Güncel
Giriş Tarihi : 06-12-2021 13:38   Güncelleme : 06-12-2021 13:38

İBDA Külliyatından Tarih muhasebemiz!

Allah’ın Resûlü… Veda Haccı’nda… Kızıl tüylü devenin üzerinde, yüzbini aşan bir sahabî topluluğuna hitap ediyorlar.

İBDA Külliyatından  Tarih muhasebemiz!

 

Sözleri arkalara doğru her yüz adımda bir sahabî tarafından tekrarlanıyor ve dümdüz meydan, herbiri bin kere tekrarlanan bu sözlerin yankısını uğuldatıyor.

İslâm topluluğuna Veda Haccı’ndaki bu sesleniş, ebediyet mimarîsinin yerle gök arası “senfonik” çizgilerle resmedilmiş ahenk abidesidir… Ve içinde gaye ve dava memuru insanoğlunun, yaradılışından o güne değin hiçbir ferdine nasip olmamış derinlik ve yükseklikte şu cümle vardır:

– “İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti!”

Gerçekten bu çapta bir yükseklik, derinlik ve memuriyet idrakı, O var diye var olan Kâinatın Efendiliğine âit bir huccet… Topyekûn Kâinatı kalburdan geçirircesine bir nefs muhasebesine yanaşan ve “birşey söylemek için herşeyi söyleme, Kâinatın her ân yeniliği içinde herşey söylenemeyeceğine göre de Mutlak Fikre göre söyleme” zaruretini kavrayan idrak için, sözkonusu cümlenin ihtar ettiği mânâ şudur:

– “Zaman ve mekân emrime verilmiştir ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekânı döşeyecek ve zamanı işleteceksiniz! Resûl olduğuma inanıyor, fakat memuriyetimi anlayabiliyor musunuz?”

İşte İlâhî berat, zaman hakkında söylenmesi ve benimsenmesi hiçbir kula nasip olmayan büyük sır ve bu sır önünde ulvî varlık muhasebesi!..

İşte topyekûn zaman ve mekânın Peygamberi ve O’nun yolunda ebediyen zaman ve mekâna hakimiyet gayesi!..

Bir şeyin gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle var olması… Zamanın maksatlılığı… Bir tecelliden bahsedebilmek için, tecelliden önce, tecelli edenin var olma zarureti… Zamanda varlık’ın, zamanüstü varlığa âidiyeti… “Herkesin hakikati kendine; öyleyse hakikatin hakikati kimde?” suâlinin cevabı… Kronolojik tarihi kendine bağlayan zamansız keyfiyetin maliki… Daha neyin ve neyin sırrını toplayan hakikat, O’nun dudaklarından dökülen tek cümle ile ifâdeye ermiştir:

– “İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti!”

Kopukluk ve kesiklik içinde yekpârelik ve bütünlük, bütünlük içinde de kopukluk ve kesikliğin şarkısını söyleyen zaman, “kadans” dedikleri âhenk helezonuna, vakaların posasını değil de ruhunu yerleştirmek işinden başka sanat tanımaz!..

ÇIKIŞ VE İNİŞ

Birinci Asrın başlarında söylenen ve ana gaye noktası olarak, Kâinata Efendisinin -Küllî Ruh ve Nokta-i Vahdet olarak- zuhurunu müjdeleyen bu sözlerden beri İlâhi berat, zaman, o demlerde aldığı keyfiyet ölçüsü bir yana, kemmiyetler tablosunda 1399 yıl devir üstüne devir tamamlamış ve 1400’üncü merhaleyi saymaya başlamış bulunuyor… İBDA’nın BÜYÜK DOĞU ile kucaklaştığı ve Büyük Doğu Mimarı tarafından “Büyük Zuhur” olarak karşılandığı Milâdî 1979 ve Hicri 1400 yılı ve hâlihazır dili ile, sözkonusu merhaleyi muhasebemiz… Aslında kopmaz ve bölünmez olan zaman şeridinin İslâm dünyasında 1400 yıllık akışını şöylece ayırabiliriz:

NUR ASRI’nın dört büyük halife devresini takip ederek Emeviler ve Abbasiler çığırında fildişi kaldırımlı ve billûr kubbeli medeniyet tablosu pırıldatan İslâm… Eşya ve hâdiseleri tam bir tahakküm kıskacı içinde zapteden, bu arada türlü kuru akıl oyunlarına getirilen ve 73 kola bölünen, fakat aslâ öz cevheriyle parçalanmayan İslâm… Kendi hesabına göre 15. Asırdaki “Rönesans” davranışına gerekli eski Yunan kaynaklarının tercümelerini Batılı “Hümanist”lere bağışlayan İslâm… Peşinden, İlâhî kanun icâbı kemâl çizgisinden zevâle doğru kayarken saf ve hâlis bir milletin eline geçen ve onun elinde üç asra yakın salîbi Viyana kapılarına, dalâleti de Çaldıran Ovası’na ve Nil Deltası’na kadar kovalayıp, nihâyet pörsümeye bırakılmış vecd ve aşkın ağır hesabını vermeye başlayan ve 17, 18, 19, 20. Asırlarda tam bir yıkılış bilançosu hâlinde buruş buruş pörsütülen ve nihâyet son 50 yılda parça parça edilip çöp tenekesine atılan İslâm…

İslâmı, Anadolu çerçevesinde bu son 4 devresiyle (Hicri 11, 12, 13, ve 14. Asırlar) ele alıp zamanın, Veda Haccı’nda Peygamber üslûbuyla dile getirilmiş sırrına bu dört devre içinde nasıl kıyıldığını en kalın çizgilerle resmetmek, tek başına bir esere mevzu büyük çapa nisbetle bir pusulacık bile olsa, istikbâlin büyük ve kurtarıcı mimârisine ilk malzeme değerindedir. 1400. Hicri yıl, İslâm âlemi hesabına, en büyük mücerretle en sert müşahhası tokuşturan, bir yanı gayet basit ve bir yanı son derece girift bir vâkıadır.

Bu, mânevi plânda, aksiyonların aksiyonu deminde ele alınmaya lâyık tek dava, 1400’ün getirdiği bir mânâdır.

OLANLAR BİZDE OLDU

Temsil çerçevesinde, zamanın hakkını vermek veya bu haktan düşmek bakımından İslâm’ın çıkış ve inişini iki ana devrede sınırlandırabiliriz. Çıkış merhaleleri, evvelâ Arabın sonra Türk’ün elinde Hicrî 9. Asra kadar sürdürülebilir, iniş çığırını ise yine Hicrî 15. Asra dek yürütebiliriz. Bu çığırlar arasında en nazik ve hassas olanı, sade Türk’ün eli ve mesuliyeti altındaki İslâm’a aşağı yukarı 400 yıl boyunca ve devre devre şekil değiştirerek gösterilen liyâkatsizlik dönemi olmuştur. Ve şu ânda tek kıymet, işte bu bilmecenin çözülebilmesinde, yolumuzda açılan çukurlar ve kabartılan engelleri bütün sebeb ve neticeleriyle topoğrafyalaştırabilmekte…

Son 4 asırdır olanlar bizde oldu, devlet ve millet mesuliyeti altında meydana geldi ve zaman ve mekânı elden kaçırışımızı 4 adet hazin tabloyla çizdi.

Hicrî 11, Milâdî 17. Asır… Arap ve Fars kültürü hâkimiyetindeki İslâm dünyası bu kültüre yemiş verici feyzini kaybetmektedir. Aksiyon bayrağı Türk’ün elinde, fakat bu aksiyonu büyük kültürle besleyecek ruh çatlamakta… Zira tek ve aslî sebeb olarak vecd ve aşk kabuklaşmaya yüz tutmakta. Her şey ezberciliğe ve kopyacılığa dökülmekte, insanlık ve “Rönesans” hâmlesi dikkate değer sayılmamakta, yâni ham yobaz ve kaba softaya en müsait fidelik hazırlanmakta… Fetih hamlemiz, her ân biraz daha kırılmakta ve bütün bu hâllerin neticesi, tarihte bir benzeri olmayan Viyana hezimeti meydana gelmekte… Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bahanesiyle artık taarruz çağımız kapatılıp perişan müdafaa çığırımız açılmış oluyor.

Kara Mustafa’dan sonra bir de Hanedan tereddisini – bozuluşunu gösterme işinde “prototip-baş örnek” deli Mustafa’ya malik olan bu devreyi, aşksız, hikmetsiz, çilesiz kaba softa çığırının başı olarak mühürleyebiliriz.

Hicrî 12, Milâdî 18. Asır… Artık bir asır evvelki renk koyulaşa koyulaşa gitmekte ve biz, büyük İslâmî tefekkür ve tahassüsümüzü türlü iç ve dış tesirlerle kaybede ede, ne yapıp yapıp mevcudu kurtarma hengâmesine ayak basmaktayız… Her ân, zaman ve mekânın biraz daha dışına itilen, ham yobaz ve kaba softa elinde felce uğratılan ve hiçbir silkeleniş ve şahlanışa istidat göstermeyen, içli dışlı izmihlâl gidişi… Fakat aşk devrinden kalma madde mirası o kadar büyük ki, ne kaybetmekle tükenir, ne de Bektaşî tesellilerinin getirdiği ruh hâleti yüzünden yüreklerde ıstırap mevzuu olur. Bu devrin ruh hâletini ifâdede karşımıza yine bazı Mustafalar çıkıyor… Bekrî Mustafa, Kabakçı Mustafa, Alemdar Mustafa!..

Hicrî 13, Miladî 19. Asır… Artık müdafaa edilebilen bir ruh da kalmamıştır. Batının eşya ve hâdiselere, zaman ve mekâna hakimiyeti, dile getirilmemek ve sebebe bağlanamaksızın ruhlara çökmüş, her şeyi maymundan aşağı bir Batı hayranlığı ve kopyacılığında düğümleyen, böylece gerçek kurtuluşun kapısını ebediyen çivileyen felâket hengâmesi açılmıştır. Mustafa Reşit Paşa…

Nihayet Ulu Hakan İkinci Abdülhamit Han’ın 33 yıl mukavemetine rağmen yahudi ve mason eliyle İslâm düşmanlığına itilişimiz ve asırlardır geri kalmışlığımızın sebebini İslâm’da kabul etmeye zorlanışımız… İşte, Hicrî 14, Miladî 20. Asır yaftalı son devrimizin açıkça mânâsı!.. Bu devre gelinceye kadar Mustafalar rollerini oynamışlar ve bir yenisine ihtiyaç bırakmamışlardır. Herşey Kara Mustafa ile Mustafa Reşit paşalar arasındaki çizginin belirttiği rotada… Hengâme böyle başlar ve böyle biter.

İmân, ahlâk, akıl, ruh, her sahada çöküşümüzü şu dört devre içindeki zaman ve mekânı kaybetme felâketimize bağlayabilir; ve bugünkü boşlukta çırpınma hâlimizi gerçek vâhidine irca edebiliriz. Sene 1400’ün getirdiği berat budur.

KAPATILAN ASIR

Evet; İslâm’ın son 4 asır boyunca zaman ve mekândan düşürülmesi mevzuunda ne olduysa bizde oldu!.. 13. Hicrî Asrın ilk çeyreği sonunda, Miladî 20. Asrın başlarında, Ulu Hâkanın yüce şahsında her şey açık bir İslâm tahrifçiliğine dönüştürüldü; ve Birinci Dünya Harbi ile, bütün İslâm âleminin korkulu gözlerini diktiği koca imparatorluk ve Hilâfet müessesesi çöktü, gitti. Tam ve asırlık bir Batı Emperyalizmi ve Yahudi-Mason plânıydı bu; ve yüzlerce yıldır sınırlarımızı toslaya toslaya başaramadıkları çöküşümüze içimizde bir Batıcılık ve Batılılık mihrakı kurarak gerçekleştirmeyi bilmişlerdi. 20. Asrın getirdiği sanayi ve teknolojik ilerleme ukdesinin neticesi Birinci Dünya Harbi’nden sonra, İslâm, işte bu asırda ULVÎ MURAKABE’ye kavuşturulacağına büsbütün uzaklaştırıldı ve tek ve kaskatı bir şuur hâlinde, alçalışımızın biricik suçlusu kabul edildi; ona zıt çıkartma kâğıdı davranışlarına da “devrim” ismi verildi.

Böylece Türkiye’de bozulan ve tam 27 yıl bahsinin edilmesine bile izin verilmeyen İslâm, istiklâllerini kazanma yolunda bazı dindaş ülkelerde -hususiyle İkinci Dünya Savaşı arkasından- korkunç bir ters oluşa sahne teşkil etti. Hemen hepsi, kaidesi (halkı) imân ve zirvesi (idarecisi) küfürden başka birşey olmayan ehramlara benzer devletçikler olarak bizim bir nevî maketimizi billûrlaştırdılar ve bizde bozulan bir şeyin bütün İslâm dünyasında bozulmaya mahkûm olduğu ve ancak Türkiye’de düzelirse her yerde kıvamını bulacağı hikmetini ifâdelendirmiş oldular.

İslâm’ın temsil çerçevesinde başına ne geldiyse bu Asırda geldi:

İnsanlık her sahada kaç mezhebe el atmışsa, hepsinin doğru yanıyla aslen İslâm’da olduğu, yanlışıyla da panzehirin yine İslâm’da bulunduğu hikmetinden mahrum sosyalizm uyuzları…

Dışından payandalı ahşap bir bina gibi, İslâmı koltuk değnekleriyle ayakta tutmaya bakan ve onu topyekûn saffet ve asliyeti için murakabe edemeyen reformcular ve modernistler… Yamalı bohça esnafı…

Türkiye’de bile yapılamamış şekilde, Ramazan orucunu resmen yasak etmeye dek varan kravatlı küfür domuzları…

Vasıfları umumiyetle ahmak, salak, cahil, mukallit, ukalâ, sır idrakından yoksun müçtehid taslakları…

Ve Batı’ya petrol ihracı yerine ruh ihracı hamlesinden büsbütün kesilmiş ve her ân kesilmekte hareketsiz bir topluluk… Batı’nın iç felâketini anlayacağı ve devâlandıracağı yerde ona tutulan ve “çağ dışı-çağ içi” kıyasından başka bir ölçüsü olmayan çeyrek aydın devrimciler ve güdücüler sürüsü…

Kapatılan Asır, topyekûn insanlık her şubede, dile getirilememek ve şuura çıkarılamaksızın İslâma muhtaç hâle gelirken, bu muhtaçların başında yine müslümanların bulunduğu sırrını düğümleyerek geçti, gitti.

BUGÜN (1979)

Fars illerinde bir zulüm idaresini misilsiz bir perçinleşme hareketiyle yıkarken, din ve dünya anlayışı bakımından daha büyük bir zulme yol açan bir güdümün İslâmî hamle yerine geçmek istediği bugün…

Mukaddes topraklarda, itikad arsası bozuk şekilde yükseltmek istedikleri Şeriat duvarına yaslanıp Allah’ın Evini basmaya kadar giden, Mehdi izinde yol aldığını ve Şeriatı tepetaklak edici bu durumu İslâmiyet bilen, böylece yahudilik ve İslâm düşmanlığı ekmeğine yağ süren gaflet ve cehalet sürfelerinin daha ilk günde yumurtalarını çatlatmaya başladığı bugün…

Fas’ta bonmarşecilik, Cezayir’de çıkartma kâğıdı esnaflığı, Tunus’ta coplu küfür; Libya’da mektep kaçağı, çocuk oyuncakçılığı, Mısır’da tavizci maslahatçılık, Suriye ve Irak’ta ise solculuk afyonkeşliği manzarasını yaşatan bugün… Umumiyetle tepeden inme hesapsız bir miras gelirinin savrula savrula tükenmez giderinden ibaret bir iktisat markası bugün… Böyle bir bedavacılık nimetinin hakikatte ne büyük belâ olduğundan ve zaman ve mekânı fethetme işinde bunların asıl silâh değil, silâha hedef teşkil ettiğinden habersiz bir ruhîyat damgası bugün… Bir takım kabuk üstü yeltenişlerden ve “reform” kakafonilerinden başka tek ses vermeyen bugün…

Hele, Yeniçeriliğin modern hortlayışından başka birşey olmayan 1960 gece baskınından sonra, bütün değerlerinden ve dengelerinden olmuş ve İslâm’da bile, kesik bir süt gibi yarık yarık ve çatlak çatlak hâle gelmiş, halbuki zamanın en büyük emanetini daima omuzlarında tutucu mesuliyetten düşmemiş Türkiyesi ile bugün…

Nihayet, tamamıyla ayrı ve kütüphânelik mevzu olarak Batı dünyasının her iş ve inanış şubesinde iflâsını ilân ettiği ve “tek tecrübe etmediğimiz İslâm’dır!” demeye başladığı bugün… Ve eğer İslâm tükenmez bir petrol kuyusu gibi, Batı içinden kendi idrak âletleriyle fışkıracak olursa bu defa İslâmı müslümanlara öğretmeye ve onları dinlerini anlamamış olmakla suçlamaya mecbur kalacağı ve hiçbir paya lâyık görmeyeceği bugün… Ve, ve, ve… Fikirde ve aksiyonda asır yenileyicisini gözleyen, onu Türkiye’den bekleyen, Türkiye’yi evvelâ içinden fethedici, sonra İslâm âlemini birleştirici, daha sonra da topyekûn insanlığa arzedici destanlık role çağıran bugün… Ikınıp sıkınmaya ve evirip çevirmeye ne hacet:

Biz “Esfel-i Safilin” dedikleri aşağılıkların en aşağısından yüksekliklerin en yükseğine zıplamak gibi bir memuriyet altındayız! Bizim için orta yer yok! “Ya tepeye zıpla, ya olduğun yerde can ver!” ihtarını getiren yeni çağın başındaki tesbitimiz budur.

TERKİBÎ DAVA ŞEMASI

İslâmı tam bir vecd ve aşk plânında temsil ve ona nüfuz edip o misilsiz kaynağın sevkiyle derhal bütün cihana hâkim bir kıymete ulaştığımız devir, Birinci Osman’dan Kanunî Sultan Süleyman’a kadar süren saltanat ve şevket çağıdır.

Kanunî Süleyman, haşmet çığırının en zengin hengâmesinde gelmiş büyük bir talih sahibi olduğu hâlde, selefleri ayarında büyük bir şahsiyet değildir. Onun devleti, cemiyetimizin en büyük devlet ânına tesadüf etmiş olmaktan ibarettir. Kanunî, muazzam bir hazır bulucu ve hazır yiyicidir. Nitekim onun dünya çapındaki büyük davaya keyfiyette ayrıca bir hamle katmaktan aciz, müstakil bir fatihlikten mahrum şahsiyeti, her türlü şatafat akınlarına ve kemmiyet nailiyetlerine rağmen Viyana önlerinde kakılıp kalması ve bu can noktasını fethedememesiyle de sabittir. Dava bu noktadan derinleştirilip merkezî ve esasî sebebe doğru götürülür ki, aşk ve imanımızın donmaya, kabuk tutmaya başlaması, ahenksizlik devrinin açılması ve ruh gölgelenişinin ilk defa görünmesi, Kanunî’den sonra değil onunla beraberdir. Şeyhülislâmları ilk defa tâyinle makamlarına getiren ve her işi padişahın keyif ve iradesine bağlayan Kanunî devri, her türlü aldatıcı şaşaasına rağmen, hakikatte “düşüş” tarihimizin başıdır.

Kanunî’den sonra “düşüş” devremizi zâtî seciye ve mizacıyla da örnekleştiren Sarı Selim, babasıyla başlamış düşüşümüzü sadece açığa vurucu bedbaht ve hasta sultandır. Artık her sahada şanlı taarruz devremiz kapanmış, mahzun ve perişan müdafaa çığırımız açılmıştır. Askerlikte müdafaa, hars ve irfanda müdafaa, fen ve marifette müdafaa… Avrupa’da teşkilâtını bitirmek ve ilk mahsullerini devşirmek vaziyetine geçen Rönesans ve Hristiyanî yeni ruh, her sahada üzerimize çullanmak ve intikamını almaya savaşmak üzeredir.

Artık “düşüş ve müdafaa” devrimiz, arada bir müstesna şahısların; dibe batan bir dalgıç nasıl topuğunu kumlara vurup bir lâhza için su yüzüne çıkmak isterse, öylece münferit ve neticesiz olarak gösterdikleri hamlelere rağmen her devrede biraz daha derinleşe derinleşe “Tanzimat-ı Hayriye” ismini verdikleri harekete kadar devam eder. Tanzimat hareketi, bir türlü mânâsı kavranamayan Batı dünyasına karşı bizim kaybolmuş veya kaybettirilmiş mânâlarımızın nereye gittiğini gizlemeğe memur o cereyanın ismidir ki, cellâdımızın evine ve merhametine sığınıp ve kendi öz elimizle onun baltasını bileyip bileyip nefsimize hayat hakkı arayışımızı, böylece en feci iflâsımızı ihtar ve ilân eder. Hiç bir mütefekkir ve büyük sanatkâra mâlik olmayan bu devir, basit, sığ ve sadece ahmakvârî hayran politika adamlarının elinde, kuru bir bayrak muhafaza edip garba ruh sancağımızı teslim edişimizi çerçeveler. Bu devrin Mahmud-u Adli, Abdülmecit, Abdülaziz gibi sultanları birer zarif ve safdil kukla; Reşit Paşa, Ali Paşa, Mithat Paşa, Şinasi, Namık Kemâl gibi siyasî ve edebî şahsiyetleri de, adamına göre bir enayi veya hain oyuncaktır. Ayrıca hiç bir müsbet zekâ ve eser sahibi olmayan bu şahsiyetlerin hemen hepsi “mason”dur; ve Kapitalizm-Emperyalizm şebekesinin, memuriyetlerini bilen veya bilmeyen “piyon”larıdır.

Felâketli gelişi ilk defa olarak görmüş, sezmiş ve ona göre her sahada muazzam bir müdafaa hareketine girmiş olan ilk Büyük Devlet Reisi İkinci Abdülhamit’tir. Kanunî Süleyman, kısacık boyuna rağmen nasıl cemiyetin zirve noktasına bastığı için en uzun boylu görünüyorsa, Abdülhamit de tasfiye günü yaklaşan cemiyetin en çukur yerine tesadüf ettiği için, dev cüsseli olduğu hâlde kısa boylu duruyor; ve onu tersinde uzun boylu göstermek isteyen hain propagandayı def’aten tekzip edici bir eser ve şahsiyet sahibi görünmüyor. İşte bu harikalar harikası ince ve girift nasip, hakikatte Abdülhamit’in Osmanlı Padişahları arasında, belki en büyük üç şahıstan biri olduğunu gizlemektedir. Onu, yahudi kökenli ve İslâm düşmanı Fransız romancı Anatole France’in yaftalamasıyla “Kızıl Sultan” diye anan, mazhariyeti mahrumiyet, sadakati hiyanet ve bunların tam tersi olarak öldürücülüğü ihya edicilik diye gösteren tarih ve ruh kalpazanlığından da Abdülhamit’e ayrı bir fazilet biçilecek olursa, o vakit kendisini Osmanlı tarihinin en ulvî Devlet Reisi olarak değerlendirmek icap eder.

Büyük Doğu’nun 40 yıllık tarihî tezi olan ve hudutsuz vesikalara istinad eden bu hakikat ise, meçhul olmak şöyle dursun, tam tersiyle öğretilmekte ve altı üstüne getirilmeğe muhtaç bulunmaktadır. Ulvî ve mazlum Abdülhamid’in şahsiyetinde öyle bir düğüm gizlidir ki, bu düğümün çözülmesiyle beraber, sahte inkılâplarımızın ve milli kahramanlar şeklindeki vatan hainlerinin baştan başa iç yüzleri meydana çıkacaktır. İşte bu yüzdendir ki, bu davadan, Yahudisi, Masonu, Avrupalısı, züppesi, şahsiyetsizi, dinsizi, imânsızı, lâfta ilericisi, sözde hürriyetçisi, eyyamgüderi, dalkavuğu, şusu, busu; hâsılı mahrum ve münzevi hak aşıklarından başka herkes, müştereken gocunur ve bu bahsi açmayı yasak eder.

Bütün sebep ve neticeleriyle ilerleye ilerleye devam eden Tanzimat’ın ikinci hareketi Meşrutiyet inkılâbıdır. Bu inkılâbı yapan İttihat ve Terakki Komitesi de içlerinde her nükteden habersiz bazı sâf idealistlere rağmen, baştan başa Mason ve Yahudinin uşaklarıdır. İkinci Abdülhamit’in kan dökmek istemeyişi zaafından faydalanarak inkılâbını yapan İttihat ve Terakki, bütün siyaset, fikir, sanat ve edebiyat kadrosuyla bu vatanı “kaos”a götürmenin memuriyetini birkaç sene içinde tamamlamış; ve kendisini bu imha işine gizlice memur kılan Avrupa’nın bilâhere onu düşman safında yer almaya zorlayıp ana vatanıyla beraber yok etmek istediğini farketmeden, son vazifesini, Almanya safında Birinci Dünya Harbi’ne girmekle mükemmelen yerine getirmiştir.

Milli Kurtuluş Hareketi, artık tasfiye saati çalan Osmanlı cemiyet ve şahsiyetinin her şeye rağmen bütün bir tarih boyunca gelen imân ve hayat şevk ve iradesiyle kendi kendini kurtarmak için ruhunda hazır bir hamledir. Bu hamlenin mısır koçanı kadar bir mekânı bile kurtarmaya yetip yetmediği ve karşılığında neyin fedâ edildiği bir yana, hamleyi nefslerine mal edenler, onun ruhuna tam zıt bir seciye belirten ve Tanzimat’tan beri hiçbir zaman misline rastlanmamış mikyasta ruhumuzun Garba teslim etmek kararını besleyen bir hiziptir. Bu hizbin, yüzlerine bir “suret-i hak” maskesi takıp davayı aziz gösterdiği ilk devirlerin gerçek kahramanlarından Mersinli Cemal Paşa, Ordu Kumandanı Nureddin Paşa gibi şahsiyetler ve daha nice isimli ve isimsiz hüviyet, hakikatte, Milli Mücadele’yi bizzat ve ilk defa olarak hazırlamış olmanın da şeref hissesine mâliktirler. Nihayet, sadece Allah’ın lûtfu ve milletin yok olmamak cehdiyle muvaffak olunulan hareket, semeresini vereceği zaman derhal bu hizip vaziyete hâkim olmuş; İsviçre’de mukaddesatımızı ve imân kökümüzü Batı hegemonyasına satmak suretiyle her vasıf dışı bir istiklâl sağlamış; ve ondan sonra güya madde plânında kurtarılmış olan millet, ruh plânında ve doğrudan doğruya sayelerinde imha edilmek istenmiştir. Kurtaran ve ilk defa kurtarmayı düşünen ve ona teşebbüs eden kendileri olmadığı hâlde, faraza kendileri olsa, bu kurtarıcılığı takip edici devrede gayenin büsbütün öldürmek için kurtarmak olduğu meydana çıkınca bu kurtarıcılığa, kurtarıcılık mı, öldürücülük mü ismini takmak lâzımdır?.. Böyleyken, tâ 1950’ye kadar, Allah’tan esirgenen saygı ve korku, bir takım put şahıslara ve mefhumlara karşı zorla besletilmiş, yeni nesiller bütün bir tarih ve hakikat tahrifçiliği metoduyla yetiştirilmiş, insanlık hayatının hiçbir devresinde bir hak ve hakikat zalimliği edası altında tabu şahıslar ve mefhumlara dair ne lâf söyletilmiş, ne de Allah ve Peygamber, din ve ahlâk, tarih ve an’ane, millet ve dava, lisân ve irfan gibi, çingenelerin bile en aziz meseleleri olan davalara el sürdürülmüştür. Böylece Tanzimat, üstelik ona ve onun devrelerine gûya zıt bir plânda, hem de bütün bir kurtarıcılık, yoktan var edicilik ve aksini düşüneni idama sürükleyicilik cüretiyle, bir asır evvelki gizli müessirinin gayesini, 1923’ten itibaren nihaî mikyasta devşirmeye başlamış ve bunun ismine “el sürülmez ve dil uzatılamaz inkılâp” denmiştir. Daima sahte ve köksüz, binaenaleyh olması olmamasından daha zararlı birkaç madde donatımından başka, 1923-1950 arası ne yapılmışsa, milleti ruhta, ahlâkta, irfanda, tarihte, fikirde, sanatta, sıhhatte, millî benlikte, şahsiyette, bir daha dirilmemecesine vurmak için yapılmıştır.

Batı dünyası, muradına ermiştir… Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak bizi çürütmek, İslâmî ruh nescinden ayırmak ve çökertmek muradı… Batı dünyası 1980’nin şu günkü neticesi meydana gelsin diye bize hürriyet ve demokrasi aşıladı… Netice, en zengin mikyasta işte:

– “Din, ahlâk, aile, cemiyet, terbiye, an’ane, kanun, nizâm, ilim, idrak, hiçbir zabıta tanımayan başıboş bir nefs hürriyeti… Birbirini yiyen, kemiren, mıncıklayan, tartaklayan, yağmalayan, parçalayan, hayvanî sürüleşmelerden öteye hiçbir içtimaî bağı ve hiçbir üstünlük kademesine saygısı olmayan, hakikatsiz ve samimiyetsiz bir kalabalık… Bu kalabalık bu hâle zorla getirildi; üstündeki baskı kalkınca da hâlini kolayca ortaya döktü!”

Batı dünyası, hürriyetini, “devlet benim!” diyen ve milletinin canını, malını, ırzını, herşeyini mülkü sayan istibdat idarelerine karşı elde etmişti. Halbuki ondan asırlarca evvel “beni kime şikâyet edebilirsin?” diye çıkışan padişahına “Şeriate!” cevabını verecek kadar olgun ve gerçek bir hürriyet havası içindeydi milletimiz… Bu olgunluk ve gerçeklik, bir cemiyetin topyekûn bağlı olduğu hakikat kutbu önünde her türlü tahakküm ve tasallûttan âzadeliğini tesbit edici ulvî bir mîzan sahibi olmaktan geliyordu. Batı dünyası, bir zamanlar Viyana önlerinde hakkını arayan bu ulvî mîzan ruhunu zedeletmek için bize hürriyet ve demokrasiyi aşılamıştı; yoksa padişahları ve padişahlığı devirtmek için değil… Nitekim Ulu Hakan Abdülhamîd Han’dan sonra gelen taçsız sultanlar, ahbes soyu, Nemrud’ları ve Firavun’ları bile gölgede bırakacak tahakküm ve tasallut rejimleri kurdular ve böyleyken dudaklarından “hürriyet, adalet, müsavat” teranesini düşürmediler.

Nihayet Tanzimat’tan beri hayat iksiri diye sinsi sinsi bize içirdikleri ölüm şurubu, Borjiya’ların yıllar sonra tesir edici zehirleri gibi, tam bir asır ileride tesirini gösterdi (1839 – 1945); ve bu defa Amerikalılardan dikte ile gelen cebrî hürriyet ve demokrasi (Sanfiransisko diktesi) tepemize binince, çeyrek asır içinde, birbuçuk asırlık Batılı gayret semeresini verdi. Bu gayret, bize hürriyet ve demokrasinin hakikatini getirmek yerine, İslâmî nizâmın ruhumuzdaki ulvî mîzanını çiğnetmek kasdiyle başlamış ve bu mîzan çiğnetilince de şekil olarak gelen hürriyet ve demokrasi, başıboşluğumuzu ilân ve ifşâ etmekten başka birşeye yaramamıştır.

Böyle oldu!..

“Zalim padişahlardan ve keyfî padişahlık rejimlerinden kurtulma” davası, arada misli ve menendi görülmemiş şekavet idarelerinden sonra, serbest kalır gibi olunca, maddî ve mânevî tam bir zabıtasızlık, otoritesizlik, merkezî bir imân disiplininden mahrumluk ve ana-baba gününden nişâne bir anarşi noktasında sona erdi.

Batı dünyası, 9’uncu Asırdaki muradına ermiştir.

Ruh ve hakikatinden uzaklaştırılmış, Batı hesabına şifâ, Doğu için ise zehir hâline getirilmiş hürriyet ve demokrasi telkiniyle bu milleti, iç ve dış türlü ajanları, tam bir felâkete sürüklediler ve ona bütün inzibat, istihsal ve ibda gücünü kaybettirdiler…

Not:

– “İşte kurtarılması çok zor, düzinelerle milli kahramana muhtaç bir vaziyet! Bu milleti, birşeye inandırmadan ve onun taş gibi disiplini ve alev alev ahlâkı etrafında toplamadan kurtaramazsınız!”

Herkesin emeğini verimli kılıcı bir çizgide, bu iş üzerindeyiz… Sıra, Büyük Doğu’ya gelmiştir; yığınların katılıp cevherleşeceği cevhere, yâni İBDA’ya!..

BÜYÜK DOĞU-İBDA TARİHİ

“Tarih Görüşümüz” başlıklı bundan sonraki Levha’da üzerinde duracağımız inceliklere nisbetle bir şema hâlinde kalın ve kaba hatlarla Büyük Doğu-İbda tarihini vermek, yarının tarihçilerine pusulayı kullanma değerinde bir örnek olur.

(Sakarya’da Yunanlıları yendikten sonra -ki, yenilişlerinde asıl sebep, çizmeyi aşan Yunanistan’a müttefiklerin yardımı kesmesi ve iç olaylarıdır-, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerinin niçin çıkıp gittiğini, açık açık tarihî gerçek olarak ortaya koymaksızın kazanılmış bir bağımsızlıktan bahsetmek… Aşağılık bir devrin propagandasına göre ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım mümkün değildir. Gerçek şu ki, Anadolu dün jeopolitik durumunun imtiyazıyla paylaşılamadı; ve o gün bugün, Doğu ve Batılı emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda, politik, sosyal ve ekonomik bir statükoya göre ayarlı -Batıcı çizgide- bir düzen belirtiyor.)

Bizim BÜYÜK DOĞU-İBDA tarihi üzerinde ele alış itibariyle başlangıç olarak işaretleyeceğimiz tarih 1919… Vahidüddin Han’ın, Anadolu’da Kurtuluş Savaşını başlatması için Mustafa Kemâl’i görevlendirmesi, bunun için kendisine tahsis ettiği vapurla Samsun’a gitmesine önayak olması, onun da Halîfe tarafından yollanmış bir zât olarak karşılanması ve ardı sıra gelişen hâdiseler… İşin vakanüvislere âit yönü bir yana, bizi ilgilendiren husus, BÜYÜK DOĞU-İBDA üzerindeki tuğrayı basan ismin, yani “Büyük İrşad Kutbu” Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, “Kurtuluş Savaşı” diye yaftalandırılan Anadolu’daki mücadeleye destek vermesidir… Sözkonusu mücadelenin isimli isimsiz kayıttan düşürülmüş umumî ve mahallî kahramanları meselesi bir yana, hamleyi nefslerine maleden ahbes ve hizbi zamanla ortaya çıkan gelişmeler bir yana, böyle bir destek verilmiştir… Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren bugüne gelen çizgiye bakıldığı zaman, küfrün o türlü hakimiyeti ile bu türlü hakimiyeti arasında yapılmış bir tercih karşısında olduğumuz görülür… Bizim neticeye bakıp da sebebi bu türlü mânâlandırmamıza mukabil, o günün şartlarını düşünen başka bir selim akıl, o günden istikbâlin şartları içinde kimin ne mal ve neyin ne olacağının bilinemeyeceğini söyleyebilir… Bizim için geçerli olmayan bu husus, “bizim için” demekle umumî bir hüküm hâline gelemeyeceğine göre, onu da içine alıcı bir cevap ister ki, işin bedahet hâlinde izâhı şudur:

Nefeslenme payı hâlinde, “o küfürdense, bu küfür” şeklinde bir tercih, rıza değil, katlanıştır… Malûm olduğu üzere, “küfre rıza, aynıyla küfür”dür… Mücadelesi kabil olanlar şeklindeki bir tercih ise, isabeti tartışılır bir tercihtir… Öyleyse, devletler arası güçler dengesi ve jeopolitik durumunun imtiyazı dolayısıyla paylaşılamayan Anadolu’da üstüne üstlük bir de öz halkının direnişi riski eklenince, malûm paçoz kurtuluş ve küfür idaresi… Müslümanlar için tek kâr, kan, gözyaşı ve binbir sıkıntı içinde de olsa, “var olma ve direniş” bayrağını dalgalandırması, teslimiyetçilik ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden iradesidir… O günün malûm dış cephedeki küfrüne karşı bu direniş, istikbâlde zuhur edecek ve dıştakinden beter olan iç küfre rağmen, “müslüman devlet”i savunma irâdesinin gelecek kuşaklara beyânıdır… Bütün İslâm tarihini kerâmet çapında üstün bir idrak zaviyesinden değerlendiren ve ikincisi olmayan bu işin terkibini ortaya koyan BÜYÜK DOĞU – dünya görüşümüze, nisbet sözkonusu direnişteki olağanüstü fedakârlık ve mücerret takdir olarak “var olmak” irâdesini tesbit işinden sonra, o şartlara düşücü keyfiyet zaafını ve bunun da Kanunî’den beri gelen zaafın son halkası olarak tecellisini görmezden gelemeyiz; yâni, “düşmanı kovduk, kurtulduk!” züğürt tesellisiyle TC’ye rıza bir yana, sahabîler devrinden başka hiçbir dönemi kendimize örnek almayanız… Kuru bir temenni ve tekerlemeden ibaret kalmayışımızın delili de, İslâm dünyasında benzeri şöyle dursun, benzerinin benzeri de olmayan “İslâma muhatap anlayış” davasının insan ve toplum meselelerinin hâlli hâlinde sistem örgüsünün mübdîiyiz… Bu tesbit içinde açıkça ilân edelim ki, kahramanca, fedakârca, büyük çapta faydalı ve iyi niyetli mücadele ve çabalar zerresi bile görmezden gelinemez bir kıymet ifâde etse de, bunlar zâtî mahiyetleri itibariyle bir devlet plânına geçebilmenin değil, buna malik mihrakın değerlendirmesine mevzu çalışmalardır… Netice olarak; iç oluş’u dış oluş’a çevirici ve ihtilâl sürecini inkılâpla kavuşturabilecek bir FİKİR ve AKSİYON mihrakı olan BÜYÜK DOĞU-İBDA, 1919’un “var olma” iradesini temsil etmek bir yana, onun muradı olan istikbâlini de temsil etmektedir.

Teslimiyetçilik ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden… Eğer Anadolu’nun ayağa kalkışının mânâsı bu olmasaydı, bildik soydan -rejimi rahatsız etmeyecek hoş beş kabilinden- faaliyetler için hiç de TC’ye lüzum olmadığı, aynı faaliyetlerin Avrupa’nın her tarafında da yapılabilmesinden belli değil mi?..

BÜYÜK DOĞU-İBDA netice oluşundan 1919’a bakıldığında, o gün müsbet rey izhâr eden sayısız isim içinde Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin misilsizliği görülür: Bu iş kuru bir “düşmanı kovduk” işi olmadığı gibi, kuru ve lâftan ibaret “İslâm Devleti” tabelâsını asma işi de değildir… Başlıbaşına bir dünya görüşü hâlinde ortaya koyduğumuz tarih muhasebemizden anlaşılacağı üzere, eğer kâfir TC yerine niyeti İslâm bir devlet kurulsa veya Osmanlı devam etse bile, onu ideale doğru şekillendirmek çetinliğini -hiç şüphesiz kâfir TC ile mücadeleden çok daha kolay- yaşayacaktık… Bu husus “netice oluş” bahsinden değerlendirildiğinde, “teslimiyet ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden” rey sahibinin, istikbâlin meçhul şartlarından gafil bir kişi değil, ihtimâller âleminin mihrak noktasını her şart altında geçerli bir hassa olarak nişanlayan nazar ehli kimliği anlaşılır… İstiklâl savaşını gayesine ulaştıracak ve mânâlı kılacak olan hareket, BÜYÜK DOĞU-İBDA çizgisidir!..

Nesillerin, içtimâî değişimlerin ifâdesi olan tarihî durumlarla ortaya çıkışını gözönünde tutarsak, BÜYÜK DOĞU-İBDA tarihi bakımından işaretleyeceğimiz bellibaşlı ikinci tarih, 1928’dir… Sözkonusu tarihin birbirine bağlı iki cihetten ehemmiyeti var… Birincisi: 1923’den sonra doğan ve 1930 ve ilerisinde yetiştirme tezgâhı ilk mektebe alınan, netice olarak 1923 ve 1930 arasındaki doğum ve eğitim başlangıcından itibaren küsbeleştirilmeye başlayan bütün Cumhuriyet nesillerinin sözkonusu keyfiyeti… Yaş değil de keyfiyet olarak Cumhuriyet nesli, gittikçe berbatlaşan kuşaklarıyla birdir… Allah’ın, doğrudan doğruya kurtardığı, içtimaî tesirden kurtulmaları için ruhlarına idrak nuru ve ellerine vasıta manivelâsı verdiği seçkinler müstesna… Bu nesilleri eskilerden ayırd eden keskin bir sınır çizgisi vardır; o da “Arap harfleri” dedikleri, aslında “İslâm harfleri”nin atılması ve yine en kaba yanlış hâlinde “Türk harfleri” dedikleri Lâtin alfabesinin alınması… İkincisi, doğrudan doğruya İBDA ile ilgili ve bir iftihar vesikası: “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi”… 1928 ve 1982 arasında geçen 54 senenin “Kültür Davamız”a âit “500 yıldır beklenen mütefekkir” işaretinin ipucu hâlinde mihrak noktası budur; ve tesbit, sözkonusu davanın davacısı Büyük Doğu Mimarı’nın muradı olan hüviyeti işaretlemektedir.

Sene 1943… 1936 senesinde Büyük Doğu Mimarı’nın çıkardığı “Ağaç” isimli mecmua, kurbağanın balığı da andırır lârva döneminin görüntüsü içindedir ve neyin ne olduğu aslî şecere hâlinde 1943’te çıkan Büyük Doğu mecmuası ile açık olur… Evirip çevirmeye, gevelemeye, hiçbir ölçü ve endaze sahibi olmaksızın takım tutar gibi kahraman yarıştırmaya çıkan ve kendi keleşliklerinde kahramanları da küçülten zümreleri ürkütmemek adına yumuşatmaya ne gerek var?.. Gözönünde duran eşyanın tesbiti kadar basit bir bedahet duygusuyla bile hakikati görülebilecek bir davadır ki, 1943 tarihi, evvelâ Anadolu ve sonra bütün İslâm dünyası adına, ma’kus talihinin dönme habercisi olması bakımından misilsiz bir eşik taşı ve başlangıçtır… Şöyle: “Büyük İrşad Kutbu” makamına mahsus bulutların üstündeki hususiyetiyle “İslâm’a muhatap anlayış”, görünür plânda ve umumî mânâda insan ve toplum meselelerinin yekûnunu kapsayıcı bir “dünya görüşü-sistem” olarak, eşya ve hadiselere kendini nakşetme davranışına geçmiştir… Doğrudan BÜYÜK DOĞU verimlerinin değerlendirilmesi gözüyle bakarsak, onun ihtişamı, tamamlığına kavuşturulan ve yeni eserleriyle, başlıbaşına bir hâdise olan bütün Anadolu’yu tarayıcı konferanslarıyla, 1960-1972 arasıdır… Özel bir not olarak belirtelim ki, İBDA mihrakının avlandığı tarih de, bu arada, 1964’te “Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz” ve 1965’te “Sahte Kahramanlar” isimli konferansların kurduğu tuzak vesilesiyledir… Efendim, biz bu davanın sevdasına değil karasevdasına o tarihte düştük!..

1982-1983 senesi, bir ayniyetin iki kanadı arasındaki devir teslim hâlinde BÜYÜK DOĞU İBDA dönüşümünün tarihidir… İBDA bir yana, “zamanı aşma gayesine ermiş bir kahraman” sıfatıyla Büyük Doğu Mimarı’nın portresini çizmek, 1943 başlangıcını 1983 nihayetine bağlayan bir tarih diliminin mânâsını kapsar ki, şu:

– “Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam!”

Vesselâm!..

Büyük Doğu mücadelesi ve onun yumuşattığı iklim… 1975 tarihi itibariyle 33 senelik Büyük Doğu mücadelesini, sözkonusu cümlenin açılımı hâlinde ciltlerle ifâdelendirmek gerekiyorsa da, biz işin tarihî, siyasî, sosyal, kültürel ve tabiî ki ruhî açıdan ayrı ayrı tahlilini gerektiren bu vakıanın Büyük Doğu-İbda tarihi şeması bakımından sadece tesbitçisi olmak durumundayız… Aslında bu tesbit, bütün bir kütüphâne olarak Büyük Doğu’nun eser yekûnundan takip edilebilir… Ve nihayet, işin gele gele, “biz buzdağını hohlaya hohlaya erittik, şimdi geç geçebilirsen çamurdan” meyus ifâdesine varması; Büyük Doğu’nun yumuşattığı iklimin arkasından, salya sümük meydan yerini dolduran sapıklar, parsacılar, vesaire, vesaire, vesaire… Ve ne yapsan, ne etsen, muhatabını keyfiyet ve aksiyon olarak sıçratamadığın ve onun keyfiyet çapına mahkûm olduğun noktada, “kelâm yalama oldu!” teşhisi… Teşhis Büyük Doğu Mimarı’nındır!..

Büyük Doğu mücadelesi ve onun yumuşattığı iklim… Kelâm yalama oldu… Ve böyle bir vasatta, müslümanların önünde bir korkuluk gibi duran “Menemen” hatırasını bir tekmede deviren şanlı GÖLGE [1975]… Büyük Doğu Mimarı tarafından tam 8 sene sonra iltifata mazhar olan ve o gün için “Yeniçeri ruhîyatıyla yumruk için yumruk tecrübeleri, olur şey değil!” diye karşılanan, açtığı çığır açısından mutlu, Büyük Doğu Mimarı’na attığı nazar yönünden mahzun bu şahlanış, rastgele başlamak ve nasıl neticelendireceğini bilememek gafletinden ne kadar uzak ve “iş içinde eğitim” prensibinin ne kadar güzel tatbiki olduğunu, ardı sıra gelen oluşumlarında göstermiştir… Benzersiz ve kendinden zuhura dair bu ilk ses, bir naradır… “Akıncı” markasının müellifi, o güne kadar köfte ve sümsük çizgide hâline İslâmî kılıf arayan umumî gençlik sürüsünün boykot-çatışma cinsi varlık ispatının müsebbibidir.

Bir gong sesinin şokuyla kendine çevrilen başlara, meramını anlatmak… Gölge 1. dönem asker toplamaksa, ikinci dönem onun izâhına ve nizâmlandırılmasına dair fikrî iç oluşun beyânıdır… “Bütün Fikrin Gerekliliği” diye atılan temelin kıymet ve sağlamlığı, üzerine çıkılan katlar boyu anlaşılacaktır… Sene 1978… Benim için zâtiyle değil de vadettiğiyle mühim bu sesin kitapçık çapındaki ilk hâli, Akıncı Güç döneminde Büyük Doğu Mimarı’na sunulduğunda şu notu aldı:

-“Mücerret fikir istidadı tamam!”

1399-1400 Hicri ve 1979-1980 Milâdi senelerin, birinden öbürüne geçişi hâlinde (1) senede, Büyük Doğu Mimarı tarafından “Müjdelerin Müjdesi” diye başlayan ve vesilelerle bir kitapçık çapını bulacak kadar takdir, medih, ithaf, şu, bu… Akıncı Güç, fikir ve aksiyon bahsinde muazzam bir patlamadır ve İBDA’nın öncesi ve sonrasını topluca gösteren bir çekirdek hükmündedir… Ana rahminde bütün uzuvları şekillenen çocuk doğmuş, RAPOR salıncağında da ruhî uzuvlarını hareket ettirmeye ve şahsiyet hamurundan istikbâle dair mânâları hecelenir işaretler vermeye başlamıştır.

“Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir” diye başlayan ve “benim bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin” diye biten, 1982 ve 1983 seneleri… Büyük Doğu Mimarı, KÜLTÜR DAVAMIZ isimli eserimi öyle karşılamış ve İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eserimi böyle müjdelemişti!..

1983-1984… İBDA, bu aslî ve esasî markasıyla ortada… İBDA bağlısı gençlerin varlık ispatına dair ilk hamleleri, TAVIR isimli dergi… 1986 senesi, İBDA DİYALEKTİĞİ’nin muazzam bir ispatı hâlinde patlayan türban kavgası… Önderliğini İBDA gençliğinin yaptığı bu hareket, saman yığınına atılan kibritin bir ânda her yeri ateşe vermesi gibi bir tesirle yurt çapında bir eyleme dönmüştür… Hain bir kalemin dehşeti, işin güzelliğini göstermeye yeter:

– “Cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk defa müslümanlar bu kadar yaygın bir şekilde devlete karşı geliyorlar; bu müslümanlar adına bir ayıptır!”

Tabiî olarak hainin “ayıp” dediğini “şeref” diye anlamak ve “herşeyin şerefi ilklere âittir” hadîsine binaen o şerefi İBDA gençliğine mahsus bilmek, hakikat namusudur!..

Kanunî yoldan veya kanun dışı yoldan, kim ne yaptıysa şerefinin ve mesuliyetinin kendine ve zümresine âit olacağı CEPHELER dönemi… İş yapanla, kuru caka satan arasındaki farkın da en keskin biçimde tefrikini getiren metod… KENDİNDEN ZUHUR DİYALEKTİĞİ’nin tatbikine dair bir oluş yolu… Tırıs giden bir atın yanında, birdenbire fıkır fıkır bir küheylân… Tırıs giden, KARAR dergisi; küheylân ise, Ak-Doğuş… Onu, kendisinden okuduğumdan çok, cemiyet üzerindeki tesirinden okuduğumla beğendim… Gazete arşivlerinde de sabit olduğu üzere, cemiyeti fokurdattılar ve bilhassa Ahbes’in mânâsını, o mânâyı bir mekân farzederseniz, helâya çevirdiler; kıyıda köşede gizli gizli dolaşan belgeler, bunlar tarafından en yüksek tonda mikrofona bağlandı ve yolları yol oldu!..

1989 senesi… Kendi bulunduğu yeri merkez kılan muhteşem gövdeli bir çınar ağacının, ansızın göçmesi… Beklenmedik zamanda… Birdenbire dağılan Sovyetler Birliği’nden bahsediyorum… Dünyayı yepyeni bir çığıra sokan bu hâdise, onu ne içinden yaşayan ve ne de dışından bakanın lâyıkı veçhile mânâlandıramamasına nisbet, oluş ve zaman itibariyle beklenmedik bir tecelli, bizim için bir lütfu ilâhîdir… Bir tedaî zevki bakımından 1975’e dönelim ve GÖLGE’nin ikinci sayısındaki önsöze bir göz atalım:

– “Marksizm’in ilk vatanı olan Rusya, düşünen insanı imhâ veya kapı dışarı eder, yine de demokratik rejime dönüş temayülüne mani olamaz ve bu yüzden revizyonistlikle suçlanır ve Marksizm’in pratiğini yalanlarken…”

1990 senesi, bizim için 1983’ten itibaren hazırlanılması gereken bir sene olarak alınmış, ardı sıra gelişen olaylar da, sözkonusu niyetin isabetini teyid eden bir çizgi izlemişlerdir… 1990 senesinde, kâfir ile elele İBDA’yı ademe mahkûm etme keyfini süren -güya müslüman- hain, ahmak, ibiş ve salakların, bu keyfiyetlerine uygun hased ve şaşkınlık nazarları altında, muhteşem zuhur… “En küçük çaplar içinde bile doğru politika” prensibimiz, bizi, artık görmezden gelinemez bir güç hâlinde cemiyet meydanının merkezî mıntıkasına dikmiştir!..

1991 senesi… 1990 yılının ortalarında başlayan ve dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olan Körfez bunalımının 1991 Ocak ayında savaşa dönmesi: Birleşmiş Milletler adlı “Domuzlar Diktatoryası”nın kararı altında parya devletlerin de fiili veya mânâ olarak katılımıyla, Irak’a açılan savaş… Başta, Sovyetler’in çöküşünden sonra tek süper güç addedilen Amerika; ve yamacında itibar tonları ayrı figüranlar… Savaşın nasıl başlayıp nasıl bittiği malûm ve biz burada tasvir işinde değiliz… Fakat bu savaşın İBDA mücadelesi yönünden ve onun mânâsını kendisine bağlayan iki büyük yönü var… Birincisi: Amerika’nın güç imajı zedelenmiştir… İkincisi: Antiemperyalist mücadele bayrağı, İBDA vesilesiyle ve bütün haşmetiyle müslümanların eline geçmiş, bellibaşlı bir tarih olarak 25 Ocak 1991’de Cuma gösterilerinde çıkan olaylarla yepyeni bir çığıra girmiştir… Bu çığır, sözkonusu olayların ardından İBDA-C’ye karşı girişilen polis operasyonu ve devamında gelişen çizgide, düzen güçlerinin ne kadar kof ve ahmak olduğunu gösterici bir laboratuvar teşhisinin ispatına ve bütün mitlerin yıkılmasına vesile olmuş, murad husule gelmiştir… Ve yine 1991’de, meşhur TARAF dergisinin “kendinden zuhuru”… Tam gerekli olduğu zaman çıkmış, asıl ateşini ise bütün kem gözleri yakacak şiddetiyle 1992’den, 1995 yılına kadar sürdürmüş, tıpkı Ak-Doğuş gibi zarurî olarak isim tebdiliyle yoluna devamda!..

İrili ufaklı legal ve illegal İBDA Cepheleri, pıtrak gibi bitmeye ve yurdun dört bir tarafından ses getirmeye başlamıştır: 1992… Zerresi fedâ edilemez bir çabanın hepsi ayrı vasıftaki kahramanlarını, Allah izin verirse ileride müstakil bir eserle mânâlandıracağım!..

Büyük Doğu Mimarı’nın, 1980 öncesi Ülkücü kesime yaptığı İslâmî aşının benzeri, 1992’de “Kürt Meselesi” başlığı altında tarafımızdan davacılarına yapılmış, tesiri daim işleyen ve tezahürleri en beklenmedik verimler hâlinde 1995’e kadar fasıl fasıl ortaya çıkan büyük hâdise!..

1995 … İRKM … 1995 … Çeçenistan’da ünlü Şâmil Basayef ve onun dünya çapında yankı getiren Rus topraklarındaki eylemi… Anadolu’dan Avrupa ve Amerika’ya ses getiren İBDA oluşumu, Anadolu dışında merkez sesini haykırmaya başlamıştır!..

Sayısız eylemler, yurdun dört bir tarafında meydana gelen kitle ayaklanmaları vesaire, yarın detaylarıyla yazılacak fikir ve kavga tarihinin, buraya kadar şemasını çıkardığımız keyfiyetin, malzemeleridir!..

 

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 33-60.

Recep YAZGANRecep YAZGAN