Fikir
Giriş Tarihi : 18-12-2020 08:00   Güncelleme : 18-12-2020 08:00

Kemalist İlâhiyatçılar ve Kamplara Ayrılmış İlâhiyatçı Krizi-4

Atatürkçü Cumhuriyetin en tevilci ilâhiyatçısı Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu’nun “Atatürk ve Kur’an Kültürü” adlı, tevil etmenin ve bağlamından koparak yazmanın en usturuplusu olan kitabından birkaç pasajı okuyunca, Atatürkçülüğe temenna çekmekte ne kadar mahir ve cambaz olduğunu anlayacaksınız:

Kemalist İlâhiyatçılar ve Kamplara Ayrılmış İlâhiyatçı Krizi-4

“Atatürk’ün hayatını incelediğimizde onun Kur’an merkezli İslâm kültürüyle içe içe bir yaşam sürdüğünü görürüz. Hayatının her evresinde, sözlü ya da davranışsal olarak Kur’an kültürünün etkisine rastlarız. Artık bugün, Atatürk’ün Kur’an kültürüyle olan ilişkisini onun sözlerinden ve yaşamını anlatan tanıkların hatıralarından öğrenmek durumundayız. (...) Araştırmamız sırasında Atatürk’ün doğrudan Kur’an’ın kendisiyle çok yönlü ve çok yakından ilgili olduğunu gördük. Bir Müslümanın Kur’an’la kurabileceği ilişkilerin bütün boyutlarını Atatürk’ün kişiliğinde görme imkânı bulduk.” (s. 7-8)

 

“ATATÜRK’ÜN KUR’ÂN KÜLTÜRÜ” DİYE SÖZE BAŞLAYAN İLÂHİYATÇI   

Kemalist ilâhiyatçı Kasapoğlu, M. Kemal’in bâzı zamanlarda söylediği ve devamı olmayan ucu kapalı sözlerinden yola çıkarak onun Kur’an kültürü olduğunu iddia ederek kitleleri yanıltıyor. Oysa, M. Kemal’in İslâm ve Kur’an’la ilgili söyledikleri hiçbir zaman bir inanç ve kişiliğini belirleyen bir fikir hâline gelmediğine dair yüzlerce beyanı vardır:

“...Bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Bu esinlerimizi, gökten ve gaibten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” (Kazım Öztürk, TBMM Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılının Açış Konuşması, Kültür bakanlığı Y. Cilt: II, s.1135).

 

M. KEMAL’İ ZORLA “DİNDAR” YAPAN İLÂHİYATÇI

M. Kemal’i sahip olmadığı vasıflarla yüceltmek, onun hiç de gerçek vasıfları olmayan “İslâmseverliğini” ve “dindarlığını” ispat etmeye çalışmak, Kemalist dalkavukluğun en şarlatan bir usulü olsa gerek. Kasapoğlu, M. Kemal’in “İslâmsever” olmadığını açıklayan onlarca kaynaktan yalnızca Prof. Dr. Mete Tunçay’ın “Tek Parti Yönetimi” kitabını okusaydı, tezinin yanlış olduğunu anlardı: “Atatürk’ün din konusundaki tutumunu uzun boylu tartışan Osman Nuri Ergin de ‘Türkiye Maarif Tarihi’ kitabının 5. cildi, 1673. sayfasında benim yorumuma yakın bir biçimde, M. Kemal’in Tabiatçı (Doğacı=Natüralist. Her şeyin tabiatın tesiriyle oluştuğunu ileri süren, ilâhî bir varlığın dünyadaki gücünü kabul etmeyen doktrin) ve Determinist olduğu yargısına varmaktadır” (a. g. e., s. 219). 

Mete Tunçay, M. Kemal’in “yaradancı (deist), tabiatçı (natüralist) ve determinist bir zihniyete sahip bulunduğunu, cumhuriyetin kuruluş yıllarında tanrı tanımazlığa varmamakla birlikte, din adamı aleyhtarlığı ötesinde din, yâni İslâm karşıtlığı yönündeki hareketleri onayladığını, kişisel inanç olarak yaradancılıkta karar kıldığı kanısında olduğunu” söylüyor.

 

“ATATÜRK’ÜN KUR’ÂN’A BAĞLI YAŞADIĞINI” SÖYLEYEN İLÂHİYATÇI 

Millî Mücadele sırasında ve sonraki yıllarda milletvekillerin tepkisine göre zaman zaman söylemiş olduğu İslâm hakkındaki sözlerinden hareket ederek onun “İslâmsever, dindar ve Kur’an bağlı yaşayan biri olduğu” hükmünü çıkarmak ilmî bakımdan ağır bir yanıltma cürümüdür. Bunu söyleyen ilâhiyatçının “kafa sağlığı nasıldır?” sorusu akla geliyor. Şerafettin Turan’ın “Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Düşünürler ve Kitaplar” adlı eserinin 39. sayfasından M. Kemal’in bütün devlet erkânı ve aydınların huzurunda dinle ilgili görüşlerini aşikâr ettiği konuşmasını dinleyelim: “Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte olgunlaşması, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm’den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dîninin kurulması ve insanların şimdiye değin kavgalar, pislikler, kaba istek ve eğilimler arasında bir bataklıkta yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve aklen ağulayan kötülük etmenlerini ortadan kaldırmaya karar vermesi gibi koşulların gerçekleştirilmesini gerektiren Birleşik Dünya Devleti kurmayı düşünün, tatlı bir düş olduğunu yadsıyacak değiliz.” 

M. Kemal’in asıl zihniyetini Cumhuriyetin ilânından ölünceye kadar bu sözlerinde aramak lâzım. Şimdi aklınıza ve sinirlerinize mukayyet olun, Atatürk dalkavukluğunda liste başına gelebilecek bu ilâhiyatçının adı geçen doktora tezinden birkaç pasaj daha: “Atatürk’ün dine bağlılık ve Kur’an ile olan ilişkisi, onun kişiliğinin temel özelliklerinden birisi olarak değerlendirilmiştir. Onun, Kur’an mesajının özünü iyi kavradığı ve tarihî mecrasını çok iyi bildiği söylenmiştir. O, İslâm dini ve İslâm’a özgü temel kavramlar hakkında geniş ve zengin bilgi sahibidir. Dinine bağlı bir insan olan Atatürk, dinini hiçbir zaman ret etmemiştir.”(s. 17)

 

ATATÜRKÇÜ İLÂHİYATÇININ BÖYLESİ GÖRÜLMEDİ

Başkalaştırmanın ve tevil etmenin bu kadarı görülmüş değil. “M. Kemal de dine bağlılık ve Kur’an ilişkisi, onun kişiliğinin temel özelliklerinden birisi...” demek, siyahın beyaz olduğunu, güneşin de dünyanın etrafında döndüğünü söylemek gibi abes bir iddiadır. İslâm, onun kişiliğinde temel özellik asla olmamıştır. Sadece inkılâplarında mesafe almak için bir manivela olarak taktik icabı ara sıra İslâm’ı laikçi bakışla övmüştür.

Tevilcilikte ve Kemalist dalkavukçulukta sınır tanımayan Kasapoğlu, M. Kemal’in şu sözlerinin buhar mı olduğunu söyleyecek acaba?: “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur. (...) Dinî ve ahlâkî inkılap yapmadan önce bir şey yapmak doğru değildir” (Uğur Mumcu,19 Haziran 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, Kazım Karabekir Anlatıyor).

M. Kemal’i “dindar” göstermeye çalışan Atatürkçü ilâhiyatçı Kasapoğlu’nun şu iddialarına Türkiye’de kim inanır?: “Atatürk, kişiliğinin dinsel yönünü ifade ederken, ‘dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum, elhamdülillah hepimiz Müslümanız; hepimiz dindarız’ demiştir. O, İslâm dininden, ‘bağlı bulunmakla mutlu olduğum İslâm dini’ diye söz etmiştir. Gerçek bir Müslüman olduğunu bütün hayatı boyunca göstermiştir. Atatürk bu ifadeleriyle dindarlığın kendi kişiliğinde önemli bir yeri olduğunu belirtmiştir. İslâm dinini, kendi kimliğini oluşturan temel unsurlardan biri olarak kabul etmiştir.” (s.17)

İlmin ve doğruluğun sınırlarından içeri adım atamamış tevilci ve yanıltıcı ilâhiyatçı Kasapoğlu, M. Kemal’e ait bu sözleri, onun bir süre sonra söylediği İslâm’a mugayir sözlerini görmezden gelerek takdim ediyor ki, kandırmanın ve yanıltmanın en ağır suçunu işliyor. İlmî hakikatlere karşı işlediği bu cürmünün daha fena tarafı ise M. Kemal’in “konjonktürel” olarak söylediği İslâm’la ilgili sözleri onun ruh ve inançlarından fışkıran samimi beyanlar şeklinde vermeye çalışmasıdır.

 

M. KEMAL’İN “HÂLİS BİR MÜSLÜMAN OLDUĞUNU” YAZAN İLÂHİYATÇI

M. Kemal’in, “İslâm ve dindarlık” la ilgili sözlerini kısa bir süre için siyasî manevra icabı söylemiş olduğu o kadar açık ki, kısa bir süre sonra bu sözlerin hilafına sayısız beyanlarını kaynaklarıyla belirtmek mümkündür. Onun İslâm’a dair var olan sözleri, bir başka zaman ve mekânda İslâm karşıtlığı söz ve fiillerini yok saymayı gerektirmez. M. Kemal, Afet İnan’ın “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabına kendi el yazısıyla yazdığı eklerde, “Tek Allah fikrinin doğuşunu” sosyal ve siyasî gelişmelerle izah ettiği malûmdur. “Peygamberliğin sosyolojik bir gelişme olduğunu, vahiy fikrine karşı çıktığını” söylediği sözlerinin yanında “Kur’an sûreleri açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde birdenbire inmiş değillerdi, Muhammed’in söylediği sûreler uzun bir devirde dini düşüncelerinin ürünü olmuştu. Muhammed bu sûrelere birçok çalıştıktan ve incelemeler yaptıktan sonra edebî bir şekil vermişti...” sözleri onun var olduğu iddia edilen “dindar kişiliğini” hiç mi sarsmamıştır acaba?

 

“M. KEMAL DİNİ BÜTÜN BİR İNSANDI” DİYEN İLÂHİYATÇININ AKIL SAĞLIĞI

Akla ve ilme ziyan veren adı geçen kitapta M. Kemal’in “dini bütün bir insan olduğu” iddia ediliyor. “Her dönemde ve her ortamda İslâmiyet’in en iyi, en yüce, en güzel din olduğunu defalarca tekrarlamıştır. Her Müslümanın dinî hakikatlere önem vermesi gerektiğine inanmıştır. İslâm dininin peygamberi Hz. Muhammed’i her zaman saygıyla anmıştır. İslâm tarihini çok iyi incelemiş ve değerlendirmelerde bulunmuştur.” (s.21) Peygamberimize Batılılar gibi “Muhammed” diyen M. Kemal şu sözleriyle Hz. Peygamber Efendimiz’in peygamber olduğuna inanmadığı gibi pozitivist bir bakışla peygamberlik makamına da inanmadığını açıklıyor: “Muhammed birdenbire Allah’ın Resüluyum diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve iptidai ve ıslahata muhtaç olduğu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlerde senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Muhammed uzun bir devredeki tefekkürlerinin mahsulü olan âyetleri huzur ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu.” (Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Dr. Afet İnan, s. 92, 3. baskı, Türk Tarih Yüksek Kurumu Yay., Ank. 1998) 

Vahyin, Cebrail vasıtasıyla indirildiğine de inanmayan, âyetlerin birer tefekkür neticesinde yazılmış manzumeler olduğunu yazıp söyleyen M. Kemal şu ifadeleriyle nasıl “dini bütün bir Müslüman” olabiliyor? “…Din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emeller körü körüne bağlılıktan başka bir şey değildir. Tarih bize öğretiyor ki, bütün dinler milletlerin cehaletlerinin yardımıyla utanmaksızın tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur” (Liseler için Medeni Bilgiler, Afet İnan, a.g.e)

“Atatürk’ün Kur’an Kültürü” adlı kitapla milleti aldatmak cürmünü işleyen bir akademisyenin benzeri bir fiil dünyanın herhangi ülkesinde görülseydi o ülkenin üniversitelerinde kıyamet kopar, ilim senatoları böylesine tevilci bir akademisyeni aforoz ederlerdi. “Atatürk’ün Kur’an’a bağlı inançlı bir insan” olduğunu yazan Kasapoğlu, M. Kemal’in şu sözlerini inkâr mı edecek? “O asırlarda tapınılan çok çeşitler putlar vardı. Muhammed’in neş’et etmiş olduğu Mekke’deki Kâbe denilen mabet bu yörenin en büyüklerindendir. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi bina etmişlerdi. Cebrail kendilerine o zaman beyaz ve mücella olan Haceriesvedi getirmişti. Bu taş günahkârların ellerini sürmelerinden dolayı kararmıştı. Bunların hepsi bittabi sonradan uydurulan masallardır” (Atatürk Liseler için yazdığı Tarih Kitabı, Afet İnan, a. g. e.)

Kasapoğlu’nun “M. Kemal’in Peygamberimize inancı ve sevgisi vardı” sözü uçuk bir iddiadır. Çünkü M. Kemal şu sözleri hem el yazısıyla, hem açık beyanlarıyla gizlemeden söylemişti: “Hırkasıdır diye (Hz. Peygamberin) bir palaspareyi hilafet alâmeti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular halife oldular.  (…) Türk milletini Allah için, peygamber için topraklarını, benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet…… içinde uyuttular” (Afet İnan, a. g. e.).

 

HZ. PEYGAMBERİMİZE “PARSAKLI” DEMEK, O’NU SEVMEK MİDİR?

Hz. Peygamber Efendimiz’in mübarek hırkasına “palaspare= parsaklı yırtık elbise” diyen M. Kemal, Atatürkçü ilâhiyatçı Kasapoğlu’na göre “Hz. Peygambere saygılı ve inançlı bir kişi ve kimliğe sahip” miş…? Kasapoğlu görmezden gelse de, M. Kemal, Türk milletinin peygambere ihtiyacı olmadığını söylüyordu: “Araplar, topraklarına üç semavi din peygamberinin gelmesiyle övünürler ve üstünlük iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipden mahrum olduğumuz için küçümserler. Aslında bu bizim ahlâk ve insanlık benliğimizi hiçbir devirde bir peygambere muhtaç olmayacak kadar kaybetmemiş olmamızın tasdikidir” ( Afet İnan, a. g. e.)

Allah’a ve Peygamberine inanmayan M. Kemal’in nasıl oluyor da “kişiliğinde Kur’an’ın tesiri büyük” oluyor ve Hz. Peygamberimizi “saygıyla anıyor”? Kasapoğlu, martavaldan ibaret olan bu iddiasını çürütecek şu sözler karşısında ay’a mı iltica eder acaba? M. Kemal, “Allah’ın Kur’an’ının sadece Araplara indirildiği” ifadesini sıkça kullanmıştır. Kur’an âyetlerine “gökten ve gaipten indiği sanılan dogmalar diyen M. Kemal’in “Kur’an Kültürüyle” beslenen bir “dindar” olduğu kanaatine nasıl varabiliyor?

 

“ÂYETLER DOGMADIR” DİYEN KİŞİ “KUR’ÂN’A İNANMIŞ” OLABİLİR Mİ?

Bu sözleri devlet erkânının önünde beyan eden, “âyetleri bir dogma” ve Kur’an’daki hükümleri “donmuş kalıplar” olarak gören, sadece “akla ve bilime inandığını” açıkça beyan eden M. Kemal’in kişiliğinde “Kur’an anlayışının büyük tesiri” birdenbire nasıl baş göstermiş acaba? M. Kemal bu sözleriyle “Kur’an’a inanan” bir anlayış değil, şeriatı ve vahyi olmayan “Yaradancı” ve “deist” bir anlayışa sahip olduğu apaçıktır. M. Kemal’in zihniyetinin gerçekten böyle olup olmadığını anlaması için Kasapoğlu’na M. Kemal’in ağır pozitivizm ihtiva eden şu sözlerinin mânasını bir felsefeciye sormasını tavsiye ederiz: “Masum ve câhil insanları, yüzlerce Allah’a taptırmak veya Allahları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayet bir Allah fikrini kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir.”

M. Kemal’i dindar gösteren şu tuhaf cümlelere kim inanır?: “Yapmış olduğum bu araştırmada, Kur’an kültürünün Atatürk’ün kişiliği üzerindeki etkilerini incelerken, onun kişiliğinin oluşmasında çok çeşitli kaynakların rol oynadığını burada belirtmemiz gerekir. (...) Atatürk Türk milleti için tıpkı vatan ve bayrak gibi, bir mâna ve semboldür. O, Türk milletinin ortak sevgi konusudur. Onu her yönüyle olduğu gibi, mânevî dünyasını tanıyabilmenin en iyi yolu, onun Kur’an kültürünü öğrenmekten geçer” (Kasapoğlu, a.g. e. , s. 22).

“M. Kemal’in Kur’an kültürünü öğrenmek” ne demek?  Pür-Atatürkçü ilâhiyatçı Kasapoğlu milletle alay ediyor?  M. Kemal’in Kur’an kültürü sahih bir imana göre midir? Yoksa laikçi-seküler bir bakışla malûl müdür? En doğrusu bu konuda M. Kemal’in bizzat kendi eliyle yazdığı şu sözüne bir daha müracaat etmektir: “Kur’an sûreleri açık semada peyda olmuş değildi…” Şu sözleri M. Kemal’in Kur’an kültürüyle beslenmediğini gösteriyor: “İnsanlar ilk devirlerinde pek acizdi. Kendilerini koruyamıyorlar, hiçbir olayın da sebebini bilmiyorlardı. Kendilerini koruyacak bir kuvvet aradılar. Sonunda insanlık, vicdanında bir kuvvet yarattı. O da işte ‘Allah’tır. Her şeyi ondan beklediler, ondan istediler. Hastalıktan, felaketten korunmayı hep Allahlarından istediler. Fakat modern çağlarda, insan her şeyi Allah’tan beklemedi. Ancak toplumdan bekledi. Her şeyin koruyucusu insan toplumudur. Bizi koruyan, refah içinde yaşatan toplumdur. Bu sebeple topluma önem vermek, onu kuvvetlendirmek ve yaşatmak lâzımdır...” (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s.305, 1932).

Bir daha söyleyelim; bu ülke böylesine bir tevilci ve Atatürkçü ilâhiyatçı görmedi.

([email protected])

Recep YAZGANRecep YAZGAN