Analiz
Giriş Tarihi : 05-11-2019 10:13   Güncelleme : 05-11-2019 10:13

Suriye Meselesini “Ortadoğu’nun Türkçesi” Kitabından Okumak

Türkiye’nin güney sınırı PKKPYD terör örgütünün giriş merkezlerinden biridir. Hayli zamandır Türkiye’nin başını ağrıtan Esad Suriye’sinin bu kanlı belâya yataklı ettiği aşikâr. Bu kanlı oyunun arkasında değil, hemen önünde, görünür yerinde ABD ve Rusya var. Türkiye’yi parçalama oyunudur bu…

Suriye Meselesini “Ortadoğu’nun Türkçesi” Kitabından Okumak

Bu mevzuda erbabınca çokça yazılar yazıldı, ABD, Rusya ve Türkiye arasında bir mutabakat imzalandı vesaire… Bizim gayemiz herkesin bildiğini anlatmak değil. Mesele kırılgan tarafıyla zaten devam ediyor ve edecek gibi görünüyor.

Suriye ve Ortadoğu Birinci Harp ve ardından İstiklâl Harbinden bu yana kanayan bir yara. Bu yaranın en çok ağrıyan yeri ise Türkiye’dir. Çünkü Osmanlı Devletinden bugüne gelen büyük tarihî coğrafyada Suriye ve Batı’nın Ortadoğu dediği bölge Türklerin tasarrufundadır. Batı bu tarihî tasarrufu hazmedememektedir. Türkiye’nin Lozan’da küçültülen sınırlarından terör ihraç ederek daha da küçültme plânlarının tatbik edildiği malûm.

Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan’ın “Ortadoğu’nun Türkçesi” (Yazar Yayınları, Nisan 2017) isimli kitabında Avrupalıların Ortadoğu dediği Suriye, Hicaz, Mısır’da (İsrail de dâhil) başımıza gelenleri dil, kültür ve siyasî cephesiyle anlatılıyor. Dahası ABD ve Rusya kıskacında dik durmaya çalışan Türkiye’nin sıkıntılarını tarihten bugüne tahlil ediyor, eksilerin ve artıların dünden bugüne neler olduğunu, dengelerin nasıl değiştiğini üslûplu ve fikirli bir dil ile ortaya koyuyor. Maksadımız Ortadoğu meselesini bir de “Ortadoğu’nun Türkçesi” adlı kitaptan okumak ve bakmaktır.

Beş bölümden oluşan kitapta Ortadoğu’ya dair cins yazılar mevcut. 1.Bölüm: Ortadoğu’nun Türkçesi. 2. Bölüm Asırlık Lanet. 3.Bölüm: Büyük İsrail mi, ikinci İsrail mi? 4. Bölüm: Büyük devletle komşu olmak. 5. Türk’ün hakkını vermek.

Ortadoğu İslâm devletleriyle Türkçe odaklı tarihî ilişkileri akademik çalışmalardan daha sarahat ihtiva eden “Arapça’daki Türkçe” den başlayıp “Mısır’da Türkçenin seyri…” gibi yazılar iki harp öncesi ve sonrası Ortadoğu’daki siyasî sonuçların Türkiye’ye ne getirdiğini, ne götürdüğünü çarpıcı bilgilerle anlatıyor.

“Ortadoğu’yu Türksüz yönetmek kolay!” diye başlıyor kitap:  “Geçen yüzyılın savaşı, Birinci Cihan Harbi bitmedi! Bu savaş, açık konuşalım: İslâm dünyasından Türkleri tecrit etme savaşı idi.  İngilizlerin 1940’larda verdiği isimle ‘Ortadoğu’ denilen İslâm’ın merkez topraklarını bin yıldan fazla Türkler yönetti. Eğer bu dönemi tanımlarken etnikliği / ırkı aşan ‘Türk’ kavramını unutursak, hakikat temelli bir tarih yorumu ortaya koyamayız. (…) İngilizler, 19. Yüzyılın sonunda Müslümanlar arasında Osmanlı Devleti’ne teveccühün hızla yükselmesi üzerine, kuzeyde gelişen ve esasen menfaatlerini haleldar eden Rus tehdidini bir kenara bıraktılar, Osmanlı’yı yok etmeyi ön plâna aldılar. Bu raddede Osmanlı mülkünü Ruslarla paylaşmak İngiliz menfaatlerine daha uygun bulundu. Çünkü sömürgeciler için İslâm dünyasının uyanışını durdurmak her şeyden önemliydi…” (s. 5)

Bir paragrafını aktardığımız bu yazı bugün Suriye ile başımıza örülmek istenen çorabı kimlerin hazırladığını, düşmanları değişmediğini hatırlatıyor. Bu sömürgeci düşmanlara ABD ve İsrail’i ilâve etmek lâzım.  

“Orta Doğu’nun Türkçesi”, kitaba adını veren ilk ve hayli anlamlı bir yazı…

“Bu başlık pek fazla açıklayıcı bulunmayabilir, hattâ ‘tuhaf’ görülebilir. ‘Ortadoğu’ kelimesi zaten Türkçedir, daha Türkçesi ne olabilir ki?’ ‘Ortadoğu’ kelimesini biz icad etmedik, İngilizce ‘middle east’ın karşılığı olarak dilimize girdi, yani patent hakkı İngilizlerin...’Neden Batı Asya değil de Ortadoğu?’ Bunu tartışmadan önce, mesela 19. yüzyılda dünyanın böyle bir kavramdan haberdar olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü Ortadoğu, 20. yüzyılda ortaya çıkan, daha açığı, siyaseten icad edilen bir kavramıdır. Güya coğrafî bir bölge, fakat tarifler kesinlikle coğrafî değil, tamamen siyasî. ‘Ortadoğu’ denildiğinde bir yere, merkeze nisbetle bu kavram kullanılıyor demektir. ‘Doğu’nun uzağı var, orta uzağı var ve yakını var... Kime göre veya nereye nisbetle? Tabiî Avupa’ya ve bilhassa İngiltere’ye göre... Bugün Ortadoğu denilen bölgenin objektif tanımlaması ‘Batı Asya’ olabilir. Ya Yakındoğu? İki coğrafî kavramın esasen siyasî adlandırmalar olduğu, yol açtıkları karışıklıktan çıkarılabilir.” (s.13-14) 

“Ortadoğu’nun Türkçesi” adlandırmasından ne anlamamız lâzım sorusunun cevabını “Ortadoğu ve Türkçe” başlıklı yazının girişinden öğrenmek mümkün:

“Bu kavram tartışmasından sonra, ihtiyaca göre sınırları değişen bu hayalet coğrafyada Türklerin ve türkçenin yeri üzerinde durmak niyetindeyiz. Bu aynı zamanda “İslâm dünyasında Türkler ve türkçe” olarak da anlaşılabilir. Türkiye türkçenin batıdaki vatanıdır. Selçuklular döneminden başlıyarak çok güçlü bir türkçe edebiyat bu coğrafyada vücut bulmuştur. Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren de Türkçe devlet dilidir. Ortadoğu’nun türkçesi sadece Türkiye ile sınırlı tutulabilir mi? Daha baştan, tarihen bunun imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Suriye’nin, Irak’ın kuzey bölgelerinde hatırı sayılır türkçe konuşan topluluklar yüzyıllardır varolagelmiştir ve bölgede güçlü bir türkçe edebiyat da ortaya çıkmıştır. Bir anlamda 35. paralelin kuzeyi arapçanın tam hâkim olmadığı bir bölgedir ve bu bölgede türkçe etkili bir dildir.16. yüzyılın büyük şairi Fuzulî’yi, Bağdatlı Ruhî’yi ve 20. yüzyılda Bağdat’ın köklü ailelerinden olan Alûsîzadelerden Ahmed Haşim’i zikretmek bir fikir verebilir. Bağdat elbette Abbasî hilafetinin başkentidir ve arapça açısından mühim merkezlerden biridir. Bununla birlikte, Türkçe için ve Türk tarihi ve kültürü için büyük önem taşıyan Divanü Lügati’t-Türk’ün Kaşgarlı Mahmud tarafından burada yazıldığını ve zamanın Abbasî halifesi Muktedî bi Emrillah’a sunulduğunu unutmamalıyız. İşin ilgi çekici yanı, bu kitabın bugün elimizde bulunan tek nüshası da Şam’da istinsah edilmiştir!” (s.19-20)

Bu mevzu kitapta uzun bir bölüm olarak yer alıyor. Bizim asıl mevzumuz olan emperyalist Batı, Ortadoğu ve Türkiye arasındaki meselelerdir. Altı asır Osmanlı’nın ümmet çerçevesinde idare ettiği Ortadoğu’nun bugün kan gölü ve etnik savaşalara dönüşmesinin ilk müsebbibinin İngilizler olduğunu adı geçen kitapta yer alan “Ortadoğu Komutanlığı” başlıklı yazıdan farklı veçhesini öğreniyoruz:

“İngiliz çıkarlarının tayin edici rolü hakkında çok açık bir örnek İngilizlerin 2. Dünya Savaşı sırasında Mısır’daki askerî birliklerinin ‘Ortadoğu Komutanlığı’ olarak adlandırılması üzerine yaygınlaştırılmasıdır. Ortadoğu 19. yüzyılda zirve yapan Avrupa emperyalizmi için hayatî önemi haiz bir bölgedir. Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasında ticarî ve kültürel geçişleri sağlayan bir bölge söz konusudur. Bölge dünyanın en önemli kara ve su yollarına sahiptir ve nihayet 20. yüzyılın vazgeçilmez enerji kaynağı petrol rezervlerinin önemli bir bölümünün burada bulunması stratejik kıymetinin bir daha teyidi/ güncellenmesi anlamına gelmektedir. Yüz yıl önce Avrupa’da başlayan 1. Dünya Savaşı’nın ağırlıklı olarak bu bölgede cereyan etmesi boşuna değildir. Bugün de Ortadoğu kirli bir savaşın nesnesi haline getirilmiştir.” (S.18)

Suudlar gibi bir kısım Arap devlet yöneticilerinin de katıldığı Osmanlı’nın parçalanmasından sonra bir asır geçmeden Ortadoğu’da iflah olmaz savaşların hiç kesilmeden devam ettiğini ve yüzbinlerce insanın savaşlarda öldüğünü görüyoruz. Osmanlı’nın tasfiyesinden sonra emperyalist Batı huzur ve dirliği sağlayamadığı gibi, aksine Ortadoğu Arap ülkelerini bitmeyen savaşlara sürmüştür. “Ah, Osmanlı olsaydı!” diyenlere aşağıdaki yazıdan kısa bir bölüm aktarmak istiyoruz:  

“Tek birleştirici: Osmanlı”

“Tarih boyunca Ortadoğu’yu tek devlet olarak bütünleştiren ve uzun süren bir barışı tesis edebilen sadece Osmanlılar olmuştur. Ne Roma, ne Persler ne de Emeviler ve Abbasiler bunu başaramamışlardır. İngilizler Yakınşark İşleri Konferansı ile Ortadoğu’yu Fransızlarla birlikte kontrollerine almışlar fakat bitmez tükenmez ihtilafların, çatışmaların oluşumuna yol açarak bölgeyi barut fıçısına çevirmişlerdir. Bugün bölgede hâkimiyet mücadelesinin esas aktörü olarak ABD görünmektedir. 1. Dünya Savaşı’ndan yüz yıl sonra ABD bölgeyi yeniden belirlemek için açık ve gizli operasyonlar yapmakta bu da bölge halkının hayatını cehenneme çevirmektedir. Ortadoğu kavramı için ‘kaypak bir mefhum’ tanımlaması yapan düşünürümüz, Türkçe ustası Cemil Meriç’i rahmetle analım. Kavramın bütün kaypaklığına rağmen şunu söylemek durumundayız: Lâmı cimi yok, Ortadoğu ile İslâm dünyası kastedilmekte fakat sürekli operasyon yapıldığı için Müslümanları ilzam eden, onların tepkilerini yükseltecek bir tanımlamadan kaçınılmaktadır…” (S.18-19)

Suriye ve Irak başta olmak üzere bugün Hicaz da dâhil bütün Ortadoğu’da başımıza gelenlerin tarihteki izlerini sürerek bu iflah olmaz meseleyi nasıl anlamaya çalışacağız?

Adı geçen kitabın “Sonuç: Yakınşark’dan Ortadoğu’ya ve nihayet büyük Ortadoğu’ya…” başlıklı yazısından yine bir bölüm bakışımızı toparlayamaya yardım eder kanaatindeyim:

“İslâmın doğuş ve ilk yayılış alanları kendine mahsus bir tarih yaşamış, Emevî, Abbasî dönemlerinden sonra bölge Selçuklu ve Osmanlı yönetimleri tarafından bütünleştirilmiş, modern döneme ise Osmanlı hâkimiyeti altında girmiştir. Osmanlı idraki İslâm kültürünün taşıyıcısı olan bütün unsurları bünyesinde toplamış, Arapça, Farsça ve Türkçe’nin bu müşterek kültürün taşıyıcısı diller olarak hayatiyetini devam ettirmiştir. 19. yüzyıldan itibaren Türkçe yönetim dili olarak ve modern ilimlerin dili olarak bölgede etkili hale gelmiştir. Bunun ciddi bir müştereklik meydana getirdiği görülebilmektedir. Bu müşterekliğin 20. yüzyılda dünya sistemi içinde güçlü bir Osmanlı-İslâm bloku olarak belirmesi durumu ile karşı karşıya kalınabilecektir. 1. Dünya Savaşı ve sonrasında İngiliz politikaları ile bu ihtimal tamamen ortadan kaldırılmıştır. “Âlem-i İslâm-İslâm dünyası” kavramı “İttihad-ı İslâm”a, yani bir bütünlüğe atıflarından ötürü etkisizleştirilmiş, coğrafî gibi görünen siyasî kavramlar yaygınlaştırılmıştır.

Emperyalist Avrupa’nın “Şark meselesi” bağlamında icad ettiği, görünüşte coğrafî, esasta siyasî kavramlar 19. yüzyılın sonundan itibaren yaygınlaştırılmıştır. Near east “Yakınşark”, esas olarak Osmanlı Devleti’ni, onun sahip olduğu coğrafyayı ifade eden bir kavram olarak bizim “Lozan Konferansı” olarak bildiğimiz “barış konferansı”nın adında yer almıştır.

1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere öncülüğündeki batılı emperyalistler Yakın Şark İşleri Konferansı ile Osmanlı mirasını paylaşmışlar, sınırları belirlemişler ve bölgede sürekli istikrarsızlık unsuru olacak İsrail’in yolunu açmışlardır. “Savaşa son veren barış” olarak tanımlanan “Lozan”, esasında bölge otoritesini yok ederek, yerine yeni bir bölge gücünün konulmasına da izin vermeyerek, büyük istikrarsızlıklara ve karışıklıklara yol açmış ve bu da bitmez tükenmez çatışmalara, savaşlara sebebiyet vermiştir.” (S.48-49)

“Türkiye’deki Suriye” (s.176) ve “Devlet Olmak” (s.178) başlıklı yazılarla biten kitap, bu sahanın meraklısına çok şey öğretiyor ve bu çerçevede bâzı meseleleri çarpıcı bir üslûpla yeniden hatırlatıyor. Hülâsa ifadeyle, Ortadoğu’daki İslâm devletlerinin Türkçe etrafındaki tarihî birlikteliğinden tutun da emperyalist Batı eliyle bugünkü siyasî ve mülkî ayrışmalara kadar birçok mevzu vukufiyetle ele alınmış bu kitapta. 

Ahmet DOĞAN

adminadmin