var, biz çıkarken cüzdanımızda kaç para olduğunu bilmiyorduk.

Kültürel zemini düzeltebilmek için memlekette ağır travma yaratacak bir kültür devriminin yapılması lâzım.

Kültür devrimle olur mu, o da var. Sovyetlerde denediler olmadı. M. Kemal de denedi.

Sovyetler kendi adına sanat icat etmeyi becerdi, bunların hep bir şeye karşı olup, yıkıcı olmak derdinden başka bir dertleri olmaması onların meselesi. Batı, Aydınlanma Çağı, Fransız Devrimi’nin ardından restorasyon dönemiyle bir şeyleri ikame etmeye başladı.

Aslında kültürel dönüşüm yaşıyoruz. Erdoğan müzik günah mı, değil mi diye tartışılan bir çevreden gelip torununa ud dersi aldırıyorsa, bu Erdoğan’ın bir dönüşüme girdiğini gösteriyor. Mesela Abdülkadir Meragi Lisesi açıldı, güzel açılsın; ama onun dersini verecek adam yok. Yine Üsküdar çevresinde Hezarfen Salih Hoca var, siyasî fikri farklıdır ama Salih Bilgin’in Cumhurbaşkanlığı Klasik Devlet Türk Müziği Korosunun neyzeni olarak, eşi Yağmur Hanım’ın kemençeci olarak yaptığı işi, İTÜ yapamıyor. Çünkü onlar diyor ki, “evet arkadaşlar bu do, bu re, bu hüzzam, bu rast!” Ya tamam da çocuk oturup hocasıyla çay içemiyor, meşk usulü yok. Usta-çırak ilişkisi nerede? Batı’da bile çırak-usta ilişkisi var. Biz bunu anlatamıyoruz. Biz daha yeni hat sanatına para verecek ekonomik düzeye geldik. Yeni yeni çocuğumuza müzik dersi aldıracak ekonomik düzeye geldik. Eskiden ne söylerlerdi; “çalgıcı falancı olup ne yapacaksın?” Babaların çocuğuna geleceğini garanti etmesi, “oğlum git müziğini yap, hat sanatını öğren” demesi lâzım. Salgın sebebiyle üç ay piyasa durdu, bizim hattat arkadaşların işleri kötü, tezyinatçı arkadaşların işleri durgun; bu ekonomik güçle de alâkalı bir durum. Rıdvan Fadıloğlu’nun dediği “Müslüman fakir olur” tezini ben kabul etmiyorum. Ben zengin olacağım ama zenginliği lüks arabaya binmek için değil kendimi geliştirmek için kullanacağım.

Helal tatil olayı var. Mesele şu kadınların girdiği havuz başka, erkeklerin girdiği havuz başka. Benim bir arkadaşım var, ailecek görüştüğümüz yakın bir zamanda evlendi, çocuğu var. Onunla konuştuğum zaman anlatıyor; “tatile gittik benim içim rahat, kocam kadına bakmayacak, beni başka erkekler görmeyecek. Ama ben başka kadınlardan rahatsız oldum, çünkü hiçbir şey giymemiş.” Kadına sormuş “ablacım sen nerden kurtuldun, hangi ipten kurtuldun da içinde böyle bir kadın barınıyormuş senin!” Sonra da “ben kadına bakarken utanıyorum” diyor. Rixos’un helal tatil kampüsü var. Rixos’un Güney Kıbrıs’ta çıplaklar plajının olduğu kampüsü de var, Las Vegas’ta kumarhaneleri de. Senin verdiğin para Rixos’un aynı havuzuna gidiyor. Cevap olarak diyor ki, “Olabilir.” Sonradan zengin olmuş birisi, yoksulluk döneminde evlendiği eşini beğenmiyor. Siyasette de öyle, yüksek mevkilere getirilen siyasî kişiler kültür şoku yaşıyor. 2003’ta bazıları “Milletvekili olmuşum biliyor musun?” demiş birbirlerine. Çünkü hiç beklemiyor. Kendisi “milletvekili olamam” diyor, sonra olunca “ne yapacağım?” diyor. Milletvekili nedir, ne yapar bunlardan bihaber. Osmanlı zamanındaki devlet adamları Enderun’da eğitim alıp, devlet adamı nasıl olur, sadrazam olana kadar hangi merhaleden geçilir, biliyorlardı. Sultanın bile karısı olacaksan nasıl davranılması gerektiğinin eğitimi veriliyordu. Şimdi adam milletvekili oluyor “ne yapacağız?” diyor. “Ya Ankara’ya gidelim bakalım.” Al, gittin ne oldu?

 

Şu anda AKP’liler ve CHP’liler şunu düşünüyor: “Erdoğan gidince ne yapacağız?” Herkesin korkusu bu. Erdoğan gidince yerine gelecek ismin belli olması lâzım. Askeriyede bir hiyerarşi vardır, askeriye kimin Genelkurmay Başkanı olacağına dair endişe duymaz. Elene elene belli olur. “Kimi yapacağız?” diye bir sıkıntı yok. Siyasette güvensizlik ortamı var. Ben Ak Parti’ye oy veren biri olarak CHP’nin özgüvenine hayranım, adamlar her seçime “kazanacağız” diye giriyor. Ak Parti ise “ya kaybedersek?” diye giriyor. Bu özgüven neden Ak Parti’de yok? Çünkü iktidar kültürü yok. CHP, “bu sefer olmazsa başka sefere. Ya da nasıl olsa bürokratik iktidarımız var.” diyor.

Necip Fazıl diyor ya, “Ayasofya’nın açılmasından şüphe edenler Türkün Anadolu’da kalıp kalmayacağından şüphe edebilirler.” Necip Fazıl’ı okuyan bir kesim, bunu idrak edemedi. Necip Fazıl’ı anlayan adam Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Düşünsenize ben Yavuz’um benim babam Bayezid, onun babası Fatih. Şu şahsiyetlere bakar mısın... Yavuz, on yaşında padişah olacağını biliyordu. Fatih Sultan Mehmed için “yirmi bir yaşında İstanbul’u aldı” diyorlar. Doğduğun andan itibaren baban padişah, deden padişah, geçmiştekiler padişah, o zaman sen de padişah olacağını biliyorsun...

Yavuz babasını indirdi. Tarihte tek.

 

E o da var. “Bu seçimi kaybeder miyim?” diye işe kalkışılmıyordu eskiden. Osmanlı bunları aşmıştı. Amerika’nın, Almanya’nın teknolojik olarak bazı konuları aşması gibi. ABD’nin başına kim gelirse gelsin “süper güç” değil mi? Başındaki Trump da olsa, sokaktan herhangi biri olsa da, bu böyle.

 

Bu dediğinize katılıyorum. Bizim elimize gelen şey gidecekmiş gibi peşinen bir kabul var.

Neden, biliyor musunuz? “La tahzen” Türkçe meali “korkma!” Biz yüz sene korkmuşuz, yemediğimiz dayak kalmamış. Yüz sene sonra “korkma” demişiz. Katıldığım bir canlı yayında Deniz Zeyrek diye bir gazeteci, Ayasofya mevzuuyla alâkalı olarak “Büyüklük bizde kalsın, camiye dönüştürmeyelim.” diye naralar attı. Ona cevaben şunları söyledim: “Elinden alfabe alınırken, kılık kıyafetin değiştirilirken, takvimin değiştirilirken, ölçü sistemin değiştirilirken büyük değildin, büyüklüğünü şimdi mi anladın?” Biz muasır medeniyet seviyesini onların çizgisine koymuşuz, ne zaman geçtik ki, onlara büyüklük gösterelim. Arşivi satarken büyük değildin, alfabeyi alırken büyük değildin, Osmanlı’yı kovarken, küfür ederken büyük değildin şimdi büyük oldun öyle mi? Komplekse bak! Büyüklük kültürü yok, Avrupa gelince pısıyor bunlar: “Ben kimim ki?” diye düşünmekten alıkoyamıyorlar kendilerini. Bana kalsa Ayasofya cami olamıyorsa müze olarak da açmam, ben camiye ayakkabıyla girmem!

 

İŞGAL DÖNEMİNDE “DİNAMİT KOR PATLATIRIZ!” DEMİŞLERDİ AYASOFYA İÇİN.

Ya benimsin ya kara toprağın. Bizde böyle bir damar var.

Bu dediğinizi Kumandan Salih Mirzabeyoğlu da mealen şöyle söylemişti: “Ayasofya Türkiye’nin bağımsızlık sembolüdür, Eğer bağımsız olmadığını gösteriyorsa, devlet kendi iradesiyle açamadığı gibi kapatamaz da.” Boğaziçi Üniversitesinde bir derste Prof. Ahmet Ersoy, emperyalizm ve kolonyalizm bahsi geçerken Frantz Fanon’un bir sözünü aktardı. Sözünde “ezilenler ve Müslümanlar Batı emperyalizmine karşı çıkıyorlar ama Batılıların mental aletleriyle düşünüyorlar. Böyle düşündükleri için ileri geri bitmez.” demiş.

 

Paradigma değişmiyor. sen adamın yaptığı videoya Youtube’dan cevap veriyorsun. “Sosyal medyaya karşı ne yapacağız?” diyebilirsiniz. Alternatif mecralar çıkarsak, yol yine onlara çıkacak. Bu Suudi Arabistan’da kurulan “helal barlar” gibi. Alkolsüz bira hesabı... Sen bira kültürünü çocuğa veriyorsan, döktüğünde köpürüyorsa, göbek yapıyorsa, içtikten yarım saat sonra tuvalete gidiyorsan, onun alkollü olup olmadığı önemli değil! Bira bardağında, “alkolsüz bira”nı içiyor musun? İçiyorsun. O zamanla evriliyor. Çünkü o kültürü yaşıyorsun. Mesela bir düğüne gidiyorsun ayaklı bardakta içecek ikram ediyorlar, ayaklı bardakta şarap içilir.Viski bardağıyla fanta ikram ediliyor. Sen artık viski kültürünü alıyorsun. Fransızlar sana şarap kültürünü vermez, sana üzüm ezdirir. Uyan!

Sakarya Türküsü’nü senfonik yapamazsın. Bayram sabahı Süleymaniye’de şiirini oratoryo yaparak okuyamazsın. Yunus Emre oratoryosu var Adnan Saygun keferesinin. Oratoryo kilise müziği demek. Bu adam o kadar bilinçli yapıyor ki, “Türk musikisi sarıksız şeriattır” diyor. Onun anladığı mânâda “tehlike”dir. Müziği oradan vurmuş. Sen Yunus Emre’nin oratoryosunu yaparsan ortada Yunus Emre diye bir şey kalmaz. Tarih şuurunu vermemişiz adama. Ona göre tarih: “Hangi savaştan sonra hangi anlaşma yapıldı, maddeler neydi?” Tarih okuması bu değil ki! Bundan olsa olsa kronoloji olur. Yahya Kemal’in Yeniçeri’ye gazel diye bir şiiri var. Orada, “yürür velveleli tekbir ile” diyor, seferi anlatıyor. Soruyorlar Yahya Kemal’e “velveleli tekbir” yerine sizin ifadeniz olan ve ârıza uyan “saltanatlı tekbir” ifadesini niye kullanmadınız? Yahya Kemal cevaben şu ifadeyi kullanıyor: “O zaman Itri henüz tekbiri bestelememişti.” Tarih böyle anlatılır. “Benim anlattığım seferde Itri daha gelmemişti, ben tersine kronoloji yapamam” diyor. Itri’den sonra “saltanatlı tekbiri yazdım” diyor Yahya Kemal.

İşte, Büyük Doğu-İbda total olarak her şeye kökten bakacak bir sistemle beraber o sistemin parçalarını yerli yerine yerleştirir. Zaten aksi takdirde, bir şeye parça parça müdahale edildiği zaman, bir süre sonra akamete uğrayabilir.

 

Ama bu, bir anda yapılan devrimle ne kadar mümkün? Devrim aynı zamanda bir birikimi yıkmak da demek.

Müslüman entelijansiyanın oturup bunu tartışması lâzım. Bugün bunu dahi yapamıyoruz, “bunu şöyle mi yapsak?” yahut “böyle mi yapsak?”, “yapsak olabilir mi, olamaz mı?” Bu tartışılmıyor. Bu olmayınca da şuradan-buradan aparmalar oluyor. Ondan sonra Başkan Tayyip Erdoğan diyor ki, “beni yalnız bıraktınız.” Adamcağız bekliyor belki, birileri esaslı bir proje, bir görüş getirsin de tartışılsın diye. İşte Salih Mirzabeyoğlu’nun dünya görüşü, İslâm’a Muhatap Anlayış’ı ortada, orijinal bir şey...

 

Maalesef Mirzabeyoğlu ile tanışma fırsatım olmadı. Daha sonra ismen duyup, geç kaldığım insanlardan birisidir... Mesela bana deseler ki, “alfabeyi eski hâline getirelim mi?”, “hayır” cevabını veririm. Çünkü aynı hataya düşmüş oluruz o zaman. Doksan-yüz yıllık bir birikim var artık. Tabiî evveline de bakmak, anlamak lâzım gelir. Kastettiğim şeyi anlayınız.

 

Kumandan Mirzabeyoğlu da dil bahsine aşağı yukarı buna yakın bir şey söylüyor, değiştirilmesi gerektiğine dair bir tenkidi yok!

M. Kemal, Arapça yerine Latince alfabeyi tercih ettirerek nasıl bir yanlış yaptıysa, biz de değişim yaparak aynı hataya düşmüş sayılırız.

Bana sorulsa, ben de aynı kanaatte olduğumu söylerim; ki ben Osmanlıca okuyabilen biri olmama rağmen...

Şu tesbiti çok kullanırım ben: “Cesedine aşık, ruhuna düşman bir kesim var.” Bu tipte her kesimden insan mevcut neredeyse, özellikle muhafazakâr diye tarif edilenlerde... Osmanlı’ya bakışları böylesi basit! Fatih Sultan Mehmed’i, fatih yapan kültüre düşman; fakat arabasının arkasına Osmanlı armasını takınca, “iş tamam!” zannediyorlar. Kemalistler de koluna bacağına, “K. Atatürk” yazdırıyor ya. Aynı öyle... Bunlar aynı çamurlukta debelenen insanlar. Güya miraslarının peşindeler. “Hallettim ben” diyor iki kesim de. İslâmiyet’i öğrenmeye dair gayret sarf ettin mi? Tarih okudun mu? Baktın mı mâzine?

 

Bir eğitimci olarak, benim gözettiğim bir şey daha var: Biz külliyen bir şey yapmaya çalışıyoruz. Hakkari’deki köylüyü de, İzmir’deki çiftçiyi de, üniversite mezunu yapmaya yelteniyoruz. İşleri usta-çırak seviyesinde ele alabilsek, birçok meselemiz hallolur.

 

Bu biraz da bütün düşünememekten kaynaklanmıyor mu? Parça parça düşünüyoruz.

Bir şey yapınca, bütün bir iş yaptığımızı düşünüyoruz. Esasta öyle değil, bir gün hep aydınlık değil ki, bir taraf aydınlık, diğer taraf karanlık. Güney yarım küre kış, burası yaz. Birilerinin de üniversite mezunu olmaması lâzım, değil mi? Belki bu Sovyetler’den bize sirayet eden bir hastalık, “devrim yapacağız, kefereyi ortadan kaldıracağız!” Ya Peygamber Efendimiz, Medine’ye gidince katliam mı yaptı? Mekke’ye peki? Önce tebliğ etti, uyardı. Sonra gereken neyse o.

İnsan bir şey inşa ederken önce bir projesi olur, ona göre ayağını uzatır. Neyi, nereye koyacağını baştan biliyor olması lâzım. Erkan Mumcunun, “Erdoğan hakkında bir tenkidi var, Orijinal bir adam ama Laz kalfa gibi hareket ediyor!“ İşin başına gelince ne yapacağını kestiriyor diye.

Evet. Belediye başkanı olduğunda ne yapacağını biliyordu, başbakan olduğunda ne yapacağını bildiğini zannetmiyorum. Bugünleri hayal edebilir miydi acaba? Fatih Sultan Mehmed, Bursa’da seksek oynadığı zaman ileride ne olacağını biliyordu, Yavuz Sultan Selim de Trabzon’da valiyken kafasına koymuştu “İsmail’i indireceğim!” diyordu. Ne yapacaklarını biliyorlardı, anlatabildim mi? Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabe’sindeki şu ifadenin güzelliğine bakın: “Kim var! diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert ‘ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...” Şimdi böyle mi? “Arkadaşlar bir adım öne çıksak mı?” denildiğinde, «Ama böyle bir soruyu hiç düşünmemiştim.” cevabını almak işten bile değil. Biz milletvekili olduğumuzda ne yapacağımızı bilmiyoruz, zengin olduğumuzda da ne yapacağımızı bilmiyoruz.

 

 “BÜYÜK DOĞU ÜNİVERSİTESİ NİÇİN YOK?”

 Erdoğan, “yetmiş altı milyon Büyük Doğu’yu inşa edeceğiz” demişti. Büyük Doğu’nun ne olduğu üzerine çalışma yapan, tartışan, öneri sunan görmedik.

 

Bizim bir arkadaş vardı, Büyük Doğu’yla haşır neşir oluyor. Ankara’dan, Ubeyd, Elazığlı kendisi, yâd edelim. Demişti ki,” ODTÜ’den intikam mı alacaksın? Burayı kapatarak yapamazsın bunu. Karşısına başka bir üniversite kuracaksın, adı da Büyük Doğu üniversitesi. İş böyle yapılır!” Akşamdan otururduk sabaha kadar, böyle şeyler konuşurduk. Arkadaşım, Yakın Doğu Üniversitesi var, Ortadoğu Üniversitesi de var. Yahu kursana Büyük Doğu Üniversitesi’ni! Üniversite kurmakla da yetmez ki, burada talebe yetiştirecek Büyük Doğu’yu bilen kadron var mı senin? Adam Bilgi Üniversitesi’ni kuruyor, kadrosu var. Boğaziçi’ndeki hocalardan kaç tane daha Boğaziçi Üniversitesi çıkar? Sen bir üniversite kuruyorsun, sağdan iki doçent, soldan iki profesör, tamam. Galatasaray Üniversitesi, Türkiye’de nasıl üniversite kurulur, bunun modelidir. Derleme-toparlamayla olmaz ki hep.

 

“AL SANA EKOL: BARAN VE AYLIK DERGİLERİ”

Ekol olmuyor değil mi o zaman?

Kesinlikle. Galatasaray Üniversitesi ne yaptı? Okulu kurdu, ilk önce doktora bölümünü açtı, “ben hocamı yetiştireceğim” dedi. Dört yıl sonra lisans programını açtı, “sen önce Galatasaraylı ol, ekolü anla, yetiş! Sonra gelen öğrenciyi alırsın!” dedi. Başka yerlerde böyle miydi? Fransızca biliyorsa “gel”, İngilizce biliyorsa “sen de gel.” Mesela sizden misal verelim... Sizin, İbda›nın dergi kadrosu bir araya geldiniz, kaç kişisiniz on beş-yirmi arası diyelim. Bu büyük bir güç aslında. Keyfiyet meselesi. Aylık Dergisi kaç senelik?

On altı.

Peki Baran Dergisi?

On dört.

Belki de rekor. Herkes dergi kurar, birkaç sayıdan sonra ateşi söner. On altı yıldır bu dergide yazı yazanları toplasan, al sana okul, al sana ekol.

Üstelik gerektiği yerde, gerektiği zaman iktidara hem müzahir hem de tenkidçi.

Bizde tenkid etme de yanlış anlaşılıyor. Ya edebinle, usulünce et beni tenkid.

Bir kere, “Başkan Sen Ne İstiyorsun?” diye bir yazı yazdım, direkt Tayyip Erdoğan’a. “Şunu bunu yapıyorsun da, öteki niye böyle?” diye. Benim teklif ettiğim şeyi, bir konuşmasında “olmaz!” diye reddetti. İsim de vermedi, “bana söylüyor” dedim. Yazımda global çapta cereyan eden hâdiseler varken, içeride kültürel bir şeyler yapılması lâzım demiştim.

Şu anda okunan akşam ezanı hürmetine dua yerine geçsin şu söyleyeceklerim: Bir kere bu eğitim sisteminde, tevhid-i tedrisat kalakcak, yabancı dille eğitim yasaklanmamalı da, alternatifi daha da cazip hâle getirilmeli.

 

EĞİTİM SİSTEMİ VE DİL BAHSİ

Dil eğitimi verilecek ama sadece yabancı dille ders anlatılmayacak yâni, öyle mi?

Evet. Oktay Sinanoğlu’nu okumuşsunuzdur. Bu adam, Türkçe eğitim yapan şu anki Ankara Koleji’nden mezun oldu. İngilizcesi gayet güzel. Üniversiteyi Amerika’da okumuş, 23 yaşında profesör olmuş. M. Kemal’in yüz işinden biri iyi, işte bu o, gerçi sonra o da bozuldu. Robert Kolejini kapatamamış, Fransız okullarını kapatamayınca, kaliteli eğitim verilsin istemiş: “Halk oralara gideceğine, buralara gitsin.” Şimdi tam tersi, kendi paramızla rezil oluyoruz. Paramızı veriyoruz, başka birilerine eğitim yaptırıyoruz. Ya yaptır, tamam, çocuk liseden çıkınca beş dil bilsin. Dibimizde İsrail ve İran, İbranice uzmanımız bile yok! Ermenice, uluslararası ilişkiler bölümümüz var mı? Yapamıyoruz. Suriyeli hocalar bizim okula gelmek istedi. Akademisyenler gelecekti... O zaman uluslararası ilişkiler bölümündeyim, bir platform kurduk buna dair. “Uluslararası ilişkiler Arapça bölümü açalım, İngilizce ve Fransızca var. Amenna. Niye Arapça yok?” dedim. Profesörü, doçenti hazır. “Neden açmıyoruz?” dediğimde, “Hocam bir bölüm açabilmek için üç Türk vatandaşı lâzım.” dediler. E değiştirsenize kanunu! Sekiz saatte MİT kanunu değişmedi mi, değişti! Hakan Fidan’ı korudular. Türk vatandaşlığına geçir adamları, yap Arapça bölüm. Yetmez, Ermenice de yap, Yunanca da yap. “Fatih Yunanca biliyordu.” diyorlar. Övünmesini biliyorlar, yap Yunanca uluslararası ilişkiler. Elin Yunanı, çatır çatır Türkçe konuşuyor Atina’da. Bizim Musul büyükelçimiz İngilizce konuşuyordu, hani muhasebeci Kenan! Bir büyükelçi söylemişti, İngiltere’nin Kahire’deki büyükelçiliğinde Arapça bilenlerin sayısı, bizim bütün diplomatlardan daha fazla. Sonra diyorsun ki, Doğu Akdeniz’deki hâkimiyet. Suriyeliler dört milyon kadar memleketimize geldi. 400 bini kalsa, bir o kadar da Türkiye’de doğan Suriyeli olsa? Bizim Arapça bilmemiz lâzım! Arapça güzel sanatlar aç, öğretmenlik de aç. Yap bunları kardeşim. Medipol Üniversitesi’nde bunu anlatamadım. İstemediler. Adamlar ne yaptı? Kalkıp Kanada’ya gittiler. Kanada on yıl sonra Ortadoğu üzerine hak iddia ettiğinde, görürsün ne demek istediğimi. Bunlar söylenmedi değil. Cumhurbaşkanına da söylemişlerdir, adam her şeyi de kendi başına yapamaz ki. Adam akademisyen mi? Değil... Doçentlik kanunlarını kafalarına göre çıkarttılar. Benim maaşımı veren üniversite, benim doçentliğimi profesörlüğümü de versin. YÖK’e niye gidiyorum ben? Başvurdum doçentliğe 2018 Mart’ta. Reddedildi. Adam benim yazıları bir okuyor, “eyvah!” diyor. Bizim sosyologların, antropologların hesapta en iyisi “sosyal demokrat.” Arada ateisti, kemalisti, ocusu, bucusu var. Trafik polisinin muhakkak ceza yazacağı bir şey vardır ya, o hesap... Buldu bir mazeret, doçentliğim döndü. Bakıyorsun sosyologlara, orada burada konuşuyorlar. Soruyorum onlara, “e ne konuşuyorsun global.de’de bilmem nerelerde. Ortada bir şey yok?” Ne yaptığını bilen tek müesssese ordu. Teğmen girip, genelkurmay başkanı olana kadar neler yapman gerektiğini öğreniyorsun. Doktirini alıyorsun. Bir yüzbaşı arkadaşım dedi ki, “ağabey bizim darbe yapabiliyor olmamız çok normal, biz ordu evinde oturup darbe yapar, devlet kurar devlet yıkarız!”

 

İÇTİMAÎ OLARAK DA BÖYLE BİR EĞİTİMİN OLMASI GEREKİYOR.

Evet. Bayraktar’ın savunma sanayide yaptığı şeyler çok iyi. Mesela adam liseden beri bunu kovaladı. “Ben uçan bir şey yapmalıyım!” dedi. Yaptı. Bir örnektir bu. Peki, “ben cumhurbaşkanı olacağım” diyen kaç çocuk var Türkiye’de?

“Hedefi Olan İnsana Hasretiz”

Ya, M. Kemal’den sonraki cumhurbaşkanının Erdoğan olduğunu zannedenler var bu memlekette. Çalış, alternatifin olsun, kaliteli eser ver, tecrübe oluşsun. Hedefi olan insana hasretiz. Büyük gemiler, küçük limana giremez. Nerede onlar?

 

 Bakın FETÖ’nün bir stratejisi de şuydu; bunlar liman liman, kayık kayık gezdi. Eskiden “pirinç toplama” mazeretiyle Anadolu’da köylere giderler, bulgur-pirinç toplarlardı. Dertleri bu değil tabiî. Sonra teşekküre gidiyor, sonra sohbetlere giriyor; derken neler yaptılar, ortada.

Horasan dervişlerinin, Balkanlara gitmesi gibi. Soruyorlar dervişe, “necisin sen?” diye, “demirciyim!” diyor. Köye yerleşiyor, dinini yaşıyor, kimseye de bir şey çaktırmıyor. Evleniyor sonra, bakıyorlar ki adam efendi biri. “Kimsin?” dediklerinde, “Müslüman’ım” diyor... “İyiymiş o zaman” diyorlar. Temeli atıyor orada, arkadan da ordu geliyor, anlatabildim mi?

 

KÜLTÜREL FETİH GERÇEKLEŞTİRİYOR...

Öyle. Şimdi, zemin yok, inşaat yok, «fayansları ne renk yapalım?” Ya kardeşim temel projen yok daha senin. Tanzimat ve de Islahat Fermanıyla beraber üzerimizden silindir gibi geçildi. Her şeyin kabahatlisi olarak M. Kemal›i görüyoruz ama, yetişen kafa oydu. Yüzyılda o hâle gelmiş insan işte. Abdullah Cevdet’i şu an getirebilsen, adam Osmanlıcı çıkar belki. O bile beğenmez şimdi anlatılan Abdülhamid’i. “Bizim düşmanımız bu değildi ki. Doğru dürüst anlatın bu adamı, yiğidi öldür hakkını yeme” der. Beğenmez. Bu açıdan, bakıyorsun bir zamanlar solculuğunu solcu gibi yapmış, ateistliğini ateist gibi yapmış insanlar vardı. Şu an, tutamıyorsun birini bir tarafından. Tuttun mu elinde kalıyor. Eski solcular var mı şimdi?

Kendini solcu ya da sağcı ve yahut da Müslüman zannediyor. Fakat kafa başka bir yerde. Frantz Fanon’un bir sözü var: “Aslında o insanların hiçbiri zannettikleri şey değildir. Hepsi karşı olduğunu iddia ettiği şeyin parçası olarak yaşamaya devam ediyor. Onu da yaşatıyorlar hâliyle.”

 

Şu anda Kemalizm’i yıktık diyelim. Yıkıldıktan sonra ortaya koyacak bir şeyimiz var mı? Osmanlı’dan sonra Kemalist görüş geldi.

Biz de diyoruz ki, Büyük Doğu üzerine çalışsınlar, olsun...

Keşke... Kadro var ama yetersiz.

Bu vesileyle size teklif etmiş olalım. Ben şahsen, bazı hocalarla bu meseleyi konuştum.

Bahsettiğiniz iş tankın altına yatmaktan daha zor. Bu millet tankın altına yatar, uçağa levye fırlatır da bir araya gelip bunu konuşmaz işte. Haftada bir bu meseleyi konuşmak için bir araya geldik diyelim. “Yarım saat konuşacağız, sonra da soru-cevap yapacağız” desek, beceremeyiz. Adam bunu yapamıyor.

 

Yapılması gereken iş bu. Tayyip Erdoğan da buna muhtaç. Erdoğan gittikten sonra ne olacağını bilmeyenlerin asıl işi de budur.

 

Bir kıvılcım, çıktı, çıkacak gibiydi. Sulandırılıyor, kıvılcımı deforme ediyorlar. İmam-ı Azam’ın kurup Maturidî’nin Horasan’dan getirdiği bakış açısı çok esaslıydı. İmam Maturidî üzerinden bir vahdet-i vücud anlayışı, Kur’an yorumu yâni... İmam Maturidî Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmemiş, tevil etmiş. Tefsirde, “bu çay bardağıdır”, tevilde ise “bu bir bardaktır, gerekirse su da içilir, çay da içilir.” gibi düşünelim. Tefsirde Kur’an-ı haşa, “kısıtlama”ya yeltenme var.

Mısır’dan gelenler Eşarî’ydi. Uyuşamazdı.

 

O yüzden dedim, Yavuz’dan sonra bir kırılma oldu. Bir misal daha vereyim, “bu Kur’an’da yok, şu sünnette yok.” diyorlar ya. E Peygamber Efendimiz’in zamanında ciltli kitap mı vardı? Ne yapacaksın? Gündem: Ayasofya’nın kubbesi, neymiş Hıristiyanlıktan geçmişmiş. 320 yılında yapılmış, İslâm’a var daha 300 yıl. Niye camileri kubbeli yapıyorsun o zaman? O da Hıristiyanlıktan mı geçti yâni? Elinde tesbih var, e papada da var? Adamın sünnet anlayışına bakar mısın? O zaman camilerin çatısız mı olması lâzım? Mescid-i Nebevî’de çatı yok? Kadızadeler bir ara Süleymaniye’nin minaresini yıkmak istemiş. Kafa bu. Tasavvuf kültürü diye bir dersim var, orada da söylüyorum: “Peygamber Aleyhisselam 2020 yılında olsaydı, ne yapardı?” Bunu yapmamız lâzım.

Bu zamanımızın en zarurî sorusu. Üstad Necip Fazıl ve İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı şey de buna cevap vermekti, İslâm’a Muhatap Anlayış’ı yenilemek...

 

Anladım. Yahu buna cevap aramamız lâzım. Peygamber 2010’da gelseydi, İslâm onuncu yılını yaşıyor olsaydı, nasıl bir toplum olurduk?

Buna birçok molla dahi cevap veremez.

Evet, veremez. İki hafta evvel, İstanbul İktisad’dan bir hoca vardı yanımda, İrfan Çiftçi, rahmetli kalp krizi geçirdi, mü’mindi. Allah mekanını cennet etsin. Cenazesinde Sosyolog Edibe Sözen, bir hatırasını anlattı. Sözen, İrfan Çiftçi’ye “Hocam bana bir medeniyet tarifi yapar mısın?” demiş. Çiftçi hoca, Marksizm’den dönmüştür Cemil Meriç gibi, demiş ki, “Medeniyet Resûlullah’a komşuymuş gibi yaşamaktır. Şuradan beni göreceğini düşünerek burada oturacağım, evimin odasında konuşurken, yandan beni duyabilir. Evden girip-çıkarken beni görebilir.” “Can arabanı nasıl park etmişsin?” diye bana sorabilir... Efendimiz, mezarı yamuk kazdılar diye, düzelttirmiş. Bu anlayışla yaşarsak, birçok meseleyi halletmiş oluruz. Medeniyet bu. İşin bir de tasavvuf yönü var. Tasavvufu anlatmak için, menkıbeler, kerametler, kutupları anlatmaya gerek yok ki. Türkçe’nin içinde bir çekirdek var, o tasavvufu anlatmaya biraz yetiyor.

Tasavvuf zaten suyun üstünde yürüme, kerametler, böyle bir şey değil ki.

 

TASAVVUF, ŞERİATIN PRATİK HÂLİDİR.

 Ayasofya ve “Sıfır Meridyeni”

Ayasofya Camii aslî hüviyetine döndü, ilk Cuma namazı 24 Temmuz 2020’de kılındı. Bu husustaki hislerinizi öğrenebilir miyiz?

Tıpkı o kutlu fetihten dört gün sonra kılınan ilk Cuma namazı gibi, seksen altı yıl sonraki ilk Cuma namazı.... Târihî bir olaya şâhitlik yapmanın heyecanı içindeyiz. Ayasofya’nın 1934’te “müze”ye dönüştürülmesiyle, “cami” ismini elinden aldılar. Ayasofya’nın elinden alınan diğer sıfat ise, 1884 yılına kadar, dünya coğrafyasının merkez noktası olmasıdır. 1884 yılına kadar Sıfır Meridyeni’nin Ayasofya’dan geçtiği kabul edilir ve haritalar bu kurala göre çizilirdi. Ayrıca bu meridyenin özel bir ismi vardı: Arz-ı Halife. Çünkü Halife-i Mümin, İstanbul’daydı. Tüm saatler, İstanbul’a göre, diğer bir deyişle İslâm halifesinin şehrine göre ayarlanıyordu. Yâni şimdilerde GMT (Greenwich Mean Time) olarak yapılan saat ve zaman hesaplamaları, 1884’e kadar “İSİ” (İstanbul Saati İle) olarak yapılıyordu. Ayasofya, önce dünya kamuoyunda, sonra da Müslüman kamuoyunda itibarsızlaştırılmıştır. Önemi ve anlamı unutturulmaya çalışılmıştır. Ayasofya’nın câmi kimliğine yeniden kavuşması, sâdece dinî değil, aynı zamanda ve daha çok sosyopolitik ve jeopolitik bir önem taşımaktadır. Yeniden câmi olarak açılması, ibâdet edecek yer ihtiyâcından değildir.

Aylık Dergisi 191. Sayı

Recep YAZGANRecep YAZGAN