Eğitim
Giriş Tarihi : 27-12-2015 13:57   Güncelleme : 27-12-2015 13:57

Müslümanlığımızın Sünnet-İ Seniyye İle İlişkisi

Modern zamanlarda müsteşriklerin ektiği fitne tohumu ne yazık ki tutmuş ve ümmet-i Muhammed pek çok sahada bilinç kaymasına maruz kalmıştır

Müslümanlığımızın Sünnet-İ Seniyye İle İlişkisi
Modern zamanlarda müsteşriklerin ektiği fitne tohumu ne yazık ki tutmuş ve ümmet-i Muhammed pek çok sahada bilinç kaymasına maruz kalmıştır. Bu maraz durum kendisini en fazla Kur’an ve Sünnet’le ilişkimizde göstermektedir. Şurası kesin: Sünnet’ten tecrit edilen Kur’an, önce meale, oradan da okuyanın ve yorumlayanın niyet ve maksadına göre konuşan bir metne dönüştürülmek istenmektedir. Bunu yapanlar her ne kadar adını böyle koymasalar da, sonuç itibariyle hadise budur. Üstelik bunu yaparken Kur’an’ın, “gelenekçilerin” ileri sürdüğü gibi, öyle anlaşılmaz değil, apaçık ve anlaşılır bir kitap olduğunu söylemeyi de ihmal etmezler. İlginçtir, Kur’an’ın apaçık bir kitap olduğunu her fırsatta vurguladığı dikkat çeken pek çok kimsenin, birçok Kur’an ayetinin anlam ve delaletinde farklı düşündüğünü görüyoruz. Söz gelimi Kur’an’da başörtüsü, Efendimiz’in şefaati, kabir azabı, namaz vakitleri, nesh vb. var mıdır yok mudur; Bakara 62 ve Maide 69 gibi Ehl-i Kitab’ın akıbetinden bahseden ayetler nasıl anlaşılmalıdır; Ehl-i Kitap Efendimiz’e ve Kur’an’a iman etmeden cennete gidebilir mi, gibi daha pek çok konu böyledir. Bu nasıl apaçık ve her okuyanın anlayabileceği bir kitaptır ki, bizzat bu iddiayı öne sürenler dahi onun ne dediğinde görüş birliğine varamıyor?   Doğrusu şu ki, Kur’an konusunda hakkı verilmiş bir anlama faaliyeti, behemehal Usul-i Fıkıh bilmeye bağlıdır. (Usul-i Tefsir esasen Usul-i Fıkıh üzerine bina edilmiş bir disiplin olduğu için ayrıca zikretmeye gerek görmedim.) Kur’an ayetlerinin hepsinin açıklık-kapalılık yönünden, delalet cihetinden ve daha birçok bakımdan aynı olmadığı, pek çok Kur’an ayetinin ihtiva ettiği hükmün Sünnet olmadan anlaşılamayacağı, Kur’an-Sünnet ilişkisinin mahiyeti ve Sünnet‘in Kur’an’ı beyan etme tarzları… Bunlar Usul-i Fıkıh bilmeden anlaşılabilecek hususlar değildir. Usul-i Fıkıh bilenler bu sahada konuşmadığı ya da daha doğrusu sesini duyuramadığı, sesi yüksek çıkanlar ise Usul-i Fıkıh bilmediği içindir ki, Kur’an anlayışımız, Sünnet anlayışımız, dolayısıyla Müslümanlığımız sakatlıklarla malul. Oryantalistlerin başladığı işi bitirmek istiyorlar  Sünnet-i Seniyye bilincimiz büyük ölçüde müsteşriklerin ve onların dümen suyundan giden modernistlerin mesaileri sonucu yara almış durumda. Hadislerden bahis açıldığında hemen aklımıza “uydurma” çağrışımları üşüşüyor. İki kişi aralarında konuşurken birisi bir şey söylediğinde öteki “Bu, Kur’an’da var mı?” diye soruyor. Sanki bir şeyin hakikat olması için münhasıran Kur’an’da ve o soruyu soran kişinin aklına yatacak şekilde yer alması şartmış gibi!  Bir an için “Kur’an’da var mı?” diyenlerin tavrının doğru olduğunu kabul edelim ve kendilerine, sadece Kur’an metninde yer alan somut hükümleri hayata aktarmayı teklif edelim. Yanaşacaklar mı? Sözgelimi, gelin miras taksimatı konusunda Kur’an’da yer alan hükümleri uygulayalım desek, ne derler? Yahut evlenme-boşanma hükümlerini, ya da ukubat ayetlerini? Söz buraya geldiğinde koro halinde tarihsellik, ahkamın değişmesi vb. sloganlarını tekrar ettiklerini görmek bizleri şaşırtmıyor. Çünkü bu koronun maksadı Allah Teâlâ’nın muradını hayata hakim kılmak, Efendimiz’in tebligatı doğrultusunda bir hayat inşa etmek değil. Onlar oryantalistlerin başladığı işi bitirmek üzere devredeler. Bu dini, ümmetin hayatından kazıyıp atmak ve yerine Batılı sömürgenlerin beklentilerine müspet cevap verecek insan ve toplumu inşa etmek. Kur’an’ı bıraktılar, hadise saldırdılar  Ünlü Hollandalı oryantalist Snouck Hurgronje, 1884-85 yıllarında kıyafet ve isim değiştirerek (Abdülgaffar adını alarak) 1 yıl süreyle Hicaz’da bulunmayı başarmış bir isim. Burada özellikle hac mevsiminde ümmet coğrafyasının dört bir yanından gelen Müslümanlar üzerinde son derece hassas gözlemlerde bulunmuş. Gözlemlerini gerek Batı’daki meslektaşlarına yazdığı mektuplarda, gerekse 19. Yüzyılın ikinci yarısında Mekke isimli iki ciltlik kitabında bir araya getirmiş. O döneme kadar ağırlıklı olarak Kur’an merkezli yürüyen oryantalist çalışmalar, Hurgronje’nin uyarılarından sonra Sünnet-i Seniyye alanına kaymıştır. Şöyle diyor, özetle: “İslam coğrafyasının farklı kesimlerinden buraya gelen Müslümanlar arasında çarpıcı bir davranış birlikteliği var. Dilleri, renkleri, kültürleri farklı Müslümanlar sokakta karşılaştıklarında birbirlerini selamlıyorlar. Selam veren hep aynı cümleyi söylüyor, selam alan da cevabi bir cümle söylüyor ve fakat bu cümleler hiç değişmiyor. İbadethanelerine sağ ayakla girip sol ayakla çıkmaya dikkat ediyorlar. Yemeğe oturduklarında bir kelime söylüyor, sağ elleriyle yemek yiyor, sofradan kalkarken başka bir kelime söylüyorlar. Bunlar da hiç değişmiyor. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta şu ki; bunların hiçbirisi Kur’an’da yazmıyor. Benim tespitime göre bu, onların peygamberlerinin geleneğidir.” [1] İşte o tarihten sonra oryantalist saldırı Sünnet-i Seniyye üzerinde yoğunlaştı. Bu noktada en işe yarar alan hadislerdi. Çünkü Sünnet’i bir bütün olarak reddetmek ümmetin tepkisini çekecekti. Onun yerine, Kur’an’a aykırılık, akla aykırılık, bilimsel verilere aykırılık gibi sloganlar üzerinden, hadis-i şeriflerin güvenilmez olduğu, elimizdeki hadis kaynaklarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği ileri sürüldü. Konuşanlar koca koca proflar olunca sokaktaki insanın bu kitlesel ve yoğun propagandaya direnmesi elbette mümkün olmayacaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu kadro bu amaca büyük ölçüde ulaşmış bulunuyor. Geldiğimiz noktada hadisten kesinlikle hazzetmeyen, Ehl-i Sünnet tabirini işittiğinde yüzü buruşan, ayetlere hevasına göre anlam vermekten bayıltıcı bir haz duyan insanların sayısındaki hızlı artış, oryantalistlerin ektiği tohumların meyve verdiğinin en sadık şahidi. İki Büyük Yanlış  Modern zamanlarda bilincimize musallat edilen virüslerden birisi de, Kur’an’ın korunacağının Allah Teala tarafından garanti edildiği, buna mukabil Sünnet’in ilahi korumanın dışında kaldığı iddiasıdır. Bu iddia ayağına yer edindiğinde kaçınılmaz olarak sadece Kur’an, 6 bin küsur ayetten ibaret bir metin olarak itimada şayan olacak, onun dışındaki her şey modern İslam projesinin şüphe oklarının hedefinde bulunacaktır. Bilincimize bu virüsü musallat edenler, uydurma hadis diye bir vakıa bulunduğunu herkesin itiraf ettiğini, ancak uydurma Kur’an diye bir şeyin hiçbir zaman söz konusu olmadığını, olamayacağını kabul etmemizi isterler. Kur’an’ın ilahi garanti altında olduğunda şüphe yok. Ancak bu gerçek iki noktada manipüle ediliyor: Birincisi şöyle: Kur’an’ın korunmuşluğu,  Kur’an adı altında birtakım metinlerin uydurulmadığı, uydurulmayacağı anlamına gelmez. Bundan 10 yıl kadar önce el-Furkanu’I-Hak isimli uydurma bir kitabın ABD’de peydahlanıp piyasaya sürüldüğü haberi hafızalarımızdaki tazeliğini henüz kaybetmiş değil. (Kur’an surelerine nazire tarzında kaleme alınmış sureler ve pasajlar ihtiva eden bu müzevver kitap, bekleneni vermemiş olacak ki, gündemden çabuk düştü!)  Daha önemlisi var: Hindistan’ın Bankipore şehrindeki Genel Şark Kütüphanesi’nde bulunan nüsha tam anlamıyla bir uydurma Kur’an’dır. Nüzul sırasına göre tertip edilmiş bulunan bu nüsha, sadece kimi ayetlerin içine serpiştirilmiş eklemelerle temayüz etmez; sonunda bulunan iki “sure” de onu farklı kılmaktadır. Bu surelerden birisi, Suretu’n-Nureyn adını taşımaktadır. Kırk bir cümleden müteşekkil olan bu sure, Efendimiz ve Hazret-i Ali’den bahsetmektedir. Diğeri ise, Şii Hüseyin bin Muhammed Taki en-Nuriî et-Tabersi’ye ait Faslu’I-Hitab fi isbati Tahrifi Kitabi Rabbi’IErbab‘da zikredilen Suretu’I-Velaye‘dir. (Bu sure, Şah Veliyyullah Dihlevi’nin oğlu Şah Abdülaziz’in Farsça kaleme aldığı et-Tuhfetu’l-isna Aşeriyye‘nin Arapça muhtasarı Muhtasaru’t-Tuhfeti’l-isnaaşeriyye isimli eserde de zikredilmiştir.) Şu halde, nasıl ki Kur’an adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin mevcudiyeti Kur’an’ın korunmuşluğuna gölge düşüremezse, hadis adı altında uydurulmuş birtakım metinlerin bulunması da bütün olarak hadis sahasını itham altına sokmaya yetmez! İkincisi de şudur: Kuran’ın korunmuşluğu, ne dediği okuyana göre değişen 6 bin küsür cümlenin korunmuşluğu değildir. Bilakis Kur’an’ın korunmuşluğu, Kur’an’ın bizden ne istediği konusundaki netliğin de korunmuşluğu demektir. Yani Allah Teala Kur’an’ı göndermekle iman, ahlak, tefekkür, tasavvur ve amel olarak nasıl bir çizgi izlememiz gerektiğini biz kullarına iletmiştir. Eğer Kur’an’daki 6 bin küsür cümle muradullahın tecellisi için bu noktalarda yeterli olsaydı, Kur’an’ın beyanı gibi hayati bir rolün Sünnet’e -yine bizzat Kur’an tarafından- verilmesinin hiçbir anlamı olmazdı! Kur’an, Efendimiz’e iki görev yüklemiştir: Tebliğ ve beyan. Ve bize de ihtar etmiştir ki, Kur’an, Sünnet’in beyanına, açıklamasına ihtiyaç gösteren ayetler ihtiva etmektedir. Öyleyse şunu söylemek zorundayız, eğer Allah Teâlâ’nın bizden ne istediğini Efendimiz’in beyanı olmadan anlayamıyorsak, Kur’an’ın sadece tebliğinin değil, aynı zamanda beyanının da korunmuş olması gerekir! Aksi halde Kur’an’ın sadece tebliğinin korunmuş olmasının pratik hiçbir anlamı olmayacaktır.   Bütün bunlar şu noktayı açık bir şekilde önümüze koyuyor: Tarih içinde şu veya bu çevre tarafından şu veya bu gerekçeyle hadis uydurulmuş olmasından hareketle hadislerin tamamını şüpheli görmek ve töhmet altına sokmak, bir sonraki adımda Kur’an’ı da aynı töhmet tavrının hedefine koyacaktır. Hadisleri hayatımızdan çıkarmak isteyenler Burada denebilir ki, Sünnet başka, hadis başkadır. Sünnet, Kur’an’ın beyana muhtaç ayetlerinin fiili, ameli olarak tefsir edilmesiyle oluşur ve ümmet tarafından nesilden nesile ameli olarak aktarılmıştır. Burada herhangi bir şüphe yoktur. Ancak hadisler ameli olarak değil, kavli olarak nakledilmişler ve nakledilirken de unutmak, yanılmak, eksik ya da fazla nakletmek gibi birtakım ravi tasarruflarına maruz kalmışlardır. Dolayısıyla Sünnet’in korunmuşluğundan söz edebiliriz ama hadislerin korunmuşluğundan söz edemeyiz! Bu yaklaşım ilk bakışta makul gibi görünmektedir. Ama birkaç sebeple geçersizdir: Bir: Güvenilirliği, ameli olarak aktarılan namaz, oruç gibi bazı temel ibadetlere indirgemek, dinin büyük bir kısmını bize aktaran hadisleri devre dışı bırakmak demektir. Bu da dinin büyük kısmının fiilen lağvedilmesi anlamına gelir. İki: Pek çok alanda ameli sünnet ile kavli rivayeti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Söz gelimi feraiz, alım-satım, nikah-talak ile ilgili rivayetler bu kapsamdadır. Hatta oruç, zekat gibi temel ibadetlerin de bu kapsamda olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Açıktır ki yüzyıllar boyunca ümmet bunlar ve benzeri konularda görerek değil, işiterek, yani ameli nakle değil, kavli nakle dayanarak amel etmiştir. Üç: Bu ümmetin ulemasının sıhhati üzerinde söz birliği ve gereğince amel ettiği rivayetler, güvenilirlik bakımından ameli nakilden aşağı değildir. Şu halde hadisleri, hangi gerekçeyle olursa olsun, toptan zan ve töhmet altına alan herhangi bir yaklaşımın sahih bir din tasavvuru ile alakası kurulamaz! Yazının başında zikrettiğim sadece Kur’an metninin korunduğu tezi de esasen havadadır. Zira Allah Teala Kur’an’ı gökten indirdiği melekler vasıtasıyla ya da bir başka şekilde korumuyor. Bu ümmetin hafızları ve hafızası vasıtasıyla koruyor. Kavli nakil de tıpkı Kur’an gibi, tıpkı ameli nakil gibi bu ümmetin hafızları ve hafızası vasıtasıyla korunarak bize kadar intikal etmiştir. Bu sebeple biz Efendimiz’in nasıl bir hayat yaşadığını, günlük hayatını, giyim-kuşamını, tavır ve davranışlarını, yaratılış özelliklerini en ince detayına kadar biliyoruz. Hem Siret’i hem de Sünnet’i bize aktaran biricik vasıta hadislerdir. Onları hayatımızdan çıkarmak isteyenlerin, Efendimiz’le aramıza girmek istediğini asla hatırdan çıkarmamalı. [1] Mehmet Görmez, Klasik Oryantalizmi Hadis Araştırmalarına Sevk Eden Temel Faktörler üzerine, İslamiyat dergisi, 111/1, Ocak/Mart-2000, 11-31 Ebubekir Sifil Müslümanlığımızın Sünnet-i Seniyye ile İlişkisi. İlim ve İrfan Dergisi  
adminadmin