Kültür
Giriş Tarihi : 09-08-2017 15:31   Güncelleme : 09-08-2017 15:37

Ahmed Kalkan:Nasıl takvâ sahibi olunmaz?

​Araştırmacı / Yazar Ahmed Kalkan, Vuslat Dergisi’nde “Nasıl Takvâ Sahibi Olunmaz?” başlıklı düşündürücü bir yazı kaleme aldı. Kalkan: Günümüz insanı, “Nasıl takvâlı olunmaz” sorusuna şöyle cevap veriyor: Kur’an’la irtibatı yok denilecek kadar olduğu halde; elinden cep telefonu düşmüyor. Kitap okumaya vakit bulamıyor, ama her gün televizyon karşısında saatler geçiriliyor. İlme ve tebliğe vakit ayıramıyor, ama facebookta önüne gelene laf yetiştiriyor diye yazdı. İşte o makale:

Ahmed Kalkan:Nasıl takvâ sahibi olunmaz?

Takvâ, Hayatın Bütün Alanını Kuşatır

Hayat, iman ve sâlih ameldir. Hayat, Allah ve Rasûlü’nün çağırdığı şeydir; yani Allah’ın ve Rasûlünün davet ettiklerine icâbet.[1] Takvâ da, iman ve sâlih amelin ete kemiğe bürünmesi… Demek ki, takvâ, hayatın bütünü ile ilgilidir. Hayatımızın bütününü güzelleştirmeden takvâ sahibi olamayız. Peygamberlerin Temel dâveti takvâyadır. Bütün peygamberler, kavimlerini İslâm’a davetlerinde, temel mesaj olarak onlara takvâyı emretmişlerdir.[2] Çünkü takvâ olmadan Allah’ın hayatta gerçekleşmesini istediği hususlar bütün olarak gerçekleşmeyecek ve Allah da muttaki olmayanlara dinlerini tam yaşamadıkları için yardım etmeyecektir.

Yaratılış gayemiz Allah’a kulluk olduğuna ve kulluğun, ibâdetin bize ulaştıracağı yerin de takvâ olduğuna göre, her alandaki kulluğumuzu güzel ölçüler içinde yerine getirmeden takvâ da gerçekleşmez. Takvâ, bütün mü’minlerin emrolundukları özellik olduğundan,[3] olmazsa da olabilecek bir güzellik olmaktan öte, olmazsa olmaz öneminden dolayı, hayatın bütünü açısından önemlidir. Hayatı güzelleştirecek takvâ, hayatın güzellikleriyle tamamlanacaktır. Hayat ve iman bütün olduğu gibi, takvâ da bütündür. Şirkle, haramlarla takvâ nasıl bir arada bulunamaz ise, dili yalanla, gözü haramla meşgul olanın da kalbi takvâlı olamaz. Kişi bütünüyle ya muttakîdir veya değildir. Bir kimse nafile ibadetlere düşkünlük yönüyle takvâlı, ilmi terk etmesiyle takvâsız değildir; bu kimse bütünüyle takvâdan uzaktır.

Tesbih Çekmekle, Nâfile İbâdetle Takvâ Gerçekleşmez

Takvâ, insanın hem inanç yönünü, hem kulluk görevlerini ve ibadetlerini, sâlih amellerini, ahlâkını, söz, fiil ve davranışlarını ifade eder. Yani, hayatın bütün alanlarını kuşatır. Bu husus, bizi şu yargıya götürür: Bir kimsenin takvâlı olabilmesi için hayatın bütün alanlarında Allah’ı razı edecek inanç içinde ve güzel eylemler peşinde olması şarttır. Yani, çok tesbih çekmekle, gece teheccüd kılmakla, nâfile ibadetleri terk etmemekle; salt bunları ve bunlara benzer şeyleri yapmakla takvâlı olunmaz. Kur’an’da muttakilerin neler yaptığını, yapması gerektiğini gördüğümüzde, söylemek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. Kur’an’da muttakiler; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman eden,[4] gayba iman eden,[5] namazlarını kılan,[6] zekâtlarını veren,[7] Allah yolunda infak eden,[8] Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad eden,[9] Allah için iyilik yapan,[10]  geceleri az uyuyup seher vaktinde dua/ibadet ederek Allah’tan af ve mağfiret dileyen,[11] öfkelendikleri zaman öfkelerine sahip olup affedici davranan,[12] söz verdikleri zaman ahitlerini yerine getiren[13], sabır ehli olan,[14] günah işlediklerinde hemen tevbe eden, günahlarında/hatalarında bile bile ısrar etmeyen,[15] dosdoğru ve sâdık olan,[16] Rablerinden korkan ve saygıyla boyun büken,[17] hidayet/kurtuluş üzere olan,[18] âdil olan,[19] dünyada ve ahirette birbirlerinin dostu olan,[20] bütün işlerinin sâlih amel olması için gayret eden ve sâlih ameller işleyen,[21] kalb-i selim sahibi[22] kimselerdir.

Takvâ, İmanın Gereğidir. Gönülde İman/Tevhid Yoksa, Takvâ da Yoktur

Kur’an’da, “Eğer mü’min iseniz Allah’a karşı takvâ sahibi olun”[23] buyurularak takvâ ile iman arasındaki ilişkiye işaret edilmiştir. Takvâ sahibi olmak, imanın gereğidir. Bütün peygamberler ümmetlerinden takvâ sahibi olmalarını istemiştir. Kur’an, takvâ sahibi olan herkes için bir hidayet kitabıdır.[24] Akıl ve vicdan da takvâ sahibi olmayı gerektirir.[25] Orta yaşlı bir gruba ders veriyorum. Konu, tasavvuf düşüncesindeki şirklerden açıldı. Ben de bu tür şirklerden bazı örnekler verdim. Katılımcılardan biri söz isteyerek şöyle dedi: “Hocam, doğru söylüyorsunuz, gerçekten bu anlattığınız şirkler onlarda var; fakat çok takvâlı kimseler.” Bu kimsenin takvânın ne olduğunu hiç bilmediği nasıl ortaya çıkıyor. Takvânın en alt tabakası, şirkten uzaklaşmaktır. Şirk bulunan kalpte hiç takvâ olur mu? Veya takvâ bulunan kalpte hiç şirk bulunur mu? İnancına az da olsa şirk karıştıran, Allah’ın Kur’an’da bahsettiği iman esaslarını yeterli görmeyerek geleneksel veya modern hurafelerden birini de ilave inanç esası olarak benimseyen bir kimsenin takvâ sahibi olma ihtimali olmadığı gibi, Kur’an’da belirtilen iman esaslarından bir tekinde bile şüpheye düşen, tam bir gönül mutmainliği ile tüm esaslara iman etmeyen kişi de takvâ sahibi değildir.  

Takvâ, Dışta Değil; İçtedir, İçin Dışa Yansımasındadır

Nefse/kalbe takvâyı Allah ilham eder.[26] Hz. Peygamber “Allahım, nefsime/kalbime takvâsını ver!” diye dua etmiştir.[27] Kalpteki takvâdan maksat iman, yakîn, samimiyet ve Allah’a duyulan saygıdır. O yüzden; takvâ, sakalın uzunluğunda, paçanın kısalığında, sarıkta ve cübbede değil; kalptedir. Onları, bırakın takvâsız kimse, imansız kişi bile üstüne geçirebilir.

“Allah sizin sûretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. -Eliyle göğsünü işaret ederek- Takvâ buradadır…”[28] “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[29] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans; Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.[30] Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil.[31]

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, takvâ sahibi olun…”[32] Takvâ sahibi olmak için, öncelikle gerçek iman sahibi olun. Sadece sözde değil, özde de imana ulaşın. “Ey iman edenler iman edin…”[33] İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun, hakkıyla takvâ sahibi olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”[34] Müslüman olarak ölmek istiyorsak, takvâ sahibi olmak ve bütün hayatımız boyunca muttakî olarak yaşamaya ve bu vasfımızı yitirmemeye gayret etmek zorundayız. 

Nasıl Takvâlı Olunmaz?

İslâm, kolaylık ve fıtrat dinidir. İnsan fıtratının sesini dinlediğinde Allah’a kulluk yapmanın gerekli olduğunu anlayacak ve eğer fıtratı bozulmamış ise, o kulluğun tadına da varacaktır. Fıtratı ile vahyi buluşturduğunda ise, Allah’a kulluğun nasıl olması gerektiğini öğrenecek ve uygulama için Allah’a teslimiyet gösterecektir. İslâm dışı düzenler ve câhiliye toplumu, fıtratı bozuyor ve Allah’la vahiyle bağları koparıyor. Fıtrata müdahale sayılan cahiliye yaşayışı, insanı insanlıktan çıkarıyor ve takvânın tam tersine yönlendiriyor. Fıtrat ve vahiyden uzak insan kaliteli bir şahıs olamaz, takvâ yoluna yönelemez.

Geleneksel ve modern putları, tâğutları, tâğutî düzenleri, tâğûtî kurumları, kanunları, âdetleri reddetmeden, çağdaş ideolojilerden bağlarımızı tümüyle koparmadan takvâ sahibi olmak mümkün değildir. Geleneksel ve modern hurafeleri terk etmeden, bizi Allah’tan uzaklaştıracak felsefî akımlardan berî olmadan takvâlı olunmaz. İsrail, Amerika ve Avrupa’da yaşayanlar başta olmak üzere yahudi ve hıristiyanları, ateist ve ataistleri, kapitalist ve komünistleri, Kemalist ve laikleri dost kabul ederek muttakî olunamaz. Siyasi alanda olsun, ibâdetle ilgili alanda olsun yarı tanrılar, Allah’a ait özelliklere sahip olduğu kabul edilen varlıkları tümüyle inkâr etmeden, hâkimiyeti sadece Allah’a vermeden, Kur’an ve sahih sünnette yer almayan ibadet biçimlerinden, yani bid’atlerden arınmadan takvâya ulaşmak, muttakî olmak mümkün değildir. Bunları terk etmediği müddetçe geceleri tümüyle kaim, gündüzleri tümüyle sâim olsa da, beline kadar sakalı, kefenine benzeyen sarığı olsa da sadece miş gibi yapmış, takvâlı imiş gibi görüntü vermiş olur.  

Bazıları “kalbimiz temiz, gönlümüz takvâ ile dolu” diyerek kendilerini aldatmaktadır. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getiriyorlar. İslâm adına rasyonalizmi, İslâm adına veya İslâm’ı savunur gibi demokrasiyi, Kemalizmi, laikliği, sağcılık veya solculuğu, muhafazakârlığı, liberalliği, İslâm dışı devleti, devletin gayri İslâmî kutsallarını yüceltmeyi terk etmeden, sadece Allah’ı tek büyük, en büyük kabul etmeden muttakî olmak mümkün değildir. Irkçılığı terk etmeden, haksız tekfircilik gibi kul hakkının en büyüğünü çiğnemeyi bırakmadan muttakî olunamaz. Dini devletle, ulusalcılıkla, şahsî kanaatlerle, lider ve cemaatiyle, örgütüyle, moda ideolojilerle sentez yapmak… bütün bunlar, varsa takvâyı kemiren, yoksa onun yolunu tıkayan sapmalardır.

Küfür ve Şirkten Arınmadan Takvâlı Olunmaz

Kalp; küfürden, şikaktan, münafıklık hallerinden, kirlerinden arınmadıkça sağlığını (selim vasfını) kazanamaz. Rasûlullah şöyle buyurur: “Kul, bir hata işlediğinde kalbinde bir siyah nokta (mikrop) oluşur. Şâyet o kimse, nefsini o günahtan çekip çıkartır, tevbe eder ve Allah'tan mağfiret dilerse kalbi cilalanıp temizlenir. Şâyet tekrar o hataya (günaha) dönerse, o leke büyür; öyle ki, tüm kalbini istila eder. İşte bu “rân”dır. Allah, bununla neyin kasdolduğunu Mutaffifin sûresinde zikretmiştir. “Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn / Hayır (onların sandıkları gibi değil), onların kazandıkları günahlar, kalplerini paslandırıp karartmıştır.” âyetinde buyurduğu “rân”dır.”[35] 

Haramlar Terk Edilmeden Takvâya Erişilemez

Kalbe, takvâ da fücur da ilhâm edilmiş; gönül her iki özelliğe de potansiyel olarak sahip kılınmıştır.

Nefis, rahatlığa alışkındır, tembelliği sever. Şehvete, lezzete ve dünyevi şeylerden istifâdeye düşkündür. Bütün bunlar, zahmet ve çile isteyen takvâ gereçleri ile çelişirler. “Cennet hoşa gitmeyen şeylerle sarılmış, cehennem de şehvetlerle kuşatılmıştır.”[36] Bu hususta takvâya meyil için, hevânın isteklerini bastırmak için gayret gerekir. İnsanın, hevâ ve heveslerini yenmesi için sıkıntılarla karşılaşsa da sabır ve sebat göstermesi lazımdır. “Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini de hevâdan (kötü istek ve tutkulardan) sakındırırsa, artık hiç şüphesiz cennet onun için bir barınma yeridir.”[37]; “Sizden herhangi biriniz hevâsını benim getirdiğime tâbi kılmadıkça iman etmiş sayılmaz.”[38] Nefsin sürekli olarak kullukla ilgili görevlerle, hayırla uğraşması gerekir. Çünkü nefsi kirlerden, paslardan temizleyecek olan şey bunlardır. Şâyet nefis, hayırla meşgul olmazsa, bu takdirde insanı şer ve kötülükler meşgul eder. Hayât, boşluk kabul etmez. Çünkü kişi devamlı ibâdet halindedir: Ya Allah'a, ya da Allah'ın dışındakilere. Takvâya ulaşmak için, başta haramları terketmek ve farzları îfâ etmek gerekir. Namaz, zekât, cihad, emr-i bi’l ma’ruf, faize bulaşmamak...

İnançta ve Amelde İhlâsı, Samimiyeti Olmayanın Takvâsı da Olmaz

İhlâs, şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faâliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder. İhlâs; bir kalp hareketi ve rûhî bir davranıştır. İhlâs, kalp temizliğinin ve sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah’ın rızâsını arayan bir niyettir. Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah’a kulluk etmesi ve bu kulluğunda O’ndan başkasına yer vermemesi, başkasını düşünmemesidir. İhlâsta Hakk’ın rızâsı talep edilir, yapılan işlerde riyâ, gösteriş, menfaat ve şöhret gâyesi güdülmez.

Takvânın mahalli gönül olduğu gibi, ihlâsın mekânı da gönüldür. Gönlü sâlim kılmak, güzelleştirmek için takvâ, takvâ için de ihlâs gerekir. İhlâsı olmayan kimsenin takvâsı olmaz. İslâm’ın özelliklerinden biri de kalbe hitap etmesidir. İslâm büyüklerinin bir kısmı kalbi insanın merkezi olarak kabul etmişlerdir. İhlâs da zâten gönül işidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat! Vücutta küçük bir et parçası vardır ki, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, işte bu, kalptir (gönüldür).” [39]

İhlâs, dini Allah’a has kılmak, gerek itikadî, gerekse amelî bulanıklardan kurtulup arı duru bir kul olmaktır. Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs odur. Rûhu olmayan bir beden, cansız bir maddeden ibârettir. "De ki: 'Bana, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet etmem emredildi."[40]

İmanda ve Amelde İhlâs: İhlâs, sevgiyi ve samimiyeti açıkça göstermeyi ifâde eder. Allah’a ihlâs ile bağlanmak, dinde ihlâslı olmak anlamına gelir. Samimi olarak Allah’ı birleyen tevhid eri müslüman, ihlâslı kimsedir. İhlâs, itaat bağlamında ele alanırsa riyâdan uzak olma anlamını içerir. Kalpte doğup gelişen “iman” olgusunda mevcut bulunan niteliklerden birisi ihlâstır. İmanın târifini, onun özelliklerinden hareketle tanımlamaya kalkışan kimse, imanın unsurlarından birinin samimiyet ve içtenlikle bağlanma olduğunu, riyâ ve ikiyüzlülük gibi samimiyete gölge düşüren unsurları bünyesinde barındırmadığını ifade edecektir.

Kur’an, inanç konusunda samimiyetsizlik, ikiyüzlülük, riyâkârlık yapmaları dolayısıyla münâfıkları yerer ve onların bu psikolojik durumlarını hastalık olarak nitelendirir.

Farzları İhmal Edip Nâfileleri Çokça Yaparak Takvâlı Olunmaz

“Kişi, nâfilelerle Allah’a yaklaşır, nâfileler sayesinde takvâya ulaşılır” şeklindeki rivayetler veya tasavvufun nâfilelerdeki ısrarı ile düşülen ciddi bir yanlış vardır. O da; bazı insanlar, nâfileyi farzların önüne geçiriyor, farz derecesinde önem verdikleri nâfileleri yapacağım diye nice farzları ihmal ediyorlar. Bu, şeytanın sağdan yaklaşarak, mühimmi ehemme tercih ettirmesiyle ilgili bir tuzaktır. Bu tuzağa düşmemek için edille-i şer'iyye sıralamasını karıştırmadan; imandan sonra öncelikle yapılması gerekenin haramları terk ve farzları edâ olduğunu unutmamak gerekir. Farz olan ilim öğrenmeyi terk eden, farz olan emr-i bi’l ma’rufu hemen hiç yerine getirmeyen, ehlini ateşten korumak için gayret etmeyen, cihadı terk eden nice insan, namazların sonlarında tesbih çekmeyi hiç ihmal etmemekle takvâ sahibi olacağını sanıyor. Bunlardan da önemlisi, şirkten ve günahlardan sakınmayan nice insan, nâfileleri ihmal ederim diye ödü kopuyor. Ramazan’da sabah namazına kalkma mecburiyeti duymuyor, ama teravihi asla kaçırmıyor. Fâizi terk etmiyor, sigarayı bırakmıyor; ama uydurma hatmelerle takvâ sahibi olacağını sanıyor. Milli Piyango denilen kumar kâğıtlarını seçerken abdestli olmayı gerekli görüyor ve kesinlikle sağ elini kullanıyor. Erkek olduğu halde başı açık gezmeyi büyük vebal sayıyor, ama yalan söylemeyi, adam aldatmayı hiç terk etmiyor. Sol eliyle yemiyor, ama insanların haklarını yiyor. Bu basit şeyleri dinin özü gibi görmeyi, özü de önemsiz kabul etmeyi, takvânın önünde engel gibi görmüyor.

Esas olan şirkten sakınmak, sonra büyük günahları ve diğer haramları terk etmektir. Namaz başta olmak üzere farzları ihmal etmemektir. Esas olan bunlardır. Bununla birlikte, yaptıklarımızla yetinmeyip, iki günümüzü eşit geçirmeyen bir çaba ile takvânın zirvelerine tırmanmak için, sünnet ve nafilelerden yapabildiklerimizin sayısını da arttırmaya çalışmak; sırat-ı müstakim budur. Emr-i bi’l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker, bildiğimiz hakkı yaşayıp, bilmediklerimizi öğrenmeye çalışmak, namazı huşû ile ve imkân nispetinde cemaatle ikame etmek, sabır, zikir, istiğfar ve tefekkür, takvânın sağlamlaşması için önemli hususlardır.

Allah’ın Yardımına Muhatap Ol(a)mayan Kimse Muttaki Değildir

“Çünkü Allah, ittika edenlerle (azâbından korunanlarla) ve iyilik edenlerle beraberdir.“[41] Allah; desteği, yardım ve hidâyetiyle muttakilerle beraber olur. Bu, Allah'ın tüm kullarını görüp gözetmesi ve onlarla beraber olması anlamından daha farklı, muttakilerle özel bir beraberliktir.

Furkan Sahibi Olamayan, Hak ile Bâtılı, Doğru ile Yanlışı, İyi ile Kötüyü Ayırt Etme Özelliğinden Mahrum Olan Kişi, Takvâ Sahibi Olamamış Kişidir

“Ey iman edenler, Allah'tan ittika ederseniz (korkarsanız), O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.”[42] Âyette geçen “iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış“ olarak tercüme edilen “Furkan” kelimesi, “takvâ” gibi mutlak ve kapsamlı bir kelimedir. Takvâ'yı meyve veren ağaca benzetirsek, furkan da onun meyvesidir, diyebiliriz. “Furkan” lügatta, iki veya daha çok şeyin arasını açmaktır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Dini, şeriatı ve yaratıkların nizamı konusundaki sünneti (kanunu) gereğince, korkulması gereken her şeyde Allah'tan korkarsanız, bu takvâ sebebiyle size hak ile bâtılı ayıracak ilmî bir meleke (bilgi ve yetenek), hidâyet ve kalplerinizde nur verir; Bu sayede insan, hakkı bulur ve yolunu şaşırmaz. Bâtıl da onu aldatamaz. Allah, takvâ sahibi mü'minleri aziz; kâfirleri zelil etmek sûretiyle de hak ehli ile bâtıl taraftarları arasını ayıracak bir yardım, şüphelerden arındıracak bir çıkış yolu, dünyevî sıkıntılardan ve uhrevî azaptan kurtuluş nasib eder.”

İşleri Kolaylaşmayan, Zorluklarla Uğraşıp Duran Kimse de Takvâ Sahibi Değildir

Problemlerine çözüm, sıkıntılı işlerine çıkış yolu elde edemeyen, ummadığı yerden rızıklanamayan kimse takvâdan uzak kimsedir: “Kim takva sahibi olursa, her sıkıntılı işine bir çıkış yolu verir, hiç hesap etmediği yerden rızıklandırılır.”[43] Ebû Zer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Ben bir âyet biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar, hepsine kâfi gelirdi.” Ashab, “Ey Allah'ın Rasûlü, bu hangi âyettir?“ diye sordular. Peygamberimiz: “Ve men yettekıllâhe yec'al lehû mahracen (Ve kim Allah'tan korkarsa -takvâ sahibi olursa- Allah o kimseye bir çıkış yolu ihsan eder.)” [44] âyetini okudu. [45]

Allah’ın Dışında Başkalarından Korkan ve Üzüntüden Uzak Olmayan Kimse, Takvâ Sahibi Değildir

Takvâ üzere olan korkmaz ve üzülmez.[46]  Günahlarımızı giderek azaltıp terk edemiyorsak, amellerimiz ıslah edilip düzeltilmiyorsa, yine takvâ sahibi değiliz demektir. Çünkü, amelin ıslah edilip düzeltilmesi de yine takvâ sahiplerine verilen dünyevî bir avanstır: “Ey iman edenler, Allah'tan ittika edin (korkup sakının) ve doğru söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah amellerinizi ıslah eder, işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar.”[47]

Kâfirlere Karşı Yardım Edilmiyorsak, Takvâ Sahibi Değiliz Demektir

Çünkü Allah, kâfirlere karşı savaşta takvâ sahiplerine yardım eder.[48] Yani düşmanla karşı karşıya kalma konusunda sabır gösterir, her hususta günahtan sakınırsanız, âyette ifâde edildiği şekliyle, Allah, sizi destekler.

Geçim Sıkıntısının Olması da, Yine Takvâ Yokluğundandır

“O ülkelerin halkı iman edip ittika etselerdi (günahtan sakınsalardı), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (bolluk) kapıları açardık; fakat yalanladılar, Biz de yaptıkları yüzünden onları yakalayıverdik.”[49] Yani, kent halkı Allah'a iman edip O'nun haram kılarak yasakladıklarından kaçınırsa, yağmur ve bitki vererek yerden ve gökten bereket kapılarını açarız. Fakat peygamberlerini yalanlayınca, küfür ve masiyetlerinin bir cezası olarak, Allah onları kuraklık ve kıtlıkla yakalayıp cezalandırdı. “Eğer ehl-i kitap iman edip takvâ sahibi olsalardı (kötülüklerden sakınsalardı), elbette onların kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni (Kur'an'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından (sayısız nimetleri) yerlerdi (yeraltı ve yerüstü zenginliklerden istifâde ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan (mu'tedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!“[50] Dini uygulamak, takvâ sahibi olmak; medenî ve iktisadî bakımdan toplumları geri bırakmak şöyle dursun, refah ve mutluluğun zirvesine çıkarır. Dini bırakıp menfaat felsefesine göre hareket edenler, zayıfları, başka ulusları sömürme yoluna gittikleri için gerilik, sefalet, savaş ve kargaşalara sebep olmaktadırlar. Allah'ın hâkimiyetine boyun eğildiği takdirde yeryüzünde hiçbir kimse zerrece zulme uğramayacak, herkes hakkını alacak, zenginlik, bolluk ve refahı meşru yollarda arayacak ve işte o zaman gökten nimetler yağacak, bolluk ve bereket olacak, yerden de zenginlikler fışkıracaktır.

Dünyada, Güzel Davranmanın Karşılığı Olarak Allah’tan Bazı Ödüller Almayan Kimse de Muttaki Sayılmaz

Hem dünyada güzel davranmanın karşılığı olan ödülü alan, hem de âhirette büyük ödüllere sahip olacak olanlar takvâ sahipleridir. [51]

“...Güzel davrananların ecrini, mükâfatını zâyi etmeyiz. İman edip de ittika edenler (kötülüklerden sakınanlar) için elbette âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.” [52] Yani, Allah imanla takvâyı birleştiren muhsin (güzel davranan) kullarının ecrini verir. Onlara dünyada ve âhirette ödüller verir. Âhiret ecri onlar için daha hayırlıdır; çünkü devamlıdır. Dünya ecri/ödülü ise geçicidir. Mü'min, yaptığı güzel işlerin dünya ve âhirette sevabına nâil olurken; kâfire dünyevî karşılığı önceden verilir, âhirette ise artık onun bir payı olmaz.

“Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! Yoksa Biz, iman edip de sâlih işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri (Allah'tan korkup sakınanları) fâcirler (yoldan çıkanlar) gibi mi tutacağız?” [53]

Yaptığı her işi güzel yapan, Allah’a karşı da ihsanla muâmele edip O’nu görür gibi güzel ibadet eden, insanlara iyilik ve hayır yapan kimse, ancak müttakî vasfına sahip olur.[54]

Kurtuluşa Eremeyen, Kurtulamayan, Üzüntüden Uzak Yaşamayanlar da Muttakî Sayılmazlar

“Allah, takvâ sahiplerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.” [55]

İlim Sahibi Olmaya Çalışmadan Takvâ Olmaz

İbâdet, ilimsiz olmaz. Bir hadis-i şerif şöyledir: “Dinde bilerek Allah'a ibâdet etmekten daha üstün bir şey yoktur.”[56] Okumadan, ilim sahibi olmaya çalışmadan muttakî olunmaz. “Allah’tan, kulları içinden ancak âlim olanlar korkar, derin saygı duyar…”[57] O yüzden takvâ sahibi olanlarla[58] birlikte, insanların en faziletlisi ilim sahipleri [59] ve cihad edenlerdir.[60]

Mâlâyaniyi (Faydası Olmayan Şeyleri) Terk Etmeden Takvâlı Olunmaz

Kişiyi ilgilendirmeyen, gereksiz, faydasız şeyi (mâlâyâni) terk etmek takvâdandır: “Kişinin mâlâyâniyi (kendisini ilgilendirmeyen faydasız şeyi) terketmesi, güzel müslüman olduğunun (müttakîliğinin) kanıtıdır.”[61]“Allah'a ve âhiret gününe iman eden, ya hayır konuşsun veya sussun.”[62] Bırakın günah olan yalan, gıybet, çirkin söz gibi ifâdeleri; boş ve faydasız bile konuşmaz takvâ sahibi olmak isteyen. Bir araştırmaya göre, günlük konuşmaların % 85'i, söylenmese de olabilecek olan gereksiz sözlerden oluşuyor. İnsanî özellikler yerine; geyik muhabbetleri ile meşgul olmaya devam edersek takvâya ulaşamayız. Boş söz yerine; zikir, istiğfar, Kur'an tilaveti ile dilimizi ve gönlümüzü süslemeliyiz. Hatta dünyevî bir işle meşgul olurken bile dilimizden şükrü ve zikri, gönlümüzden fikri terk etmemeliyiz, ki takvâya ulaşalım.

Emr-i Bi’l Ma'ruf ve Nehy-i Ani’l Münker Görevini İhmal Eden Kimse de Takvâya Ulaşamaz.

Dinin temeli olan farzlardan biri olan ma'rûfu emir ve münkerden nehiy her müslümana düşen görevlerdendir. Allah, peygamberleri bu prensibin tahakkuku için göndermiştir. Bunun ihmal edilmesi halinde peygamberlik müessesesinin anlamını kaybedeceği, dinin ortadan kalkacağı, fesat ve anarşinin yayılacağı, ülkelerin harap olacağı mukadderdir.

"Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmaz (geneli kapsar ve herkesi perişan eder). Bilin ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir."[63]

“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[64]

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!”[65]

“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.”[66]
Kalbi yumuşatıp takvâya müsait hale getirmek için; akraba, dost, fakir, hasta ve kabir ziyaretleri en verimli ilaçlardır. Mâlâyaniyi terk, az yemek, az konuşmak, gülmeyi azaltmak ve Allah korkusundan dolayı ağlamayı çoğaltmak da, takvâ zirvelerine tırmanırken müttakînin yardımcılarıdır.

Günümüz insanı, “nasıl takvâlı olunmaz” sorusuna yaşayışıyla öyle cevaplar veriyor ki, takvâdan uzak yaşayış konusunda ciddi örnek teşkil ediyor. Kur’an’la irtibatı yok denilecek kadar olduğu halde; elinden cep telefonu düşmüyor. Kitap okumaya vakit bulamıyor, ama her gün televizyon karşısında saatler geçiriliyor. İlme ve tebliğe vakit ayıramıyor, ama facebookta önüne gelene laf yetiştiriyor. Allah’a itaatte çok ihmalleri oluyor, ama vergisini veriyor, çocuğu okulda saygı duruşunu ihmal etmiyor. Allah’a saygıda kusuru oluyor, ama vatan, bayrak, demokrasi denilince hazırola geçiyor. Uzun lafın kısası; takvâ yaşayışından uzak nasıl yaşanır, en güzel cevaplar, model tavırlar bizim insanımızda mevcut. Hocaların, dâvetçilerin çoğu da, hurâfeleri din edinmiş, onları öne çıkarıp, Kur’an hakikatlerini te’vil etmeye çalışıyor. Onlar da muttakî olmamak için yollar buluyor.

Günümüz ortamı, sokağı, çarşısı,iş hayatı, hatta cemaatler, dernek ve vakıflar takvâya doğru giden yolları tıkıyor. İnsan da mücadele etmeden, bedel ödemeden takvâ sahibi olmak istiyor. Sadece yozlaşıyor. Hatta miş gibi yaparak takvâlı rolü oynuyor. Düzenin, televizyonun, akıllı denilen akıl çelen telefonların takvâya giden yolları tümüyle kapattığı bir vâkıa. Ama, müslüman olduğunu iddia eden günümüz insanının da takvâya giden engelleri kaldırmak için hiçbir gayret göstermediği, ayrı bir vâkıadır. Kurtuluş, fıtrata dönmek, fıtratla vahyi buluşturmak, bu ikisiyle yaşayış arasındaki bağı yeniden oluşturmaktır. Takvânın yolunu açacağını ümit ettiğimiz Kur’an nesline selâm olsun!

Dipnot


[1]. 8/Enfâl, 24

[2] .Şuarâ sûresinde Cenâb-ı Hak, Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb (aleyhimu’s selâm)’ı örnek vererek, bunların aynı ifadelerle “F’ettekullahe ve etıyûn / Allah’tan korkun, takva sahibi olun ve bana itaat edin.” (26/Şuarâ, 108; 110, 126, 131, 144,150, 163, 179, 184) dediklerini haber verir. 

[3]. 5/Mâide, 11, 57, 88

[4]. 2/Bakara, 4, 177

[5]. 2/Bakara, 3

[6]. 2/Bakara, 3, 177; 6/En’am, 72

[7]. 2/Bakara, 177; 51/Zâriyât, 19

[8]. 2/Bakara, 3, 177; 3/Âl-i İmrân, 17, 134; 51/Zâriyât, 19; 64/Teğâbün, 16

[9]. 9/Tevbe, 44, 123

[10]. 9/Tevbe, 44, 123

[11]. 3/Âl-i İmrân, 17; 51/Zâriyât, 17-18

[12]. 3/Âl-i İmrân, 134

[13]. 2/Bakara, 177; 3/Âl-i İmrân, 76; 9/Tevbe, 7

[14]. 2/Bakara, 177; 3/Âl-i İmrân, 17, 120, 200

[15]. 3/Âl-i İmrân, 17, 135

[16]. 2/Bakara, 177; 3/Âl-i İmrân, 17; 9/Tevbe, 7

[17]. 3/Âl-i İmrân, 17; 21/Enbiyâ, 49; 50/Kaf, 33

[18]. 2/Bakara, 5

[19]. 5/Mâide, 8

[20]. 43/Zuhrûf, 67

[21]. 5/Mâide, 93; 51/Zâriyât, 16; 19/Meryem, 60-61

[22]. 50/Kaf, 33

[23]. 5/Mâide, 11, 57, 88

[24]. 2/Bakara, 2; 3/Âl-i İmrân, 138; 5/Mâide, 46

[25]. 65/Talâk,10

[26]. 91/Şems, 8

[27]. Müslim, Zikir 73; Nesâî, İstiâze 13

[28]. Buhârî, Nikâh, 45; Edeb, 57- 58; Feraiz, 2; Müslim, Birr, 28-34

[29]. 5/Mâide, 105

[30]. Bkz. 2/Bakara, 44

[31]. Bkz. 103/Asr, 1-3

[32]. 2/Bakara, 278; 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 119…

[33]. 4/Nisâ, 136

[34]. 3/Âl-i İmrân, 102

[35]. Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesai, İbn Mâce -83/Mutaffifin, 14-

[36]. Buhârî, Rikâk 28; Müslim, Cennet 1

[37]. 79/Nâziât, 40-41

[38]. Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, 1, 160; Şerhu's-Sünne,1, 212–213; Hatib Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, 1, 55; Nevevî, Kırk Hadis (hds. No:41)

[39]. Buhârî, İman 39

[40]. 39/Zümer,11

[41].16/Nahl, 128

[42].8/Enfâl, 29

[43]. 65/Talâk,2

[44]. 65/Talâk, 2

[45] .Kütüb-i Sitte, hadis no: 7297, c. 17, s. 591

[46] .7/A’râf, 25

[47]. 33/Ahzâb, 70-71

[48]. 3/Âl-i İmran, 124-125

[49]. 7/A'râf, 96

[50]. 5/Mâide, 65-66

[51]. 12/Yûsuf, 56-57

[52]. 12/Yûsuf, 56-57

[53]. 38/Sâd, 27-28

[54] .51/Zâriyât, 15-16

[55]. 39/Zümer, 61

[56] .Beyhakî

[57] .35/Fâtır, 28

[58] .49/Hucurât, 13

[59]. 39/Zümer, 9

[60]. 4/Nisâ, 95

[61]. Tirmizî, Zühd 11, İbn Mâce, Fiten 12

[62]. Tirmizî, Kıyamet 51, (2502

[63]. 8/Enfâl, 25

[64]. Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20

[65] .5/Maide, 78-79

[66] .Tirmizi, Fiten 9

 

(Vuslat Dergisi, Sayı: 194) 

adminadmin