Röportaj
Giriş Tarihi : 04-10-2019 12:00   Güncelleme : 04-10-2019 13:25

Prof. Dr. Yusuf Sarınay: Mustafa Kemal padişahın kararnamesiyle Samsun’a çıkmıştır!

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Tarih Bölüm Başkanıdır. Bu röportaj Devlet Arşivleri Genel Müdürü olduğu dönemde kendisiyle yapılmıştır. Bazı bilgiler bugün için belki geçerliğini yitirmiş olabilir.

Prof. Dr. Yusuf Sarınay: Mustafa Kemal padişahın kararnamesiyle Samsun’a çıkmıştır!

Röportajın orijinalliği bozulmasın diye müdahale edilmeden konuşulduğu gibi yazıldı.

Röportaj küçük bir ülkede (Kırgızistan) yapıldı, o gün üniversitenin okul gazetesinde yayımlandı okulun tüm öğrencilerine ulaşmış olmasını varsaysak bile o dönem 2000 öğrenci olmayan bir kurumda, öğrenci gazetesinde yayımlanmış bir röportajın bugün yayımlanmasında bir beis olmadığı kanaatindeyim. İhtiva ettiği konular benim acemi gazetecilik dönemime rast gelmiş olsa da amatör heyecanla “kim ne der”, “nasıl tepki alırım” gibi mevzuları düşünmeden muhatabıma sorduğum soruları belki bugün olsa daha dikkatli düşünür daha farklı, belki bu kadar samimi olmadan sorabilirdim. Röportaj, kamuoyunda çokça tartışılan konular üzerine yapılmış. O dönem bir bürokrat olan şimdi ise ülkenin saygın bir üniversitesinde saygın bir ilim adamı olan Sarınay, bu söyleşide “Türkiyeli bilim adamlarının birçok meselede olduğu gibi tarihi olaylarda da ‘gri’ görme anlayışının olmadığını, olayları muhakkak ya siyah ya da beyaz görme gibi bir önyargıyla hareket ettiğini söylemiştir”.

Araştırmacıların devlet arşivlerinden faydalanma talebi ne şekilde karşılanıyor? Devlet arşivleri her araştırmacıya açık mı?

Devlet arşivleri araştırma yapmak isteyen bütün araştırmacılara açık. Araştırma yapmak isteyenlerin mesleği nedir, neyi araştıracak, konusu nedir? Bunları bize bir fotoğrafla birlikte yazılı olarak verdikleri zaman biz onlara sadece fotokopi parası karşılığında istedikleri belgeleri tanzim ediyoruz. Fotokopi ücreti iki yüz bin (20 kuruş) liradır. Bu rakam benim göreve geldiğim tarihten beri hiç değişmedi. Hatta bu rakamın yükseltilmesi isteniyor. Yabancı araştırmacılara bu fiyat komik geliyor. Fakat biz araştırmacılarımız zorluk çekmesin ve bilime katkı olsun diye zam yapmıyoruz.

90’lı yıllara, Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal dönemine kadar arşivler belli kişilerin dışındaki araştırmacılara açılmıyordu, diye biliyorum bu doğru mu? Burada bir kastîlik söz konusu mu?

Evet, söylediğiniz kısmen doğru, kısmen de yanlış. Yani arşivler açılmıyordu. Açılmamasının iki sebebi vardı. Birincisi: Arşivlerin tasnif edilememiş olması. İkincisi: Bilgisizlik, yani arşivciliğin yeterince kavranamamış olması. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti ile bazı alanlarda kopuklukların olması ve onun getirdiği bir şey var. Burada bir kasıttan ziyade bir ihmal var. Bu ihmal çok zaman sonra fark ediliyor. Türkiye’de arşivciliğin önemi dünyadaki gelişmelerin, pek çok ulus¬lararası meselenin kaynağının tarihte yattığının fark edilmesinden sonra ortaya çıkıyor. Örneğin: Türkiye Cumhuriyeti 80’li yıllarda ciddî olarak bir Ermeni meselesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu mesele nedir, ne değildir? Bu meselenin çözümünün arşivlerde olduğu fark edilmiştir. Bugün bile Balkanlarda, Ortadoğu’da, Kafkasya’da yaşanan pek çok problemin tarihî, siyasî, ekonomik, etnik meselelerin kaynağı tarihte yatmaktadır. Bu meselelerin çözümünün tarihte görülmesi, tarih laboratuvarı olan arşivleri ön plâna çıkarmıştır. Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerde bunu zaman içinde fark etmişlerdir. Geçmişte bunun önemini idrak edememişlerdir. Rahmetli Özal bu konuya ciddî olarak eğildi. Arşivler Genel Müdürlüğündeki altı personeli altı yüze çıkarmıştır. Bu dönemde üniversitelerin Arap alfabesini okuyabilen Tarih-Edebiyat ve İlahiyat mezunu öğrencilerini devlet arşivlerinde istihdam ederek bu açığı önemli ölçüde kapatmıştır.  

MUSTAFA KEMAL ANADOLU’YA GİDERKEN BİR KARARNAMEYLE GÖREVLİ OLARAK GİTMİŞTİR.

Cumhuriyet dönemi ile ilgili tarihi olaylar kamuoyunda sıkça tartışılıyor. Örneğin: Mustafa Kemal Atatürk'ün Samsun'a çıkışının öncesi ve sonrasındaki gelişen olaylar ara ara gündemi meşgul ediyor. Bizim okuduğumuz tarih kitapları ve öğretmenlerimizin söyledikleri ile kamuoyunda dile getirilenler örtüşmemekte, arşiv belgeleri bu olaylar hakkında ne diyor?

Bu konularda bir metodolojik vardır. Tarih metotsuz şekilde yazılırsa, ana kaynaklara dayanmadan yazılırsa pek çok olay yanlış aksettirilebilir, çarpıtılabilir. Burada röportajı Devlet Arşivleri Genel Müdürü olarak yapıyoruz. Fakat aynı zamanda ben bir bilim adamıyım, tarih doçentiyim. Yani bu konularda araştırma yapmış birisiyim. Burada Türk milleti olarak çok fazla ifrat ve tefrite kaçan bir alışkanlığımız var. Olayları illâki siyah ya da beyaz görme alışkanlığımız var. Hâlbuki geriye doğru bütün tarihi olayları değerlendirdiğimiz zaman olayları gri görme, günahı ile sevabı ile daha objektif görme geleneğimiz çok geç gelişmiştir. Tarihçiliğimizde böyledir, başka olaylarda da böyledir. Olaya bu perspektiften baktığımız zaman bir devlet düşünün, kurulu bir düzeni var. İşte padişahı var, hükümeti var, memuru var. Atatürk'ün Samsun'a çıkış olayını bu çerçevede değerlendirmek lâzım ki Atatürk kararnameyle görevlendirilmiştir.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde bir vali, bir komutan nasıl göreve atanıyorsa, Atatürk'te müfettişlik görevine böyle bir prosedürle atanmıştır. Bu atama işlemi İçişleri Bakanı Harbiye Nezareti ve Padişahın onayıyla gerçekleşmiştir ve kendisine seyahati için kesin olarak bir gemi tahsis edilmiştir. Bu gemi devletin gemisidir. Yanında 16 kişi mahiyetiyle görevlendirilmiştir. Bunların hepsinin maaşı vardır. Bu olay resmi bir görevlendirmedir. Ama bu resmi görevlendirme yapılırken Atatürk Anadolu'da bir milli mücadele başlatılması yönünde değil de Samsun bölgesindeki bir takım eşkıyalık hareketlerini ve asayiş bozukluklarını önlemek için görevlendirilmişti ve yetkisi de o çerçevede idi. Yani bu konularda neden geçmişte kitaplarda bir takım spekülasyonlar ve tartışmalar var diyecek olursanız: Birincisi, arşiv belgelerinin zamanında tasnif edilip ortaya çıkarılmaması. İkinci ise bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi ister Fransız İhtilalinden sonra bakın, ister Rus devriminden sonra, ister Sovyetler Birliği’nin kurulmasından sonra bakın, ister dünyanın başka ülkelerine bakın bu tip köklü rejim değişikliğinin olduğu her ülkede belirli tarihi dönemlerde yeni rejimin getirdiği anlayışla ülke tarihinin yazılması normaldir. Bunları çok anormal görmemek lâzım. Bu sadece bize mahsus bir şey değildir. Türkiye'de de öyle bir dönem yaşanmıştır ve geçilmiştir. Şimdi tarih araştırmacılığının gelişmesi ve arşivciliğimizdeki modernleşmeler sayesinde bu olaylara daha gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşılmaktadır. Üniversitelerimizde de Tarih bölümlerinin çoğalmasıyla bu konularda son derece objektif, daha sağlıklı bilimsel araştırmalar ortaya çıkmıştır.

OSMANLI ARŞİVLERİNİN BULGARİSTAN’A SATILMASINDA DEVLETİN HABERİ YOKTU

Dönemin Başbakanı İsmet İnönü zamanında Bulgaristan'a hurda kâğıt olarak satılan Osmanlı arşivleri kamuoyunda sıkça gündeme geldi. Bu olayı nasıl takip ediyorsunuz?  

Öncelikle şunu belirteyim. Bu olay İnönü döneminde değildir. Bu kâğıtlar 1931 yılında Bulgaristan'a satılmıştır. Bu devletin üst makamlarının bilgisi dâhilinde olmamıştır. Onun altını çizeyim. İstanbul Defterdarlığının işgüzarlığı¬dır. Maliye o zaman depolarda yer kalmaması gerekçesiyle depoları boşaltmak niyetiyle İstanbul’da bir kâğıt tüccarına satmıştır. Bulgaristan'a falan değil. İstanbul Defterdarı bu belgeleri o zaman İstanbul’da kâğıt toplayan bir tüccara satmıştır. Bu kâğıt tüccarı da bu belgeleri bir Bulgar tüccara satmıştır. Bu tüccar da bu belgeleri Bulgaristan'a götürmektedir. Bulgaristan’daki bazı bilim adamları, ilgililer bir bakalım içinde ne var deyince, bakıyorlar ki Osmanlı dönemine ait önemli belgeler var. Bunları hurda kâğıt yapmaktan vazgeçip, Bulgaristan yönetimi  arşivine devrediyorlar.

Olaylar bu şekilde gerçekleşiyor. Bu olay Ankara da duyulduğu zaman hükümet derhal bu konuyla ilgilenmiştir. Hatta mecliste bu konu hakkında araştırma yapılmıştır. Mecliste bu konu hakkında ciddi tartışmalar olmuştur. Ankara’da TBMM’de gerek Atatürk gerek Başbakan bu konudan haberdar olur olmaz derhal duruma el koymuşlardır. Kalan belgelerin satışını önlemişlerdir. Ama ilk parti gitmiştir. Bugüne baktığımızda, Bulgaristan'a giden bu belgelerin bir kısmının kopyaları Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından Türkiye’ye geri getirilmiştir. Daha sonradan bu belgelerin önemli defterler dediğimiz tahrir defterleri olduğu anlaşılmıştır. Geri getiremediğimiz diğer belgeler konusunda ise Bulgaristan’la bizim ikili resmi protokolümüz devam etmektedir. Bu belgeleri de peyderpey geri gelmektedir. Fakat niye hızlı bir şekilde getirilemiyor? diye sorulabilir.

Dünya arşivciliğinde şu durum söz konusudur: Karşılıklı ilişki. Şimdi bu protokoller çerçevesinde bizde de Bulgaristan tarihini aydınlatacak milyonlarca belge Osmanlı arşivlerinde bulunmaktadır. Biz de o adamlara kopya veriyoruz, onlarda bize. Dolayısıyla bu sorun da böylece çözülüyor. Öyle zannedildiği gibi Osmanlı arşivlerinin Bulgaristan’a gitmesi söz konusu değildir. İstanbul Defterdarlığında bulunan ve o dönemde satılan Osmanlı arşivlerinden 700–800 kadar defterin büyük bir kısmı gelmiştir ve gelmeye devam etmektedir. Geri kalan diğer belgelerin çoğu da maliyenin bir takım hurda kâğıtlarıdır. Bir kısmının belki Türk devlet, millet hayatı açısından çok aydınlatıcı bir belge olmadıklarını ben biliyorum. Ama sonuçta kâğıt kâğıttır.    

Belgelerle Türkistan konulu arşiv sergisi açtınız. Bu serginin eleştirilen bir yönü vardı. Arapça harflerle gösterilen belgelerin tanıtım etiketleri Türkçe yazılmıştı. Uluslararası bir sergide yabancıların anlaması için İngilizce yazamaz mıydınız? Bu daha iyi bir Türk propagandası olamaz mıydı? Türkistan’la ilgili daha geniş bir arşiv çalışmanız var mı?

Şüphesiz Türkistan ile ilgili daha geniş kapsamlı arşiv çalışması yürütmekteyiz. Türkistan bölgesiyle ilgili yürüttüğümüz bu çalışmayı Türk Cumhuriyetlerindeki üniversitelerin kütüphanelerine girecek şekilde kitaplaştırmayı düşünüyoruz. Bu şekilde bu sergilerin daha kalıcı olmasını sağlayacağız. Biraz önceki eleştirinize gelince, biz Türk uygarlığı kongresine gelen Türk asıllı veya yabancı, bu Japonya’dan da olabilir başka bir yerden de, hemen hemen Türkologların tamamı Türkçe bilen insanlardır ki kongrenin açılışında nitekim Japon bilim adamı Suzuki Bey’in çok seri Türkçe konuştuğunu herkes gördü. Onun için Türk uygarlığı kongresinde biz Türklerin konuşmadığı bir üçüncü dil İngilizce veya Rusça yazmayı düşünmedik.   

Türk uygarlığı adını taşıyan bir kongrede sembol isimler bile Rusça konuştu, İngilizce konuştu. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Ben bu konuda yorum yapmaktan ziyade bir temennide bulunmak istiyorum. Türk uygarlığı kavramına Kırgızistan devletinin ve Kırgız-Türk Manas Üniversitesinin sahip çıkması, bu kavramda bilimsel çalışmaların önünü açması, kongrelerle kurumsallaştırması son derece önemli. Burada beklentimiz, gelecekte yapılacak olan kongrelerde Türkçe’nin hâkim kılınmasıdır. Çünkü yapılan işin felsefesine, anlayışına uygun olanda budur. Bunun için temennimiz, ister Kırgız, Özbek, Kazak olsun, ister Türkiye'den veya dünyanın başka yerlerinden gelen insanlar olsun mutlaka bu tip kongreler de ortak bir konuşma ve yazı dili kullanılmalıdır.

Eğer bu şekilde hareket edilirse bu olay bir anlam taşır, diye düşünüyorum.

Röportaj: Bilal Dursun Yılmaz

adminadmin