Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 18-01-2022 10:10   Güncelleme : 18-01-2022 10:10

Allah Sanal Alemin de Rabbidir!

Bazıları elimizdeki imkânları ısrarla birer nimet olarak görmek ve göstermek istese de benim zannımca imkânlarımız, bugün yazık ki elimizde birer imtihan vesilesine dönüşmüş durumda. Zira biz varlık imtihanını kaybetmiş fertler olarak, sunulan imkânlarla adım adım bize kodlanan değer ve dinamiklerimizden hızla uzaklaşıyor ve bunun bedeli olarak da zihinsel bir köksüzlük yaşıyoruz.

Allah Sanal Alemin de Rabbidir!

Evet, zihinsel bir köksüzlük yaşıyoruz.

Çünkü kendi ibadetlerimizi, ritüellerimizi, inanç yorumlarımızı bir başkasına ısrarla dayatmaya kalkışıyor olsak da ait olduğumuz bu inancın bizi ne kadar terbiye ettiği, ruh köklerimizi ne kadar beslediği, bunların karakter ve kişiliğimize ne kadar yansıdığı en büyük sorunlarımızdan biri bugün!

Zira hemen herkesin kafasında toplumsal konumuna, yaşına, fikir ve ideolojisine uygun kesin ve değişmez yargılar var ve bu yargılar hayatın içinde yeni bir durum ortaya çıktığında ya da yeni bir söz söylendiğinde neredeyse bütün zihinler aynı anda harekete geçiyor, olan biteni eğip bükerek kendi yargısına uygun bir hale getiriyor.

Misal; geçen hafta algı krallığının tahtında oturan medya krallığının servisi ile bir evladımızın yürek burkan intiharını okuduk.

Videoyu izleyince kalbim mahzun, gözlerim nemli, kalakaldım öylece!

Bu sancıyla savaşırken; hemen her kesim, o gencecik çocuğun üzerindeki parmak izlerimizi silmek, geride bıraktığımız kayıp neslimizin suçunu aklamak için olsa gerek, böylesi bir acıyı dahi kendi yargısına uygun bir hale getirmek için, bu acının üzerinde tepinmeye başladı.

Bu tabloyu görünce bir kez daha anladım ki; biz, az buçuk görüp çok buçuk hükümler veren, birkaç satır okuyup ciltler dolusu konuşan, yüzde bire ulaşmadan yüzde yüzü infaz eden bir toplumuz artık!

Lakin bu realite, ne Enes’imizin yüreğimizde yaktığı ateşe karşılık kendini karşı cenahın değerlerine saldırarak aklamaya çalışan İslami oluşumları(!) aklıyor; ne de bu toplumun hikmetinden nefeslendiği Anadolu Medeniyetinin ontolojisini besleyen ve manevi orduları olan tarikat kurumuna saldırmayı mubah gösteriyor.

İki taraf da “ahlâki bir körlük içinde” yanlış yapıyor.

Zira kutsallığı kamusal vicdanda kabul edilmiş tarikat benzeri kurumların bu toplumun “kutsal” algısını zehirlemek ve bu toplumun ‘kutsal’ algısını uyguladıkları baskı ile “anarşiye kurban etmek” gibi bir lüksleri yok.

Ancak öte taraftan her gün hikmetinden (ç)alarak gönül coğrafyalarımızda huzur estiren ve bu huzurla sosyal medya sayfalarımızı süslediğimiz hemen tüm sözlerin de tarikat edebiyle soluklananların yürek teri olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bugün bu yapılanmalarda “denetimsizlik” nedeniyle yaşanan “ahlâki zehirlenmeler” ve somurtkan dil, bu gerçeği değiştirmez.

Ayrıca sahtenin sahteliği, hakikinin yanında ortaya çıkar. Bugün hala hamdolsun aramızda var olan aksakallı dedelerimizin, nur yüzlü ninelerimizin, abdestsiz hamura dokunmayan analarımızın yanında solukladığımız ve “evet bu” dediğimiz huzurun sebebi, “eskilerin” tarikat edebidir.

Bir ikinci husus!

Toplumun kaderine yön veren ve toplumsal vicdanda “kahraman” olarak kabul edilen insanların yaşamlarını okudukça; fark edilen her hata, yanlış, musibet ve acının, bunları yaşayan kişi veya toplumlar için muhteşem birer “öğretmen” olduğunu görüyorum.

Yüreğimize ateş düşüren Enes’imizin durumunu da böyle okumak gerekiyor.

Ancak, acısının üzerinden tepinmek hatta yetinmeyip bu ateşin asıl düştüğü yer olan aile ocağına sırf “zikir, fikir ve yaşam biçimimize uymuyor” diye dil ile saldırmak, onların mahremiyetini ihlal etmek; bu olay nedeniyle belli kurum ve adresleri hedef göstermek, olsa olsa toplumda karanlığın siyahını artırmak için can atan gaflet ehlinin işidir.

Zira eskiler, “bir şeyi ne kadar küçük bölersen böl, her şeyin daima iki yüzü vardır” demişlerdir.

İrfan kokan bu hikmeti kendimize rehber edinerek;

Tez elden bu yapı ve kurumları sıkı bir denetimden geçirmek; bu toplumun ontolojisi ve ortak paydası olan kutsalların, itibar kaybına sebep olan ve bu kutsalları “itici” din anlayışlarına kurban ederek toplumsal vicdanı kanatanları cezalandırmak, devlet kurumlarının kamusal vicdana borcu ve mükellefiyetidir.

Aile ve toplum boyutunda ise alınması gereken ders; terbiyenin baskı unsuru değil, hâl dili ile yaşanabileceği, yaşayarak öğretilebileceği gerçeğidir.

Vicdanlı ve farkında bir nesil yetiştirmek gayesi de olsa, hiç kimsenin hiç kimse üzerinde hele de “dinsel” anlamda onun kutsallık sahasına tecavüz etmek gibi bir hukuku olamaz.

Çünkü ısrarla anıyorum;

Bir yaşam biçimi olan din, yaratan kudretin yarattığı varlığa insanlığını sabit kılması için “ısrarı değil, teklifidir.”

Kişi, zaten akli baliğ olduktan sonra bunu fikir ve vicdan hürriyeti içinde kendisi seçebilecek irade ve donanıma sahip bir şekilde yaratılmıştır. Zorla sevdirmek ise, ilahi tabiata ve dolayısıyla onun yarattığı insanın tabiatın aykırıdır.

Kabul edip görmek istemesek de bugün evlatlarımız, bizim dilimizle halimiz arasındaki farkın, dilimizdeki inancın yaşamda hayat bulamıyor oluşunun bedelini ödemektedir.

Fark edilmesi gereken şey; verilmesi istenen manevi eğitimin kurumlar eli ile değil, aile eliyle verilecek olması gerçeğidir ki bu da dayatma ile değil örnek olma suretinde yaşama döner.

İşte biz bunu başaramıyoruz!

Zira bakın bugünkü genel halimize;

Dünya yolsuzluk endeksinde en az yolsuzluk yapan ilk elli beş ülke arasında bir tane Müslüman ülke yok! Garip bir şekilde insanların dindarlığı arttıkça toplumda ahlâki körlük yoğunlaştı. Bugün özellikle kendini dindar veya muhafazakâr olarak tanımlayan kesim (samimi olanları tenzih etmekle beraber) cennetperest bir algıyla yeryüzünü başkalarına cehennem ederek cennet hayalleri kuruyor. Mutlaka “kucaklayın ve yumuşak davranın” diyen ilahi öğretilere rağmen dindar kimliğin bugünkü sığlığı ve kurtulmuşluk vehmi içinde ötekini dışlama tavrı toplumun tamamında endişe verici boyutlarda.

Çünkü çirkinden söz ederek güzelleşemeyeceğimizi bile bile, önceliklerimiz değiştiği için birbirimizi üzmekle, yormakla, yıpratmakla ve yazık ki yıkmakla meşgul oluyor; muhatabımızdan anlayış bekliyor ama aynısını her ne hikmetse biz gösteremiyoruz!

Bu yüzden de bu konunun ciddi bir şekilde sorgulanması, mevcut ahlaki dejenerasyonun tespit edilmesi ve kelime-i şehadet getirmekle ahlâk kavramını bedava bir yazılımmış gibi görenlerin bir öz okuma yapması gerek!

Zira zannımca bugünkü ahlaki körlüğün temelinde; bir inanç davasına sahip olmak değil, o davaya ait olamamanın sancısı var ve inancımız, inandırıcılığı yitirince ortada dava falan da kalmıyor!

Son yüz yıllık tarihimizde belki de iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdakiler hariç olmak üzere, dünün dindarlarının belki ilim gibi bir imkânları olmadı ama okuma yazmasız o irfan dahi bugün gönül coğrafyalarımızı besliyor ise ve bugün dağ başında okuma yazma bilmeyen bir çobanın gözündeki yaşın, yüreğindeki ateşin samimiyeti ömrünü ilme adamış İlahiyat profesörümüzde yoksa “inandırıcılığımızı” sorgulamamız gerekiyor.

Bu sorguya içtenlikle ihtiyacımız var çünkü, kabul etmek zor gelse de bugünkü Müslüman zihin, ahlâkının varisi olduğu Önderi’nin(sav) “emin” vasfını yitirmiş, “ağırlıklarınızdan kurtulup öyle gelin” ilahi ikazına rağmen O(sav)’nun en önemli özellikleri olan merhamet ve istişare ahlâkının üzerini, zihin ve yaşam konforu için feda etmekten çekinmemiştir.

Dünyevileşme tehlikesi, belki o okuma yazma bilmeyen irfan sahiplerinin kapısının önünde idi ama; aynı tehlike bugün hanemizin içine kadar girmiş durumda. Bizim ise ne evimizin kapısı kilit tutuyor ne de kendimizi haz, hız ve ayartıcı güçlerin tutsaklığından kurtarabiliyoruz.

Eskilerin acı ve ölümleri; onları birbirine yaklaştırıyor, küskünlüklerini gideriyor, husumetlerini engelliyor ve toplumsal kaynaşmalarına yardım ediyorken; bugün bizim için tam aksine her acı veya ölüm, bizi “öteki” ilan ettiklerimizden uzaklaştırıyor, aramızdaki uçurumu derinleştiriyor, aynılarımızı azaltıp ayrılarımızı çoğaltıyor ve en acısı da birbirimize olan nefretimizi pekiştiriyor.

Ortak hassasiyetlerimiz, asgari müştereklerimiz, bizi biz yapan aynılarımız, kutsal bildiğimiz ortak paydalarımız bizi birbirimize yakınlaştırması gerekirken; ötekinin acısı üzerinde tepinme ve onu kullanışlı bir nesne haline getirip muhatabımızı dövme neredeyse rutinimiz haline geldi.

Evet; milli hafızaya, korkunç düşmanlara, inanılmaz kayıplara ve yorucu bir yokluğa rağmen göremiyoruz ama kendi kendimize “öteki” yaratarak ortaya koyduğumuz haset ateşi, muhatap kim olursa olsun evvela sahibini yakıyor.

Oysa tarih ve güncel şahittir ki, toplumun her kesiminde ayrıyı azaltan aynıyı çoğaltan bağlar, yürek ülkelerince beslenmedikçe; insanlık ideali olarak sunulan kardeşlik tesis edilemeyecek, toplumun ihtiyacı olan muhabbet dirilmeyecek ve o toplumun anlam haritaları tanımlayamayacak, başkaları tarafından tanımlanacaktır.

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Recep YAZGANRecep YAZGAN