Analiz
Giriş Tarihi : 21-12-2014 11:48   Güncelleme : 21-12-2014 11:48

Türk Şiirinden Şiir Türküne Ve Belki Şiir Türküye Varabilme Gücü Bize Verilirse

Ömrü toz duman içinde ilerilere ulaşmış beni görebiliyor musunuz? İnsan ve insanlık endişesi arasından bu kadar uzun zaman geçmeseydi belki mümkündü bu

Türk Şiirinden Şiir Türküne Ve Belki Şiir Türküye Varabilme Gücü Bize Verilirse

Ömrü toz duman içinde ilerilere ulaşmış beni görebiliyor musunuz? İnsan ve insanlık endişesi arasından bu kadar uzun zaman geçmeseydi belki mümkündü bu. Oysa şimdi artık beni görebilmenin ihtimal dâhilinde olduğu hiç makul görünmüyor bana. Kendime baktırma çabalarımın, çocuk yaşlarımdan itibaren çırpını çırpını yürüttüğüm bu çabaların boşa çıktığının farkındayım. Battım. Batışım sebebiyle ahlayıp vahlamaya niyetim yok. Tevekkül başımı dik tutuyor. Yine de konuşmaktan caymıyor, batışım şık bir batış oldu diyorum. Batmak pek mi hoşuma gitti? Ne münasebet. Sadece halimdeki mesuliyet yükünün tamamının üzerimde bulunduğunu vurguluyorum. Başımdan geçenlerin, görüp gördüğümün müsebbibi olarak dualarımdan başka bir şeyi göstermiyorum.

Şiir yazma işinden kendimi uzak tutarak ne büyük acılarla tanıştığımı anlatacak gücüm yok. Aram şiirle çok iyiydi. Gençliğimin ilk yıllarında ele geçirdiğimi sandığım dokunulmazlık alanımdı şiir. İhtiyarlığımı askıya alıyor, beni teselli ediyordu. Kim ne yaparsa yapsın ben şiirle bağımı koruyarak kendi alanımda hüküm ferma idim. “Ele geçirdiğimi sandığım” deyişim başlangıçta o dokunulmaz sahanın bana bahşedilmiş olduğu şuurundan mahrum kalışımdandır. Şiir yazmaktan geri durarak dokunulma, dokunulabilme, değiş tokuşa konu olma, belâsına rıza gösterdim. Nankörlük mü bu yaptığım? Olmasın isterim. Sadakat olsun, şükran olsun. Bu hissiyat içinde daha önce bir Kırk Hadis tertibine emek verdiğim vakidir. Şimdi ise aynı hissiyata koşut olarak Homeros’tan Karl Marx’a Şiirin Türk Tarihi’ni yazıyorum. Yani şair olmaktan başka bir hususiyetin marifeti gölgesinde kendini adamdan saydırmak isteyenlerin çöplüğünde eşinme tecrübesine meyletmemin bana ısmarlandığını düşünmek beni hoşnutluğa sürüklüyor.

Kendime baktırmağa çabalamışsam (her insan yapıyor bunu) yaptığımı bir sefere çıkmışlığımı kanıtlamak için yapmadım. Hangi çeşidi karşıma çıktıysa bir gezintiye meraklanmak ise bana göre değildi. Hayatımın meşguliyeti diye bildiğim şiir yazmağa kendimi keşfetmek için başladım. Niçin keşfedecektim kendimi? Keşfe değer olup olmadığım, uyduruk bir nesne olup olmadığım kafamı kurcalıyordu. Ben de başkaları gibi insan mıydım? Kendime bir şekilde insan olma hususiyeti atfedişim başkalarından öğrendiğim bir şeydi. Bu başkaları doğru mu söylüyordu? Sahicilik bende var mıydı? Elime yakıştırdığım şiir vasıtası insanın keşfine yarayacak mıydı?

Şiir yazma disiplinini benimsemekle kafamdaki bütün suallerin cevabına varma yoluna koyuldum. Sefer değildi çıktığım, gezinti değildi. Olsa olsa bir seyahat olabilirdi bu. Kendi seyahatim, keyfimce tertiplediğim bir seyahat. Ne cenk, ne seyran… Seyahat sırasındaki faaliyetimi cazip bulanlar oldu. İyi ki oldu. Olmasaydı ne ben bu satırlara emek verecektim, ne de siz bu yazdıklarımı okuyor olacaktınız. Madem buraya kadar geldik; siz ve ben artık nereye kadar gideceğinden haberdar olduğumuz bir münasebeti kabullenelim. Zira buraya gelene kadar benim içine karıştığım ve dolayısıyla kirine bulaştığım işlerin cazibesine kapılanlar beni ya cenk, ya da seyran ediyor sandı.

Kendime baktırmağa çabalamışsam bunu ne bir sefere çıkmışlığımı kanıtlamak için, ne de seyranla tatmine kavuşmak gayesiyle yaptım. 1962 -63 yıllarında, yani yegâne uğraşımın şiir yazmak olacağı kararına vardığım günlerde şiiri ciddiye almak, şiirden haberdar olmak toplum hayatının işleyiş tarzıyla rabıtalı bir tavır gerektirmiyordu. Şiire yakın duranlar ne Kierkegaard’ın Hıristiyanlığında, ne Kafka’nın Yahudiliğinde bir anlam bulma heveslisiydiler; ama şiire nefes aldıran şeyin bu ikisinin neye müptelâ oldukları idüğünü biliyorlardı. Ben de biliyordum. Seyahatimin gayesi bu idi. Bundan başka bir şey için seyahate çıkmaz idim. Bunsuz seyahate çıkmam imkânsızdı.

İnsan ve insanlık endişesi… bu ikisi arasından çok zaman geçti ve ben sizden kendime mahsus seyahatin notlarına göz atmanızı istiyorum. Geçen zamanın bir güzergâhı var. Zaman geçiyorsa hep insanla insanlık endişesi arasından melek kanatlarıyla geçiyor. Bu geçişlerin bir vaktinde Hıristiyan takvimine göre yıl 1963’tü ve doğumu Hicrî 1363’e denk gelen ben şiirin imkânı ile bir fırsatı yakalama arifesindeydim. Hangi fırsatı yakalamak istiyordum? Peşine düştüğüm fırsat fiilen bilinip tanınan insan varlığıyla insanlık endişesi arasındaki mesafenin kapatılabilme fırsatıydı. Ne olduğumu, kim olduğumu, nerede ve hangi zamanda bulunduğumu bilmek, öğrenmek istiyordum. Nasıl olacaktı, ne türden bir vasıtayla olacaktı bu? Beni bilgiye götürecek yolu sonuna vardırmama yetecek azığım var mıydı? Türkiye’de yaşayan “bazı” insanlar eleştirilerini şöyle şakalar yaparak dışa vuruyorlardı:

-Bir manav niçin yılda iki apartman dikemez?

-Sattığı meyve ve sebzelerin yarısı çürür de ondan.

Türk halkının cebinin para görmüş ve görüyor olması “bazı” birilerini müthiş rahatsız ediyordu. Bu bazı birileri bütün rahatlarını halkın karşısında laik bir blok halinde hareket etmekten temin ediyorlardı.

Kimlere halk deniyordu ve kim halk olarak adlandırılmağı hak ediyordu? Halk olmama tercihinde bulunanlar bir haklılığı temsil ediyorlar mıydı? Bilmek istiyordum. Şiirin beni davet ettiği bilme mesleği heyecan veriyordu. Üstelik dünyada bilmeği meslek kılan bir uğraşı alanı yoktu şiirden başka. Bilim ve felsefe bilgiye giden bir yol olduğu; ama onun bir kral yolu olmadığı iddiasıyla ancak var olabilmişlerdi ve iddialarını devam ettiriyorlardı. Din bilgiye giden kral yolunu temsil edebilirdi; ancak benim 1963’teki güzel gözümde bilgiye olan susuzluğu giderecek kaynak olarak Kur’an şansını kaybetmiş durumdaydı. Yani bütün muayyeniyetini Türkiye Cumhuriyeti’nin idare sistemi tarafından şekillendirilmiş kavrayışlara borçlu olan kafam şiire başvurmadan önce Allah’a müracaat etmişti. Görebildiğim kadarıyla Kur’an beni tasvip etmiyordu. Bana, bilgi uğruna her şeyini fedaya muntazır bana kucak açan şiirden başkası değildi.

Annem doğurduğu biz çocuklarını ikaz gayesiyle “beddua etme” anlamına gelmek üzere “intizâr etme” derdi. Bana da söylenince bu söz, sözlüğe baktım ve intizâr karşılığının bekleyiş olduğunu gördüm. İnsanlar ne dediklerini bilmeden mi konuşuyorlardı? Farz edelim ki, öyle. Öyle idiyse bile benim arayışlar çağımda şiir murat edilenin beyan edilene eklemlenmesinde bulunmaz fırsatı sunar durumdaydı. Şiir bir imkândı. Annemin intizâr kelimesini niçin kullandığının sırrını çözemiyordum. O günlerde Türkçenin müminlere mahsus bir lisan olduğunu benim anlayabilmem imkânsızdı. Anlayan biri olduğu intibaı edinseydim onun peşine düşeceğim kesindi. Tanzimat sonrasında Türkçe konuştuğu zehabına kapılan herkes dipsiz bir kuyuya atılmakla kalmamış, bunların hepsi düşmenin tadıyla iştigali zevk edinmişti. Hasılı kelâm: Annem çocuklarına intizar etmeyin derken muhatabınızın veya hasmınızın başına kötü bir şeyin gelmesini beklemeyin, zira sizlerin müminlerden, duası kabul olunan zevattan biri olma ihtimaliniz vardır demiş oluyordu. Dehre sövmemeliydik. Çekilip çevrilişine asla hiç birimizin güç yetiremediği dünyada kim olursak olalım bizim elimizin altına mükellefiyetlerimizden başka inşaat malzemesi verilmemişti. Bana kucak açan şiirin beni tekellüflü değil tekeffüllü bir hayata sürüklediğini biliyordum.

Bilmediğim şey Türk şiirinin olanca takatinin tükenmiş olduğuydu. 1954 – 59 arasında son modernleşme hamlesini gerçekleştirmiş olan Türk şiiri, benim bu sahaya çıktığım 1963 yılı itibariyle yön tayininde bir çaresizliği kendine konu edinmiş haldeydi. 1950 yılında hem Mareşal Fevzi Çakmak, hem de Orhan Veli Kanık öldü. Dünyadaki günlerini millî akıbetin kendi akıbeti olduğundan şüphe etmeksizin geçirmiş müessir Türkler yoktu artık. En gerekli oldukları sırada yoktular. Türkiye Çakmak’a ve Kanık’a en çok ihtiyaç duyulan bir çağın eşiğindeydi. 1950 yılı Türk milletinin kendi başında kimlerin bulunmasını istemediği iradesini beyan ettiği yıl idi. Dikkat edin: Türk milleti seçimle başına birilerini getirdi demiyorum. Başlangıcını nereye uzatırsanız uzatın 14 Mayıs 1950 günü bütün Türk tarihinin en önemli günüdür. Çünkü ilk defa bu günde Türk milleti mevcudiyetini inkâr eden anâsıra bir daha unutmayacağı dersi vermiştir. Ders verildi; ama alınmadı. Bundan sonrasının mânâsına muhteva kazandıracak askerin, şairin noksanlığı ise hiç anlaşılmadı. O an anlaşılmadı. Daha sonra anlaşılmadı. Hâlâ anlaşılmış değil.

Neler söylüyorum? Bundan sonrasının muhtevasına anlam kazandıracak asker ve şair!? Sanki her şey başka türlü olabilirmiş gibi konuşuyorum. Okuyanlar sanacak ki birilerinin noksanlığı ve dolayısıyla önemi anlaşılsaydı, lüzumlu olduğuna kanaat getirdiğimiz bazı bir şeyler akılda tutulsaydı varılan yer şimdikinden farklı olacaktı. Hayır, olan biteni yorumlama mevkiindeki insanlar olarak hadiselerin cereyan tarzından emin olmamız mümkün değil. Yazılan yazılmış, mürekkep kurumuştur. İnsanoğluna denk düşen tek endişe cennete girip girmeyeceğidir. Bu meyanda bilinmesi gereken ilk şeyin şu olduğunu hep akılda tutmak lâzum: Cennet dedikleri biz insanların sadece kovulduğu yer değildir. Cennet aynı zamanda bizim yaratılış sebebimiz. Allah bizi cennet için yarattı. Niçin yaptı bunu? Cennete girmenin yolu asla buna bir cevap bulmaktan geçmiyor. İnsanların cehennemi boyladıklarının resmini çizmek kâşiflerin ve mucitlerin cennetlik olduğu hatasına düştükleri zaman çok kolaylaşmıştır.

Ben bunları astronomi ve botanik bildiğim için değil, kulluğun yaratılmış her nesnenin yegâne mevkii olduğunu bildiğim için biliyorum. Dünya kurulalı beri hiç kimse kulluğunu askıya alıp “var” olamamıştır, olamaz. Eğer bir kazanç, bir mükâfat bekliyorsak, bu mükâfata anlayarak, anlaşılarak değil, dinleyerek, işiterek, itaat ederek erişebiliriz. Bu hususta, yani anlamak, anlaşılmak hususunda dillerde dolaşan ünlü modern anekdot Hegel’in “Beni bir Karl Ludwig Michelet anladı, o da yanlış anladı” dediği söylentisidir. Yaptığı işin mahiyeti hakkında Hegel başka bir şey daha demiştir: “Önceleri neler yazdığımı bir ben, bir de Tanrı bilirdi. Artık ben de ne yazdığımı bilmez oldum”. Demek ki Hegel okumaktan edinilecek istifade onun uyum göstermek istediği ahenge tâbi oluşla mümkündür. Hegel işin künhüne varmada gözümüzün önüne bir perde çekmişse, bu perdeyi yıkmak için sağdan soldan başka bir usul arayıp bulmağa çalışmayalım.

Nedir bilmek, anlamak, öğrenmek? Neyi, nereye kadar bilmemiz, anlamamız, öğrenmemiz mümkündür? Çok daha önemlisi: Bilgi dedikleri insanın yüklenip taşıdığı bir şey midir; yoksa insanı bazen sırtına alarak ve bazen de koluna girip taşıyan bilginin kendisi midir? Bu sualler ve bu suallerden türeyen her çeşit kanaat ancak belli bir istikamette akıyorsa varlık sahibi olabilir ve netice itibariyle aranılan, istenilen cevap yerine geçebilir. Neye, hangi gayeyi elde etmek üzere akıl erdireceğiz? Gayemiz çapımız nispetindedir. Kısacası: İstikamet yok ise, hiçbir şey yok. Bizi meşru mevcudiyete kıble yöneltir. Kıblesizlik Allah nezdinde, Allah katında nâmevcudiyetin bir başka adıdır.

Kıble aynı zamanda zihin sıhhatidir. Türkiye’de ve dünyada Müslümanların zihni “Prenses Diana şehit mi edildi?” sualine cevap aramağa tevessül edecek kadar çürütülmüştür. Zihinlere Türkiye’de asırlar boyu verilen şekil “Prenses Diana şehit mi edildi?” sualiyle isabetli bir sual serdedildiği kanaatine geniş bir yer tahsis etmiştir. Modernlik her yerden önce Türkiye’de ve akabinde bütün dünyada zihinleri en kısa vadeli menfaat güdüleri tarikiyle şekillendirdi. Mezkûr ameliyeye maruz bırakılanlar hadiselerin kısa, orta ve uzun vadede ortaya ne kılığa bürünerek çıkacaklarını tespit edecek anlayış kalıplarını türetti. Bu kalıplara uymaksızın hiçbirimiz bir diğerine herhangi bir şey söyleyemiyor artık.

Bu tuhaf işte öncelik Türkiye’ye niçin düştü? Çünkü Avrupalılar kendi medeniyetleri adına bir makbul yere, neresi olursa olsun, haklılıklarının gölgelenemeyeceği bir yere, gidebilmek için başlarındaki Türk zebanisini elinde tuttuğu çivili topuzdan mahrum bırakma zaruretinin şart olduğunu çok iyi biliyorlardı. XVIII. yüzyıla aydınlanma çağı deniyorsa, bu adlandırma Türk tehlikesini bertaraf etmiş olmanın haricinde bir isnada muhtaç değildir.

Osmanlı uleması, ilmiye sınıfına mensup zevat bir şey hariç her şeyi biliyordu. Bilmediği şu idi: Bir şeyin doğrusunu, doğru olanın ne olduğunu, hak bilinenin neye taalluk ettiğini Müslüman(lar) / Türk(ler) bilmiyorsa başka hiç kimse bilmiyordur. Doğru, hak söz söylenmişse doğru kişiden, Türk’ten sadır olduğu nispette söylenmiştir. Hakkı dile getirmeğe gücü yetenler sadece haklı olanlar, ahlâk töresine sahip çıkanlar, Türk olanlardır. Ulema diye adlandırılan zümre “medeniyet meşalesi” Avrupalı batılıların eline geçti zannına kapılarak Türklere olan ihanetini pekiştirmiştir. Söz konusu ihanet kardeş katili devletin kanunlarının emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’il-münker’den üstün sayılmasıyla başlatılmıştır.

Türk milleti ulemanın İslâm’dan farkını, İslâm’la ulema arasındaki mesafeyi idrak ederek doğdu. Şiiri var olmanın aslî vasıtası olarak seçti. Cehennemin kapısını hocalarla hacılar açacak diyenler huzuru Türk milletine mensup olmakta arayanlardır. Millî menşeinin şiir olduğuna akıl erdirme olgunluğu dünyada Türk milletine mahsus bir vasıftır. Şuur olmaksızın şiir olmaz. Şuur ise şuuruna varılan o şeyden tecrit edilemez. Ancak va’z edilmiş bir şeyin şuuruna varılabilir. O halde anlaşılmağa değen ne olabilir ki, bir şeyin anlaşılmayışından dert yanalım?

Bu bahse dair çözülen sırrın açıklamasını şöyle yapabilirim: İnsan için anlaşılmağa ve/veya anlaşılmağı değer hiçbir şey yoktur. Evren hakkında ömrümüz boyunca yapacağımız bütün yorumlar bölük pörçük intibalardan, izlenimlerden ibaret kalacaktır. Hepimize, her birimize ömrümüz boyunca sıkıntı veren şey ise anladığımızı sanmalarımızdan, anladığımızı sandıklarımızdan başkası değildir. İşin aslı böyle olduğu halde haddi aştıkları için suçlu durumuna düşmüş olanlar ve gizlice (yani bile bile) günah işleyenler bir şeylerin (karıştıkları, karıştırdıkları işlerin) anlaşılmasından korkar. Aman ha! Osmanlı kültürünün baştan sona bir ihanet kültürü olduğu anlaşılmasın. İşte bu bağlamda bahusus anlaşılmayan, anlaşılmaması için her türlü çabanın sarf edildiği şey şiirle Türklük arasındaki vazgeçilemez beraberlik olagelmiştir. Ekseriyet, Türklerin o kahir ekseriyeti diye bilinen topluluk şiirin Türklüğü, Türklüğün şiiri gerektirdiği şuuruna vardığı takdirde her şeyin altüst olacağı korkusu vardır. Isırıcı saltanat ısırılmaktan korkuyor. Yani reşit halifelerimizin gücü tesirsiz kaldığı zamandan itibaren altlığa mahkûm edilmişlerin üste çıkacağı, üst kabul edilme hilesinin münafıklar eliyle tatbiki sayesinde kendilerine yer tutmuş olanların sahici mevkileri seviyelerine çekilmeleri işten değil.

Türkler şiirde karar kılıncaya kadar bir çok safhadan, bir çok merhaleden geçti. Bu üstünlük basamaklardan biri bilmece, bildirmece basamağıdır. Türkler soruyor, sual ediyor:

Sarıdır safran gibi

Okunur Kur’an gibi

Ya bunu bileceksin

Ya bu gece öleceksin.

Bu gece ölmek istemeyen her Türk buluyor hemen bilmecenin cevabını: Altın; ama hangi altın? Külçe altın değil, ziynet altın değil: Tedavüldeki, piyasadaki, tasarrufa veya faize konu olabilen altın. Tarih boyunca kimileri altının meriyet sahasını Kur’an-ı Kerîm’in meriyet sahasıyla eş tutma hevesine kapılmıştır; halbuki insan hayatında altının yeri, altının tutması beklenen yer en azından safranın altındadır. Şiire giden yolda bilmeceler yontuyor, terbiye ediyor bizi. Ya bunu bileceksin / Ya bu gece öleceksin tehdidi altında kalan herkes altının bir hayat şartı olmadığı şuuruna kolayca varıyor.

Şuur olmadan şiir olmaz. Bilmecelerimiz neyin şuuruyla çıkar yolu fark edebileceğimizi bize öğretiyor. Bilmecelerimiz bize bönlükle yaralanmanın ıstırabını hatırlatıyor:

Yedi delikli tokmak

Bunu bilmeyen ahmak.

Ortaya sadece kafiye hatırına tertip edilmiş bir oyun çıkardıklarını sanırsanız yanılırsınız. Yine bir ahlâk meselesi var karşımızda. İnsanın insan kafasını algılamasının en alta çekilen çizgisi insan kafasının yedi delikli bir tokmak olduğunu fark edenler tarafından çekilebilir. İki göz deliği, iki kulak deliği, iki burun deliği ve bir ağız… Bütün deliklerin vazifelerini yerine getirmeleri halinde Âdemoğlu sürgün edildiği dünyada kendisine dönük bütün salvoları savuşturabilir. Bu işe yarayan tokmaktır insan kafası. En alta çekilen çizginin şuuru bize niçin gerekli? Çünkü çekilen çizginin haricindeki anlayış düşüklüğe mahkûm eder bizi. Yani cennet ümidimizi yok eder. Bu sebeple insanı eşref-i mahlûkat vasfından arındırmak isteyenler kafada yedi değil, bir delik (ağız) olduğunu savunur. Onlar getirdikleri insan tarifinde “üstte bir delik, altta bir delik” ibaresine müracaat eder. Türklük şiirin yükseltici imkânlarından istifade yolunu ahlâk bütünlüğü derdini ıskat edenleri öldürerek buldu.

İsmet Özel – İstiklal Marşı Derneği

Yazının Devamı için tıklayınız:

adminadmin