Kültür
Giriş Tarihi : 14-07-2019 10:00   Güncelleme : 14-07-2019 10:00

Kemal Sayar: Başkaları İçin Döktüğümüz Gözyaşı Çabuk Kurur!

Başkaları için döktüğümüz gözyaşı çabuk kurur. Soma, dilerim bizim için başkası olmaz, bu elim hadise bize insan olarak ötekinden, kardeşimizden sorumlu olduğumuz gerçeğini hatırlatmaya devam eder.

Kemal Sayar: Başkaları İçin Döktüğümüz Gözyaşı Çabuk Kurur!

Soma faciasına dek, yer altında ekmek parası için alın teri döken insanlarımızın hangi şartlarda çalışmak zorunda olduklarını bilmiyorduk. Bu hadise bizi görmemenin, bilmemenin, yüzümüzü hep başka tarafa çevirmenin bir cürm-ü meşhut psikolojisi içinde yakaladı. Soma faciası bizi utandırdı zira hiç istemiyor ve beklemiyorken bizi kendi karanlığımızla yüzleştirdi. Ocakların o büyük karanlığından sağ kurtulan madencilerin söz ve irfanı, ruhlarımıza adeta ışık tuttu ve asıl karanlığın bizim içimizde olduğunu gösterdi. Anadolu’nun bu temiz evlatlarının bir sedyeyi kirletmemekteki inceliği, kendisinden önce arkadaşının kurtulmasını dilemekteki ruh temizliği karşısında, günübirlik politika ve çıkar hesaplarıyla kirletilmiş ruhlarımız, bir şaşkınlık şoku yaşadı. Madenin içi adeta madenin dışını tedavi ediyordu. Madenden bir ölüm kalım mücadelesiyle çıkanların sükûneti, konforlu hayatlarından olan biteni izleyenlerin öfkesini yatıştırıyor gibiydi. Türkiye orta sınıflarının güncel nevrotik hallerinden biri olan samimiyet simsarlığı, burada da devreye girmekte gecikmedi: Günlerce hangi televizyoncunun, pop starın veya futbolcunun gözyaşlarına hâkim olamadığının hikâyelerini dinledik. Başka insanların acısının magazin diline tercüme edilerek nesneleştirildiği, “başkasının acısına bakmak”ın ancak benim duygularımı gösterdiği kadar anlamlı olabildiği çarpık bir samimiyet simsarlığıydı bu. Benden bir maliyet istemediği sürece katılmakta beis görmediğim, acı çeken yanımı kendime ve başkalarına göstermekle kendimi daha insan hissettiğim bir tür samimiyet ayini.

Bir türlü susturamadığımız bir sabah zili gibi: İnsanlarımızın karanlık dehlizlerde karbon monoksitle zehirlenerek öldüğü, hepimizin bakışlarını kaçırdığı o yerde meğer iğrenç bir kölelik düzeni hüküm sürüyormuş. Meğer insanlar üç otuz paraya hayatlarını o karanlık dehlizlerde kömür tozu yutarak kazanıyormuş. Türkiye orta sınıfları için kalk borusu. Ve uyandığında gördüklerinin bir kâbus değil de gerçeğin ta kendisi olduğunu fark etmenin utancı. Bu utanç yüzünden belki uzunca bir süre bir diğerimizin yüzüne bakamadan yaşayabilirdik ama şükür ki dizilerimiz, transfer haberlerimiz ve içimizdeki öfkeyi boca edebileceğimiz gündelik politika var. İnsan, nasıl göründüğüyle çok ilgili bir varlık. Hepimiz çevremizdeki insanlara daha duyarlı ve ahlaklı görünmek istiyoruz. Başkalarının gözünden, bu dünyadaki varlığımızın doğruluğuna dair bir teyit okumak istiyoruz. Hislendiğimizi ve acı çektiğimizi göstermek istiyoruz, birileri bizi de kayda alsın, kendi üzerimizden anlattığımız bu acıdan bize de bir samimiyet puanı versin istiyoruz. Oysa yas zamanları sükûtun konuşmaktan daha kıymetli olduğu zamanlardır. Oturup kayıplarımız üzerine düşünmenin, canlarını yitiren kardeşlerimizin, kocalarını ve babalarını yitiren ailelerin ve maalesef ruhunu yitirmiş olan bizlerin üzerine düşünmemiz gereken zamanlar. Sessizliğin kelimeleriyle ruhumuzu onaracağımız zamanlar. Kalbimizi acıyı içeriden yaşamış olanın sözüne açıp, bizim sustuğumuz zamanlar. Türkiye, yine bir matemini laf kalabalığıyla geçiştiriyor. Böylece yine kendisiyle yine yüzleşemiyor, kendi eksiklikleriyle karşılaşmıyor, acıyı yeterince sindiremiyor. “Yas tutma yetersizliği” yüzünden, bu faciayı da ruhsal topoğrafyasında yerli yerine oturtamıyor ve ileride bir dizi ruh spazmına yol açacak bir inkâr politikasıyla matemini geçiştiriyor. Matem nasıl olurdu biliyor musunuz? İnsanlar utançlarından eğlence programlarına bakamadıklarına olurdu, dizi izlenme oranları düştüğünde olurdu.  Acıyı magazinleştirmek yerine onu kendi öfkemize payanda kılmaksızın anlamaya çalışmakla, acı çekenle birlikte gerçekten acı çekmekle olurdu. İnsanların yoksulluk ve acılarının dumanı hâlâ tüterken, orada bütün öfkenize rağmen, politik slogan atmamayı başarabilmekle olurdu. Yine de öfke anlaşılabilir bir duygu. Buhran zamanlarında hepimiz taşlayacak bir şeytan, parmağımızla işaret edeceğimiz bir hain ararız. Türkiye’de bir kesim, genelde iktidar partisi ve daha özelde başbakana duydukları nefret üzerinden bir dayanışma ahlakı inşa ediyor. Bir tür seküler maneviyat. Bir ifritleştirme/demonizasyon süreci. Öyle ki adeta ülkenin başbakanından bir karikatür çıkarıyorlar. Onu insan altı bir rütbeye yerleştirmekle de her türlü kötülüğün taşıyıcısı haline getiriyor, hem kendi politik duruşlarını temize çekiyor hem de sandık sonuçlarına karşı “mücadeleye devam” etmek için bir moral motivasyon sağlıyorlar. Kabileciliği hepimiz seviyoruz, ötekinin kirliliğine duyduğumuz inancın kendi saflığımıza işaret ettiğinden eminiz. Öfke anlaşılabilir bir duygu ama politik öfkenin de kendi zamanını bekleyebilmesi iyi olurdu. Matem ve endişenin üzerimizdeki gökyüzünü kömür siyahına kestiği bir zamanda, öfke beklemeliydi. Soma’da ve başka yerlerde, facia bütün sıcaklığıyla devam ederken öfkenin bir politik güç olarak devreye sokulması, sokaktaki yurttaşı incitti. Facianın dumanı tüterken Tanrı’yı kendi saflarına çekenlerin pervasızlığı da beni incitti. Acıya uzaktan bakmanın getirdiği fotoğraf dili.

Herkes bir fotoğraf çekiyor, kimi kendini merkeze alarak bir selfie peşinde, kimi ideolojik bir selfie derdinde. Fotoğrafın merkezi yerinde onun o sözüm ona kutsal davası görünsün istiyor. Kurtarma faaliyetleri sürerken, bütün Türkiye nefesini tutmuş beklerken, birileri politik hesaplar yapıyordu. Samimiyet ve öfke simsarlığı at başı gidiyordu. Kutuplaşma mı dediniz? Doğrusu ben, bu modern zaman masalından da fazlasıyla sıkılmaya başladım. Ortada sağlam bir fikriyatla tahkim edilmiş mevziler göremiyorum, bir polemik dili her yeri ele geçirmiş olsa bile, mesele konforundan vazgeçmeye gelip dayandığında, o sahte mevziler hemen dağılacakmış gibi geliyor bana. Dolayısıyla Soma faciasının akabinde yaşanan atışmalarda da bir toplumsal kutuplaşmadan ziyade genel bir olgunlaşmamışlık buluyorum. Beklemeyi bilemeyenlerin, acıyla nasıl daha olgun bir biçimde baş edebileceğinin bilgisini edinmemişlerin tepkiselliği. Bunu sosyal medyada üretilen söylence kültüründen de izleyebiliyoruz. Yalan haberler, milletvekillerinin hesapları ele geçirilerek üretilen sahte beyanlar, politik hasmını şeytanlaştıracak her türlü söylence, kolaylıkla devreye sokuluyor. Özellikle ulusalcı çevrelerden gelen politik muhaliflerin dili, rasyonaliteden uzaklaşarak giderek bir söylence diline, hatta biraz daha ileri gidersek, inanma biçimleri de bir söylence dinine dönüşüyor. Kısa vadede anlık bir heyecan sağlamakla birlikte, bu dil, kendi çoğaltıcılarının güvenirliğini zedeliyor ve bir akla yaslanamıyor oluşun zaaflarıyla, orta vadede politik dezavantaja dönüşüyor. Üslup, matem zamanlarında bir mücevher gibi ışıldar oysa. Bu kadar kritik bir zamanda aslında ne kadar az konuşulsa o kadar iyiydi, insanlar sadece “hissedildiklerini hissetmek” istiyorlardı. Yaşadıkları acının devletin yetkililerince de samimiyetle paylaşıldığını hissetmek ve herkesi içine alan karamsarlık ve endişe bulutundan kurtulmak istiyordu insanlar. Bunu için yanlışlıkların üzerine kararlılıkla gidileceği mesajı ve açık bir duygudaşlık yeterliydi. Fıtrat tartışması ve ‘tarih öncesi’ maden kazalarının bir örnek olarak sunulması da insanları incitti.

Bu savunmacı dil, acıların temize çekilmek istendiğine dair bir algı oluşturdu ve varlığını öfkeyle sağlayan kimilerinin ekmeğine yağ sürdü. İnsan hayatının değersizliğine duyulan ortak milli itikat, bu sözlerle adeta teyit ediliyor, bu da insanların çaresizlik hislerini ve dolayısıyla öfkelerini tırmandırıyordu. Devleti yönetenlerin matem zamanlarında çok susup az konuşmaları daha yerinde olur. Türkiye’nin geçmişinde devletin bazı ölümlerin yasını tutarken diğerlerini görmezden gelen tavrı adalet hissimizi nasıl incitmiş idiyse, aynı tavır bugün bizi daha çok incitir. Geçmişin ideolojik devletinin yerini, daha  özgürlükçü ve “makbul vatandaş” tanımı olmayan bir  devletin alacağını beklerken, kimi hayatları “yası tutulamayacak hayatlar”ın arasına yazmak kabul edilemez. Devlet bizim mutluluğumuz içindir, sopasını kafamıza indirmek için değil.  Sokaklarımızı terörden korusun ama bunu ne olur her bir insanın canı üzerine titizlenerek yapsın. Sobalarımıza, kazanlarımıza kömür üretsin ama her bir madencinin canını aziz bilerek yapsın. Türkiye’nin kutupları, rasyonel olanın değil, işlenmemiş duyguların işbaşında olduğu bir politik iklimin meyvesi. Dolayısıyla da, bana göre,  gerçek manada bir sosyolojik karşılıkları yok. O yüzden tepkisellikte bazen birbirinin karbon kopyası izlenimi veriyor. Acı Soma tecrübesinden sonra, Anadolu insanının irfanının, öfkeli kalabalıkların politize zihinlerinden daha doğru bir yerde durduğunu fark etmiş bulunuyorum. Bu ruh zenginliğine ihtiyacımız var. Birilerinin zekice söylediği gibi, “meğer yer altı zenginliği dediğimiz, bu madencilerin ta kendisiymiş!”

*Bu yazı aljazeera.com.tr'de yayımlanan yazının güncellenmiş halidir. 

Düşünce mektebi

adminadmin