Kültür
Giriş Tarihi : 26-05-2019 10:30   Güncelleme : 26-05-2019 10:39

Selefîlik, Oryantalizm Ve Modernizmin Ortak Noktası

Selefîlik, Oryantalizm Ve Modernizmin Ortak Noktası

Selefîlik, oryantalizm ve modernizm birbirinin zıddı gibi görülseler de iki noktada birleşirler. Bu üçlü arasındaki ortak nokta, her üçünün de İslâm geleneğini reddedip ilk kaynaktan dem vurmalarıdır. Ve ayrıca kafalarına göre yeni bir İslâm inşa etmek, yeni bir din ortaya koymak gayreti güderler. Bu ortak noktaları onları İslâm’ın omurgası olan Ehl-i Sünnet’e karşı olmada da birleştirir.
 
Yahudilerin yoğunlukta olduğu oryantalizmin amacı Batı’nın sömürge plânlarına lojistik destek vermektir. İçlerinde istisna kabilinden insaflılarının olması bu hükmü değiştirmez. Çünkü istisna kaideyi bozmaz. Edward Said Şarkiyatçılık kitabında onlara, “sömürgeciliğin keşif kolu” diyor.

Oryantalistler dinin temel kaynaklarını yozlaştırmak ve oradan kendilerine uygun yeni bir din icad etmek isterler. Veyahut Müslümanların inancını zayıflatıp, onları içerden bölmeyi amaçlarlar. Bu husus bilinen ve Batı’dan beklenendir. Modernist ve Selefîler ise ilk bakışta oryantalistlerden ayrı olarak görülürler. Ancak birleştikleri ve ortak hareket ettikleri temel noktalar var. Yukarıda ifade ettik.

Modernizmden kastedilen reformcu hareketler olup bunlar da İslâm’ı yenilemeyi, modern (Batı) anlayışına uygun revize etmeyi ve çağdaş yaşama uydurmayı amaçlarlar. Selefîlerde ise Batı karşıtlığı vardır ancak gelenek düşmanlığında modernistlerle birleşirler. Mütefekkir ve aksiyon adamı olduğu için Batı’yı ve reformcuları gayet iyi tahlil eden Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü eserinde onları “İslâm’ı harap bir bina farz edip onu dışından payandalamak” şeklinde “fikir haini ve iman yoksunu” olarak niteler. 

Modernistler (reformistler) İslâm’a tam inanamayan, küfür ile iman arasında bir yol tutturan zavallılar olup Batıcı ve akliyeci temeldeki mevcut rejim onları besler ve palazlandırır. Onun için ortaklık modernistlerin din tahripçiliğinden geçilmez olur. Kimi imanın şartlarını değiştirir. Kimi Kur’an’ın icazını inkâr eder, kimi namazı üç vakte indirir.

Modernist zihniyette kurulan Kemalist devlet temelde dine düşman olmasına rağmen “eğer din olacaksa modernist bir din olsun!” zihniyetiyle bu din tahripçisi reformistleri destekler ve Diyanet ile İlahiyat kadroları da bunlara peşkeş çekilir. Muhafazakâr hükümetlerin ise devrimci (inkılapçı) karakterde olamadıkları için bu reformcuları desteklemek işlerine gelir. Bundan dolayı muhafazakâr hükümetler devrinde din tahripçiliğinde artış olur. Seküler-Batıcı devlet destekli reformcular tarafından milletin geleneklerine saldırılar olup halk arasında kalan sahih itikadlar da eleştiri konusu yapılır. Üçlü çete diyebileceğimiz Selefîlik, oryantalizm ve modernizm gelenek düşmanlığında birleşirler.

“İslâm modernistleri”nin bütün çabaları oryantalistlerin çalışmalarını tercüme etmek ve onları “uyarlamak”tan ibarettir diyebiliriz. Mesela, oryantalistlerden Schacht, İslâm’ın temel kaynağı olan sünnete yönelik bir fitne projesi geliştirir, bizdeki Ankara Okulu hemen bu eseri tercüme eder. Bu, ilim-fikir vs. ile ilgili değil, taşeronluk ve “acentalık”la ilgilidir. Bizdeki modernistler âdeta “yerli müsteşrikler” gibi çalışmaktadır. Kendi aralarında bir uyumdan da bahsedilemez, çünkü tutarlı bir teklifleri yoktur. Kur’an’dan bahsederler ancak Kur’an’ın doğru anlaşılması için bir yöntem de geliştirememişlerdir. Öyle ki Kur’an meali okuyan insan sayısınca mezhep oluşması gibi garipliklere yol açarlar.

Selefîler ise selefe dönmekten bahsederler. Oryantalistler dahi, “İlk dönem dinamik idi, sonra statikleşti. Hadisler de aslında gelenektir. İlk döneme ait kaynak değildir.” derler. Mesela, İmam Şâfiî’yi, “din usulünü döndürdü” diye suçlarlar. Hâlbuki İmam Şafiî, usul kurarak, dini, sahih gelenekle bize ulaştırmıştır. Selefiler, modernistler ve oryantalistler, İslâm’a köprü vazifesi gören ulemayı sevmezler. Mesela Selefîlerin piri olan İbn Teymiyye’nin “indirilen din-uydurulan din” söylemi, kendisinin de üzerinde yükseldiği (Hanbelî ulemadan bilinir) geleneği ve usulü inkâr demektir. İbn Teymiyye, sanki din yeniden inmiş ve kendine vahyolunmuş gibi böyle vahim bir iddiada bulunur. Kendisine yani Hicrî 7. asra kadar din uydurulmuş ve kendisi indirilen dini yeniden keşfetmiş, ortaya çıkarmış gibi edepsizce iddialarda bulunur. Ancak Selefîler şu sorunun cevabını veremezler veya hile ile geçiştirirler; “Madem kaynağa gidiyor ve tüm aracıları reddediyorlar, o zaman İbn Teymiyye neden vazgeçilmez “üstad” ve kaynak oluyor?”

Selefî zihniyette sünnet ve sahabîler vurgusu vardır, ancak onların anlayışına uygun olduğu kadarıyla… Tüm hadisler selefi süzgeçten geçer ve lafızcı-literal mantıklarına uymayan hadisler ya görmezden gelinir ya da tevile karşı olmalarına rağmen hemen tevil edilir. Bu kadar da akıllarını beğenmiş ve kördürler. Ancak, “Allah’ın Eli”, “Allah’ın Yüzü” gibi ilahî ifadeleri de tevile yanaşmazlar ve orada da teşbihe düşerler. “İbn Teymiyye ne dediyse doğru olan odur ve onun çelişkileri de kabul olunmalıdır” şeklinde bir taassub sahibidirler. Sorsan bunu da kabul etmezler ama düşünce yapıları böyle çalışır. Geleneğe karşılar ama Hicrî 7. Asırda yaşayan İbn Teymiyye de bir gelenektir. Ona karşı değillerdir. Yani İslâm’ın ilk üç asrı olan selef-i salihin değildirler. 

Tarihselci Fazlurrahman’ın “yaşayan sünnet” kavramı oryantalistlerden Schacth’ın “sünnetin dinamizmi” teorisi ile örtüşür. Bu teori, hadislerin Hz. Peygamber ile ilgisi olmadığı saçmalığıdır. Böylece hadisleri ve sünneti dinin temel kaynağı olmaktan çıkarıp Kur’an’ı istedikleri gibi yorumlamak isterler. Oryantalistler, hadis ve sünnet yerine “gelenek-tradition” tabirini kullanmak suretiyle bunların Hz. Peygamber ile bir ilişkisinin bulunmadığını iddia ederler. Oryantalistler “early Islam” derler. Selefîler de güya İslâm’ın ilk asrına giderler. Bu üçlü böylece ittifak ederler. İbn Teymiyye’nin görüşlerini hayata geçiren ve Suud rejiminin temellerini atan M. bin Abdülvehhab’ı ise İngilizler destekler. Abdülvehhab oğlundaki İslâm’a fitne eken anlayışı keşfeden İngilizler, bu fikri işleyerek günümüze getirirler. Malûm Suud rejimi İngilizlerin kurduğu bir rejimdir. 

Selefî-Vehhabîler Kur’an ve sünneti zahirî yani lafızcı-literal yorumlarlar. Selefîlerin yorumu ile sadece lafza bağlı kuru bir din anlayışı ortaya çıkar. Zahirci-lafızcı-şekilci Selefîlik anlayışı, ruhu ve ruhaniyeti inkâra vardığı için mezarlara karşı olmuşlar, tevessüle ve tasavvufa şirk gözüyle bakmışlardır. Selefî-Vehhabîler ruhsuz bir Müslümanlık anlayışında olduklarından Necip Fazıl onlar hakkında “İslâm materyalisti” yakıştırmasında bulunmuştur. O kadar zahirci-lafızcıdırlar ki, bu anlayışlarını itikad esaslarına sokup ameli eksik olanları küfürle itham etmişlerdir. Selefîler “akl-ı selime ve şer’i şerife uygunluk”tan uzaklaşmış olup Üstad’ın “akıl hezeyanı” tesbitini hak etmişlerdir. Çünkü onlara zahirî bir delil getirilse dahi kabul etmemekte yahut zahirî delili teville reddetmektedirler. Ancak, ifade ettiğimiz gibi, tevile karşıyız derler. Selefîler birçok yerde Haricî mantığı ile uyuşmaktadırlar. Bir misal: Buhari’de geçtiği üzere Hz. Ömer, kıtlığa maruz kalındığında, “Allah’ım Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. Peygamberimizin amcası ile sana tevessül ediyoruz, bize yağmur ver.” demiştir. Sahabî de bu duaya katılmıştır. Kendi dar kafalarına uymadığı için zahiren de açık olan bir delili İbn Teymiyye ve günümüz Selefî hadisçisi Elbânî kabul etmez. Onların hadis çalışmalarında da bazen teşehhüd, bazen de tesahüle düştükleri görülür. İfrad ve tefrid arasında dolaşırlar, sistemli bir tutarlılıkları yoktur.

Zâhirci (lafızcı-şekilci-literal) yaklaşım dinin mânâ ve maksadından uzaklaşarak tâlî ve şeklî konulara dalmak ve bunları esas yerine koymak gibi temel hatalara yol açar. Selefîliği, şekilde takılıp kalan, dinin özünü ve maksadını kaybeden sapkın bir anlayış olarak hülasa edebiliriz. Bu kafa yapısına saplanıp kalındı mı, aslı kaybettiği için, kendini doğrulamak uğruna çelişkilere düşer. Kur’an ve sünneti de sığ kafasına göre eğip büker. Amelî ve itikadî meselelerde mezhep şart olup, ideolojik ve siyasî şuur için sistemli anlayış (İslâm’a muhatap anlayış) gerekir. 

Selefîlerin “Hanbelîyiz!” demeleri ise bizdeki reformistlerin ibadet ederken başka seçenekleri olmadığı için “Hanefîyiz!” demelerine benzer. Hâlbuki Hanbelîlik ile Selefîlik uzlaşamaz. Biri gelenek ve usulden beslenir. Öbürü geleneği reddeder. Zaten Hanbelî âlimlerin bir metod-usule bağlı oldukları mezhep tanımında açıktır. Ancak Selefîler ise mezhepleri aradan çıkarırlar.

Bugün Batı’da hemen her ülkede önemli miktarda Selefîlik uzmanları vardır. Batı’nın bu çalışmaları 2-3 asırlıktır. Bir yandan Şiîliğin önü açılırken öte yandan Selefîlik el altından büyütülmektedir. Avrupa’da Selefî camiler ve faaliyetleri el altından himaye edilmekte, Körfez ülkelerinden para akışlarına ses çıkarılmamaktadır. Selefîliğin bir medeniyet ufku yoktur ve Avrupa için tehdit değildir. Bilakis İslâm’ı bozucu bir anlayış olarak Batı’nın emellerine hizmet eder. Neo-oryantalist proje olarak Neo-selefîlik desteklenmektedir. DAEŞ örneği buna misaldir. Bunlara bâtınî devşirme hareket olarak FETÖ’yü de ekleyebiliriz. FETÖ de mezheplerüstü bir anlayışta öbürleriyle uzlaşır. 

Söz konusu üçlünün ortak noktalarının tabiî sonucu olarak ortak düşmanları da vardır. Selefîlik-oryantalizm ve modernizmin ortak düşmanı Sünnet ve Cemaat Ehli anlayışı olup bu hususta da birbirlerine yakındırlar, aralarında organik bağ olmasa da birbirlerini lojistik olarak desteklerler. Ehl-i Sünnet karşıtı olma noktasında Şiîliğin de bunlarla uzlaşır yönleri vardır. Dünyada Şiîlerin devleti vardır (İran), Selefîlerin devleti vardır (Suudî Arabistan), ancak Müslümanların kahir ekseriyetini ve sahih İslâm anlayışını temsil eden Ehl-i Sünnet’in devleti maalesef yoktur. Bu üçlü (Şiîlikle birlikte dörtlü) Ehl-i Sünnet bir devlet olan Osmanlı’yı da sevmezler ve düşmandırlar.

Ehl-i Sünnet’in devletleşmesi olarak bir model getiren BD-İBDA dünya görüşü de bu üçlü şer cephesinin en büyük ve affedilmez düşmanıdır. Şiîlerin de düşmanıdır. Onların en büyük düşmanı olan İBDA’nın Türkiye’de yolunu kesmek için her yola da başvururlar. Batı’nın Türkiye’den korkusu İBDA’nın öncülüğündeki İslâm inkılabı olup, Selefî ve modernistler de bu hususta ortak duyguları paylaşırlar. Ancak zamanı gelmiş fikri önleyecek hiç bir güç yoktur. Üstad’ın ifade ettiği gibi, “Dünya bir inkılâp bekliyor!”

Batı’dan saldırılar sistemli olarak gelirken onlara karşı koymak ancak sistemli bir dünya görüşünü ve bunun sistemli mücadele yöntemini icab ettirir. Bu açıdan da BD-İBDA dünya görüşünün ıslahatçı ve muvazaacı olmayıp inkılâpçı oluşunun ehemmiyeti derinden idrak edilmelidir. Aksi halde Batı’ya karşı hep savunmada kalınır, onların içimizde çeşitli entrikalar çevirmesine ancak tepki seviyesinde karşılık verilir. Devamlı savunmada kalmak ise bir türlü zaferin gelmemesi demektir.

Kazım Albay
Baran Dergisi 644. Sayı

adminadmin