Analiz
Giriş Tarihi : 13-05-2020 16:58   Güncelleme : 13-05-2020 16:58

Diriliş Postası Yazarı Özcan Ünlü Koronalı Günlerini Yazdı!

Diriliş Postası Yazarı Özcan Ünlü, Koronavirüs testinin pozitif çıkmasıyla başlayan süreci kaleme almaya başladı..

Diriliş Postası Yazarı Özcan Ünlü Koronalı Günlerini Yazdı!

İşte Özcan Ünlünün dün ve bugünkü yazıları;

Gabriel G. Marquez’in 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan “Kolera Günlerinde Aşk” romanı bugün de dikkat ve ilgiyle okunuyor. Kitaptan uyarlanan film de dikkat çekici… Kitabın içeriğine girmeyeceğim. Koronavirüsü salgını ilk ortaya çıktığı günden itibaren bu kitabın isminden milyonlarca aforizma üretildi, şarkı yazıldı, efsane türetildi. Ve insanlığın bugüne kadar yaşadığı büyük salgınlar hatırlandı.

 

Kuantum ötesi çağa geçmiş dünyanın…

 

Laboratuvarda üretilmiş veya doğal yollarla yayılmış tanımlanamayan bir virüs yüzünden bu kadar perişan olacağını…

 

Kibirli dünyanın bir virüse yenilebileceğini…

 

Bir virüsün bütün tıp literatürünü ve sağlık yatırımlarını madara edeceğini hiç kimse düşünemezdi.

 

Virüs ortaya çıktığı günlerde kendini kainatın sahibi gören liderciklerin açıklamalarını hatırlayalım.

 

Ortalama bir hayat standardı tutturmuştu bu liderler. Yetmediği yerde, ihtiyaçlarını nereden karşılayabileceklerse orayı istila edip kaynakları kendilerine akıtıyorlardı. Çünkü onlara ‘dur’ yoktu.

 

Hitler, sadece Alman vatandaşları için…

 

İçinde tiyatrosu da bulunan dev gemiler inşa ettirmişti.

 

Koronavirüsü (Kovid 19) illeti ilk ortaya çıktığında…

 

Ben de herkes gibi baktım meseleye.

 

Ama sadece devlet aklı işi çok ciddiye aldı. Mesela hastanede, pastanede, pazarda, otobüste bir virüs nasıl bulaşsındı insanlara? Bulaşsa da elimizi yıkar, yok ederdik…

 

Hiç de öyle değilmiş. Virüs beni tuş edinceye kadar anlamadım bunu.

 

3 Nisan geceyarısı başlayan ateş ve aniden bastıran öksürük sabaha perişan uyandırdı. Dilimde tat kalmamıştı. Koku alamıyordum. Hatta tam tur nefes bile… Şiddetli grip belirtisi olabilirdi. Ama hızla başlayan ağrılar işin ciddiyetini anlamaya yetti.

 

Apar topar hastaneye koştum. Akciğer filmi, kan tahlili… Daha sürüntü testi yapılmadan, “geçmiş olsun, oksijenin çok düşük, ciğerinde lezyonlar var, koronalısın” teşhisi konuldu.

 

Bir anda zemin ayağının altından kayıyor insanın böyle durumlarda… Çünkü televizyon ekranlarında, gazete sütunlarında, uluslararası haber sitelerinde illetin nasıl seyrettiğine, insanları nasıl ölüme götürdüğüne dair görüntüler, filmler sıklıkla yayınlanmaya başlamıştı. Akciğeri bittiğinde nefes alamıyordu hasta. Boğularak ölüyordu, çırpına çırpına. Sokakta mutant gibi yürüyordu. Olduğu yere yığılıp kalıyordu.

 

Hastanenin triyaj kuyruğunda bekleyen onlarca hasta…

 

Acil polikliğinde yatan ve temiz bir nefes için doktorlara yalvaran insanlar…

 

Entübe, pandemi, maske, solunum cihazı, sıtma ilacı kavramlarının geçtiği binlerce cümle…

 

Her biri astronot kıyafeti girmiş sağlık çalışanlarının oradan oraya koşuşturmaları.

 

Ambulans sirenleri…

 

Morg önü şaşkınlıkları…

 

Bir anda bütün gerçekliğiyle yanıbaşıma dikildi koronavirüsü…

 

Başkasının ölümüne pek ağlayamaz insan. Trajedi kendi hanesinde değilse ancak empati kurabilir. Başkalarının hastalığına üzülebiliriz sadece. Eğer bulaşıcı ise biraz uzak dururuz ve yırtarız.

 

Ama bu sefer öyle değil…

 

“Sen koronalı bir hastasın. Ciğerlerinde ufak tefek sorunlar var. Oksijenin düşük. Test sonucun çıkıncaya kadar pozitif sayıyoruz. Devletin sana verdiği ilaçları al eve gidip kendini izole et. Kimseyle temas kurma. Kendini bir hücrede gibi düşün. Karantinadasın. Test sonucuna göre de artık ne gerekiyorsa yapılacak…”

 

Markette dokunduğun bir makarma paketinden…

 

Uzatılan bir banknottan…

 

Bir karış mesafeden öksüren birinden…

 

Tokalaştığın, sarıldığın bir arkadaşından…

 

Eşinden…

 

Virüsü kapmış ama belirtisi olmayan herhangi birinden…

 

Her türlü bulaşabilir. Böyle becerikli, böyle arsız!

 

Eklem yerlerinin çıtır çıtır kırıldığını hissedecek kadar seni ele geçiriyor.

 

Nefes alamıyorsun. Her nefes aldığında göğsüne bıçak saplanıyor. Nefes verdiğinde ise bıçağın ucu sırtından çıkıyor.

 

“Şöyle bir vaktim olsa, gün boyu yataktan çıkmasam” dediğin zamanlar oluyor mutlaka… Ama döşeğin her bir yanına civiler yerleştirilmiş gibi hissediyorsun. Ne yana dönsen batıyor gövdene. Suyunu içemiyorsun. Kitabın sayfasını çeviremiyorsun. Çocuklarına sarılamıyorsun. Cüzamlı muamelesi görüyorsun çünkü hasta olan sensin ama çevrendeki herkes birer hasta adayı. Onlara bu kötülüğü yapamazsın. Kapının önüne gelen tepsiyi alıp yemeğini yiyeceksin. Tepsiyi yine ayvnı yere bırakacaksın. Kapını kapatacaksın ve ağrılarına, acılarına geri döneceksin.

 

İşin, evde izolasyon süreci böyle…

 

Koronavirüslü günler bize bir şeyi yeniden hatırlattı: Toplum ne kadar kendi kodlarına dönmeye çalışırsa çalışsın…

 

Bu konuda ne tür bir irade ortaya konulursa konulsun…

 

Hatta –teşbih için söylüyorum- hangi mucizevi başarılara imza atılırsa atılsın…

 

Bizim Heideggerci ablalarımız ve abilerimiz şu ‘bırakılmışlık’ sendromundan kurtulamıyor.

 

Nedir bu sendrom?

 

“Allah olmadığı –haşa- için insan bir başına bırakılmıştır!”

 

Bu metaforla Üstad’ın “Allah’sız Dünya” metaforu arasında zerrece benzerlik yoktur, belirteyim…

 

Sağcılık ve solculuk meselesini koronavirüs tartışmalarının göbeğine getirip bırakanların sadece sosyolojik ve ideolojik bir tartışmanın fitilini ateşlemeye çalıştıklarını söylemek safdillik olmalı.

 

1880’lerin Fransa’sında bir ‘laik ahlak’ tartışması yaşanmıştı. Onlara göre toplumsal düzenin korunması için ahlak tamam da… “Tanrı, pahalı ve yararsız bir fikirdir, ondan kurtulmak lazım.”

 

Hasta yatağımda yatarken bütün bunları neden birbirine karıştırdım anlatayım…

 

Hastane koridorlarında sedyeler birbiri ardınca koşturulurken yan odada yatan koronalı bir hastamız şöyle inliyordu:

 

“Elhamdülillah… Gelen Allah’tan…”

 

Göğsünün inip kalkmasına baktığınızda içinde bir körüğün sürekli hava üflediğini düşünürdünüz ama o tam bir tevekkülle gelenin Allah’tan olduğuna iman etmiş, sebebe sarılmış, sağlıklı nefes alacağı günler için dua ediyordu.

 

Neredeyse bütün yatakları Kovid 19 hastasıyla dolu hastanedeki olağanüstü hal, dışarıdan koca binayı izleyenler için bir anlam ifade etmez. Ağrıları, nefes darlığı, öksürük nöbetleri, ağız tatsızlığı, ishal ve daha birçok bela ile uğraşan birini anlamak için çok öteye gitmeye de gerek yok. İçeriden çekilip sızdırılmış görüntülere baktığınızda durumun vehametini zaten görüyorsunuz.

 

Nefes almanın nasıl bir nimet olduğunu, bir yudum suyu ağız tadıyla içmenin, sevdiklerinize el sallamanın, eşinize, çocuğunuza doyasıya sarılmanın tadını işte böyle çaresizce kaderinizi beklerken daha iyi anlıyorsunuz.

 

Bir sonraki testim pozitif mi negatif mi çıkacak diye her saat başı e-nabız uygulamasına girip durumunuza bakmanız…

 

Bir saat sonra nasıl bir nöbetle sarsılacağınız…

 

Ve sevdiklerinizi bir daha hiç göremeyeceğiniz ihtimali…

 

Eleştirileri görüyorum: Devlet karantina şartlarını esnetmeli. İnsanlar özgür olmalı…

 

Bunu en çok dillendirenler alternatif hayat şartlarını oluşturmuş olanlar… Yani kaçacak yeri olan tuzu kurular…

 

Bir de laik ahlakçı Heideggerci güruh…

 

Hastane koridorlarında kendi sağlığını, ailesini, hayallerini, geleceğini soyunma odasındaki dolabına asmış sağlık personelinin çoğu kutsal bir vazife üstlendiklerinin farkında. Batıda olduğu gibi “yaşlılar zaten ölecek, biz gençlere bakalım” yahut “elimizden gelen budur, benim de ailem, sevdiklerim var” demiyor.

 

Ponge’un “İnsan, insanın geleceğidir” sözünü felsefe olarak algılamış gibi koşturuyorlar.

 

Bu süreçte şuna şahit oldum: Çok hastaneye giden biriyim. Kolesterol, şeker, tiroid, tansiyon, böbrek, beyin damarlarında pıhtı gibi kronik rahatsızlıklarım olduğu için. Hastaneye gitme fikri bende hep bir işkencedir. Çünkü bazen adam yerine konulmazsınız. İtilip kakılırsınız. Bazen fırça bile yersiniz. Oto tamircisi gibi davranır bazı doktorlar. Teknik bir şey olarak bakar sana ve hastalığına.

 

Ama bu sefer öyle değil…

 

Pandemi hastanelerinin tamamında öyle bir insanlık destanı yazılıyor ki…

 

Korkudan filan değil bu…

 

Bir insana gelecek verme kaygısı ve heyecanı…

 

Devlet üçgeninin en tepesinden aşağıya doğru muazzam bir özveri, fedakârlık ve istekle gecesini gündüzüne katıyor herkes. Bize düşen ise yönergelere uymak, ortak aklın belirlediği kurallara göre yaşamak.

 

Hastanede şu tür hikâyeleri çok dinledim: Hiç dışarı çıkmadım, kimse ile temas etmedim ama virüsü kaptım. Nasıl kaptım ben de bilmiyorum.

 

Şaşırtıcı değil mi?

 

Evine gelen bir postadan, marketten gelen bir poşetten virüsü kaptığını kabul etmek istemiyor insan.

 

Kendi ülkesine kör…

 

Taptığı Batı’ya tutkuyla bağlı olanları izliyorum.

 

“Türkiye’de doğmak benim istediğim bir şey değildi” diyerek yaşadığı İtalya’ya serenat yapan…

 

Koronavirüs İtalya’yı esir aldığı günlerde doğduğu ülkeye koşarak gelenlerin anlayamayacağı bir şey söylüyorum…

 

İki türlü ahlak arasında bocalayan…

 

Daha doğrusu ahlak ve ahlaksızlık arasında bocalayan herkesi ‘değer’ ve ‘duygu’ kavramlarını yeniden düşünmeye davet ediyorum sadece…

 

Nasipse, gelecek yazımızda devam edelim…

Recep YAZGANRecep YAZGAN