Tüm Manşetler
Giriş Tarihi : 04-11-2020 07:32   Güncelleme : 04-11-2020 07:36

Yazar Selim Gürselgil’in Beklenen Kitabı Çıktı

Yazar Selim Gürselgil’in Mirzabeyoğlu’nun düşüncesinin önemine dikkat çekmek ve akademik çevrelerin O’nun hakkında sürüp giden duyarsızlığına tepki göstermek düşüncesinden yola çıkarak hazırladığı Eflatun’dan Mirzabeyoğlu’na Diyalektik Düşünce kitabı piyasaya çıktı. Selim Gürsegil yeni kitabı hakkında şunları kaydetti;

Yazar Selim Gürselgil’in Beklenen Kitabı Çıktı

Diyalektik hakkında yapılan çalışmalarda genellikle yeni bir düşünce ortaya konulamamaktadır. Diyalektiğin kavram kökeni incelenmekte, felsefe tarihi boyunca çeşitli filozofların ona verdiği anlamlar irdelenmekte veya bunlardan biri üzerine odaklanarak onun diyalektik anlayışı analiz edilmektedir.

 

Bu konunun yeniliğe açık olmaması, başlıca iki sebebten kaynaklanmaktadır. Birincisi, diyalektik kavramının karışık bir kavram olmasıdır; mantık gibi, belli başlı, herkesçe kabul edilmiş kurallarının olmaması, adetâ ona her filozofun ayrı bir anlam yüklemiş olmasıdır. İkincisi, hemen hemen 19. Yy’dan bu yana, diyalektikle özdeşleşecek veya onunla sıkı bir ilişki içinde ortaya konulacak yeni bir içerik üretilmemesidir.

 

DİYALEKTİK KAVRAMINDA BİR UZLAŞMA VE BİR BİRLİK YOK

Diyalektik, düşünce tarihinde her ne kadar mantık ile paralel bir gelişme seyri göstermişse de, onun gibi belirlenmiş kuralları olan bir bilim haline gelmemiş, çoğu zaman mantığın bir alt dalı, küçük bir bölümü, negatif bir yorumu gibi alınmıştır. Alman İdealizmi ve ardından Marksizm tarafından diyalektiğe, bütün önceki tariflerinden farklı içerikler yüklenmiş ve hattâ diyalektiğe ilişkin kurallar/yasalar belirlenmiş olmasına rağmen, 20. Yy’da bu yaklaşımlara yöneltilen ağır eleştiriler, diyalektiğin bu yeni veçhesini genelleştirmek yerine olduğundan daha tartışmalı ve kuşkulu hale getirmiştir.

 

Bunun sonucu olarak, diyalektik kavramı gerek felsefede, gerek felsefe dışı disiplinlerde, gerekse günlük konuşmalarda çok sık olmasa da yer almaya devam etmektedir. Ancak bu kullanımlar arasında bir uzlaşma, birlik ve anlayış ortaklığı olduğundan söz edilemez.

Günümüzde, Batı ülkelerindeki akademik çevrelerde, genel olarak diyalektik, bu çalışma içinde bazı örneklerinin yer alacağı şekilde, bir tür “akıl oyunu; çeşitli stratejiler geliştirerek muhatabını mantık yoluyla mat etme tekniği” olarak görülmekte, örnek olarak da Platon’un özellikle yaşlılık dönemi diyalogları verilmektedirler. Bunun dışında egzistansiyalist felsefenin, Hegel ve Marx diyalektiklerini karıştırıp kaynaştırarak tasarladığı muğlâk, daha çok “karşıtına dönüşme” diye anlaşılabilecek diyalektik yorumları göze çarpmaktadır.

 

Ülkemizde ise diyalektik, büyük ölçüde Marksist terminolojinin etkisi altında, “metafizik karşıtı düşünce; tarihin ve tabiatın metafiziksiz bir yorumu ve onlardan şablonlar çıkarılması” olarak görülmektedir. İkinci olarak, birtakım karşıtlıkların birbiriyle ilişkisine nazaran, “aralarında diyalektik bir ilişki var” yorumlarına konu olmaktadır. Bunun dışında da her kullananın kendine göre bir anlam yüklediği, politikanın, ekonominin, hukukun, sanatın, aşkın, eğitimin vs diyalektiğinden söz edilmektedir.

 

BÜTÜNLÜK VE ANLAM İHTİYACI”NA KARŞILIK

Bütün bunların diyalektik hakkında yeni bir fikir üretmeye, var olana bir katkıda bulunmaya elverişli olmadığı açıktır. Ne var ki bu durumu bir “şimdi olan” olarak kabul etmek, bir “daima olacak olan” gibi görmemek gereğini de hesaba katmalıdır.

 

Zira diyalektik, Aristoteles’ten Aydınlanma Çağı’na kadar neredeyse 2000 yıl boyunca uyuduğu mağarasından Fichte, Schelling ve Hegel gibi peşpeşe gelen filozoflar sayesinde bir anda yepyeni bir kimlikle yeniden beliriverdi. Bu “mübhem kavram”ın gelecekte de böyle olmamasını gerektirecek hiçbir sebeb yoktur. Zira diyalektik, ortaya çıktığı her dönemde, çağın fikir kargaşası içinde, “bütünlük ve anlam ihtiyacı”na karşılık gelmiştir.

Nitekim bugün bu “bütünlük ve anlam ihtiyacı” Batı felsefesinde değil, İslâmî düşüncede kendini göstermektedir. Salih Mirzabeyoğlu gibi büyük bir mütefekkirin bu kavrama kucak açması ve onu “İbda Diyalektiği” adıyla İslâmî düşüncenin yenilenme çağının adetâ manifestosu haline getirmesi, sözkonusu kavramın günümüzde yeniden ele alınması, incelenmesi ve mânâsının açıklığa kavuşturulmasını gerektirmektedir. Bunun için de bu kavramın tefekkür tarihinde ne zaman ve nerede ortaya çıktığı, çeşitli düşünceler içinde hangi anlamları aldığı, Batı felsefesi içinde hangi güçlüklerle karşılaştığı ve nihayet İslâmî düşüncenin yenilenişi bakımından ne yönden kendini hissettirdiği araştırılmalıdır.

Böyle bir araştırma açıkça gösterecektir ki, bu kavram (diyalektik), İslâmî düşünceye hiç de sanıldığı kadar uzak değildir; hattâ en başından beri onun içindedir.

 

Ben bu araştırmanın uzun yıllardır üzerinde sayılırım. Hayatın tabii –veya gayrıtabii- çalkantıları içinde çeşitli kopukluklar olsa da hemen hemen 30 yıldır diyalektik hakkında konuşur, yazar, seminerler veririm; onun İslâmî düşünce bakımından önemine, kavranmasının gerekliliğine dikkat çekmeye çalışırım. Bu kitabın birinci ana bölümünde, 1994 hazanında Metris’te sözkonusu araştırmanın ilk ciddi emaresi halinde verdiğim seminerlerin metnini göreceksiniz. 

Aradan yıllar geçtikten sonra, çevremin teşvikiyle bir üniversitede yüksek lisans programına kaydolduğumda da tamamen aynı hassasiyetteydim. Orada Mirzabeyoğlu’nun düşüncesinin önemine dikkat çekmek ve akademik çevrelerin O’nun hakkında sürüp giden duyarsızlığına tepki göstermek, bu kadarıyla kalmayıp “Hegel, Marx ve Mirzabeyoğlu’nda Diyalektik Düşünce” konulu bir tez hazırlayarak bu fikri gözlerine sokmak maksadındaydım. Fakat buna izin vermediler. Beni, illâ diyalektik mevzuuna çalışacaksam Platon ve Sokrates üzerinde çalışmam gerektiğine iknâ etmeye çalıştılar. İknâ olmak niyetinde değildim; lakin Platon’da diyalektik düşüncenin ne olduğunu bir miktar irdeleyince, toplamak istediğim yemişin daha olgun bir biçimde önüme düştüğünü farketmem zor olmadı. Ne yazık ki, bu sefer de bu konuyu çalışıp bitirmeme bozuldular, hattâ bana, açıp tek kelimesini okumadan, “tezini başkasına yazdırmış olabilirsin” suçlamasında bulunmaya kalkıştılar.

 

FİKİRLERİMİ YAZMAMALIYMIŞIM, ONLAR BANA YAZDIRMALIYMIŞ

Neymiş? Ben fikirlerimi yazmamalıymışım, onlar bana yazdırmalıymış!

Türkiye’deki üniversitelerin ve akademik hayatın zilletinden uzun uzadıya söz edecek değilim; zaten bunu her genç yeterince biliyor. Burada gayem, bu çalışmanın ikinci ana bölümünün nasıl doğduğunu açıklamak: Üniversitenin “çöp” haline getirdiği tezimi, kitab halinde değerlendirmeye ve gençliğe sunmaya karar verdim.

Bu çalışmayı yaparken de bu kitabın üçüncü ana bölümü oluştu. Twitter hesabımdan yazdıklarımı (ağırlıklı olarak 2019-2020 yılları) bir araya getirince, diyalektik kitabımın –en azından şimdilik- meramını anlatan bir seviyeye ulaşmış ve tamamlanmış olduğunu gördüm. Belki ileride – nasib olursa- “Hegel, Marx ve Mirzabeyoğlu’nda Diyalektik Düşünce” konusuna yeniden dönerim.

Recep YAZGANRecep YAZGAN