Genel
Giriş Tarihi : 02-07-2016 09:33   Güncelleme : 02-07-2016 09:33

Asder Ve Çilekeş Askerler

Eğer bu memlekette güzel şeyler oluyorsa bunda ASDER yani Adaleti Savunanlar Derneğinin önemli bir katkısı vardır

Asder Ve Çilekeş Askerler
Eğer bu memlekette güzel şeyler oluyorsa bunda ASDER yani Adaleti Savunanlar Derneğinin önemli bir katkısı vardır. Zira darbelerin sona ermesinde dindar insanlara karşı yapılan zulümlerin durmasında ASDER’in çalışmaları çok tesirli olmuştur. ASDER’i anlayabilmek için 20 yıl öncesine gitmek ve o tarihlerde neler olduğunu anlamak gereklidir. ASDER kurulmadan önce de ordudan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları ile atılan askerlerden bir tanesi de bendim. 1996 Yılı Aralık toplantısında benim de defterimi dürmüşler Deniz Kuvvetlerinden atmışlardı. Suçum büyüktü zira eşim başörtülüydü ve böyle bir suçu işleyen kim olursa olsun isterse ağzıyla kuş tutsun orduda kalamazdı. Abartmıyorum ha, o günleri yaşayan insanlar çok iyi bilir orduevlerine, askeri lojmanlara başörtüsü ile girilmezdi. Şimdi böyle bir sorun olmadığını söylüyorlar, iyi hoş da eşi başörtülü subay kaldı mı? Fetullah denen çete bir yandan darbeci generaller bir yandan askerleri cendereye almış bir o taraftan bir bu taraftan acımasızca dindar askerlerin üzerine gidiyorlardı. FETÖ, en büyük darbeyi vurmuştu “başörtüsü füruattır” yani dinin esas meselesi değil teferruattır, diyerek eşi başörtülü olan askerlere “derhal başörtüsünü açın” diye edepsizlik edince sıkıntı katmerleşmişti. Zira orduda görev yapan benim gibi bir çok subay “böyle yasak mı olur?” diyerek karşı çıkıyor bir çok komutanımızı da ikna ediyorduk. Bu dönemde oldukça rahattım. Arkadaşlarıma “rızkı veren Allah’tır, sakın namazlarınızı terk etmeyin, eşlerinizin başını açtırmayın” diyerek  uyarılarda bulunuyordum. Ne de olsa ordudan atılsam da gidecek yerim vardı. Gemilerde çalışır bu sıkıcı ve fena ortamdan kurtulurdum. Ben ve arkadaşların direndikçe başarılı olmaya da başlamıştık. Aklı başında olan komutanlar “tabii yahu böyle suç olur mu?” diyerek generallerin emirlerine karşı geliyor, bizler hakkında işlem yapmıyorlardı. Fakat Fetullah’ın başörtüsü hıyaneti herşeyi değiştirdi. Bizden taraf olan komutanlar yakında ölüp giden Yaşar Nuri Öztürk ve Fetullah Gülen gibi hocalardan destek alarak “Dinimizde başörtüsüne yer yoktur, bak hocalar da öyle diyor” diyerek azgınlaşmaya başladılar. Özellikle Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya çok fütursuzdu. Başbakanın yemeğinde “burada rakı yok mu?” diyecek kadar küstahlaşmıştı. Dindar askerler PKK terör örgütü ile aynı statüde hatta daha tehlikeli olduğunu söylüyordu. Bu arada FETÖ’nün izinden gidenler hemen ortama ayak uydurmuş eşlerinin başlarını açmışlardı. Zaten namaz da kılmıyor dinde yeri olmayan “ima ile namaz” gibi uyduruk bir şekilde kendilerini kandırıyorlardı. Fakat biz direnmeye devam ettik. Ne başörtüsü ne de namazlarımızda taviz vermiyorduk. Tabii kısa zamanda önce ”şüpheli” sonra da “sakıncalı” statüsüne alınmıştık. Hakkımızda düzenli olarak raporlar tutuluyor, Askeri Şura’da görüşülmek üzere dosyalar tutuluyordu. Sonunda benim gibi direnen ve inançlarından taviz vermeyenleri ordudan atmaya başladılar. Askeri Şura’da yüzlerce dosya Başbakanların önüne konuyor siyasetçilere ağır hakaretlerinde yapıldığı bu Şura toplantılarında defterimizi dürmeye devam ediyorlardı. Ben de bu süreçte Deniz kuvvetlerinden re’sen emekli edilmiştim. O dönemde o kadar çok askeri ordudan atmışlardı ki normal şartlar altında yılda iki defa toplanan Şura Toplantısı bu sefer yılda 4-5 kez yapılıyor hatta dosyalar çok olduğu için bir de “üçlü kararname” ile ordudan ihraçlar yapılıyordu. Ben YAŞ kararları ile atılmıştım fakat bir çok arkadaşım suçumuz aynı olduğu halde yani eşlerimiz başörtülü oldukları için “üçlü kararname” ile atılmışlardı. Sonradan bu farkın ne kadar önemli olduğunu anlayacaktık lakin o günlerde kimse nasıl atıldığımızla ilgilenmiyor ekmek parası peşine düşmüş ailesinin geçimini temin etmeye çalışıyordu. İlginçtir yıllarca “iktidar olursak askerlere yapılan zulmü durduracağı” diye politika yapan Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Necmettin Erbakan ise Başbakan koltuğunda oturuyorlardı. Demirel kendisine yakışanı yapmış Cumhurbaşkanı olunca vaatlerini tamamen unutmuş işin kötüsü askerlerle işbirliği içine girerek 28 Şubat 1997 Post-Modern darbesinin mimarı olmuştu. Onun dindar insanlara hıyaneti ile Fetullah’ın hıyaneti tarihte emsalsizdir. Bu kadar omurgasızlık ve ikiyüzlülüğü tarihte hiçbir devlet adamında göremezsiniz. Şimdilik kabir ve sakar cezası yeter diyerek 1997 yılının o karanlık günlerine tekrar dönelim. Başbakan Erbakan, beklenenin aksine orduda bunalan askerlere destek olamamıştı. Üstelik “hükümet olabilirsiniz fakat bu devleti asıl biz yönetiyoruz” diyen CHP zihniyeti ve darbeci generaller işbirliği içinde mangalda kül bırakmıyorlardı. Dindar askerlere dünyayı zindan etmek için adeta yemin etmişlerdi. Bizler emekli edildiğimiz halde kamu kurumlarına girip emeğimizle yeniden çalışmaktan men edilmiştik. Bir istisna vardı. İşte o istisna Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı. Bizlere başkanı olduğu İstanbul Büyükşehir Belediyesinde (İBB) görev vermişti. Ben de o dönemde Müdür Yardımcısı olarak göreve başlamıştım. İBB’de benim gibi 30 civarında asker emeklisi göreve başlamıştı. O dönemde İSKİ ve Belediye yolsuzluklardan kurtulmuş su sorunu ve belediyecilik hizmetlerinde büyük başarılar kazanmıştı. Zaten ülkemizin Erdoğan’ı ilk tanıması burada olmuş İstanbul şehrini olağanüstü başarılı bir şekilde yöneterek şu anda gelmiş olduğu kariyerinin ilk basamağını gönüllere taht kurarak geçmeye muvaffak olmuştu. Fakat darbeci generaller, ABD, Batılı güçler ve Ecevit sayesinde ülkeyi yangın yerine çevirmişti. Ekonomik krizler, Apo’nun paketlenip Türkiye’ye teslim edilmesi ve Fetullah’ın ABD’ye götürülüp hıyanetine burada devam etmesinin yolu açılmıştı. Erdoğan’ın biz dindar askerlere sahip çıkması ve istihdam etmesi darbeci koalisyonu çileden çıkarmıştı. Ne yapıp ettiler bir şiir okudu diye Erdoğan’ı tutuklayıp hapse attılar. Yerine de Ali Müfit Gürtuna isminde darbecilerle işbirliği yapacak kadar zavallı bir insanı İBB’ye yerleştirdiler. Gürtuna da kendine yakışanı yaptı ve benimle birlikte İBB’de görev yapan asker kökenli herkesi temizledi. O tarihlerde YAŞ kararları Anayasanın 125. Maddesi gereğince yargıya kapalı olduğu için hiçbir şey yapamamış bize kalan tek ve son yol olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de aleyhimizde karar vermişti. Yani başörtülü eşi olan orduda görev yapamazdı. Resmen bizlere cüzzamlı muamelesi yapılıyordu. YAŞ kararı yargıya kapalıydı ama Belediye Başkanının kararları yargıya açıktı. Hemen İstanbul İdare Mahkemesinde dava açtık ve kazandık. Bu olay şimdiye kadar başarılı olduğumuz ikinci icraat idi. Birincisi ise ASDER’i kurmuştuk. Lakin Gürtuna darbecilerle işbirliği yapıyordu ve zorunlu olmadığı halde bizler hakkındaki olumlu kararı kaldırmak üzere Danıştay’a temyiz davası açtı. O tarihlerde çok politize olmuş olan ve dinazorlardan meydana gelen Daniştay hemen temyiz davasında Gürtuna’yı haklı buldu ve benim gibi 30’ a yakın kişi üçüncü defa kamudan atılmak durumunda kaldı. Bu dönemde ticaret gemilerinde çalışmaya başladım. 2. Kaptanlık ve Süvarilik yaparak Rabbimin yazdığı rızkımızı dünyanın bir ucunda aramaya koyulduk. Kaptanlık yaparken başımıza gelen bu olayları bir gazetede yazmaya çalıştım. Hatta bir tane de kitap yayınlayarak dindar insanların başına gelen olayları dile getirmeye çalıştım. O dönemde müstear isim kullanıyor “Vehbi Horasanlı” olarak makaleler yazıyordum. Aynı isimle “Bahriyede 15 Yıl” ve “Altı Ayda Altı Kıta” isimli 2 kitabımı yayımladım. Haklı davamızı anlatmaya çalıştım. Bu dönemde yaptığımız ilk başarılı icraat ASDER’in kurulmasıydı. Fakat bu iş çok zor olmuştu. Çünkü resmen devletle mücadele ediyorduk. Meşru haklarımız için mücadele ederken sanki devlete karşı geliyormuş gibi bir hava vardı. “Devlete kafa tutulmaz” diyerek destek beklediğimiz kesimlerden köstek yiyorduk. Bu8 da yetmemiş gibi sivil toplum örgüt yönetiminden habersiz olan bizler kurmaya çalıştığımız kooperatif vakıf ve dernek çalışmalarında birbirimize giriyor, ben kıdemliyim sen astsın vs. diyerek birbirimizi dinlemeye dahi tahammül edemiyorduk. Bir kısım arkadaşlarımız “içimizde devlet ajanları var, takip ediliyoruz” diyerek korku ve vesvese veriyorlardı. İşte o günlerde şunu söyleyerek bu sıkıntının aşılmasında yararlı oldum. Dedim ki “Yahu bir devlet düşünün 10 bine yakın askeri ordudan çıkarsın ve bunu takip etmesin. Hiç böyle şey olur mu? Elbette bizi takip edecekler. Lakin bizler haklı ve meşhur davamızda bundan korkup haklarımızı almak için mücadele etmez isek Ruz-i Mahşerde ne yüzle çıkıp hesap vereceğiz”. Bu sözüm üzerine arkadaşlarım bana hak verdiler ve bu vesvesenin önüne geçmiş olduk. Allah Adnan Tanrıverdi Paşamızdan, Nevzat Tarhan Hocamızdan ve Ahmet Alper Ağabeyimizden razı olsun. Onlar sayesinde bir dernek çatısı altında buluşmuş ve sivil toplum örgütü haline gelmiştik. Artık toplantılarda söz istenmeden konuşmaya kalkılmıyor birbirimizle daha seviyeli ve olgun bir şekilde konuşup tartışabiliyorduk. Sonunda ASDER’in çalışmaları ilk meyvelerini vermeye başladı. Cumhurbaşkanı Sezer bile YAŞ kararlarınoın yargı denetimine alınması gerektiğine dair beyanatlar vermeye başladı. Bu arada sayısız akademisyen, gazeteci ve siyaset adamını toplantılara davet ediyor bizlere yapılan haksız muamelenin yanlışlığını anlatmaya çalışıyorduk. Fakat YAŞ karaları ile ordudan atılan arkadaşlarımız hala bu zulümden kurtulamamışlardı. ASDER en sonunda 12 Eylül 2010 Anayasa referandumunda YAŞ kararlarının yargı denetimine alınması gerektiğine dair Anayasa maddesini Hükümete kabul ettirdi. Referandumdan evet çıkınca bu zulum büyük ölçüde durmuş oldu. Lakin “bade harabil Basra” orduda dindar adam kalmamıştı ki. FETÖ darbeci generallerle işbirliği içinde orduyu kendine benzetmişti. Namaz, içki, başörtüsü ve daha nice konularda bizim tavizsiz mücadelemiz başarılı olamamış adeta ordudan dindar insanlar kazınmıştı. ASDER, nihayet bizlerin uğramış olduğu haksızlığı önleyebilmek adına 6191 sayılı kanunu çıkarmaya muvaffak oldu. Bu kanun eksiklikleri olmakla birlikte ordudan atılmış askerlerin iade-i itibarına kavuşmalarını sağladı. Herhangi bir tazminat alamadık fakat benim için önemli olan “beylik silahı” alma hakkımızı kazanmıştık ve sigorta primlerimiz devlet tarafından yatırılmaya başlanmıştı. Kanun, bizlerin askeriyeye dönmesini sağlayamadı fakat kamu kurumlarında emsallerimize benzer şekilde çalışma imkanı getirdi. Ben de bu sayede İstanbul Üniversitesinde görev yapmaya başladım. Yüksek lisans ve doktora eğitimimi tamamlayarak öğretmenlik mesleğine geçtim. Fakat “üçlü kararname ile ordudan atılan arkadaşlarım hiçbir haktan yararlanamamışı. Üstelik askeri okullardan dindar olduğu gerekçesi ile atılan yüzlerce öğrenciye de bir hak tanınmamıştı. Baskılara boyun eğip “nasılsa emeklilik hakkımı kazandım” diyerek istifa eden askerler ise binlerce idi. Sonuçta yıllarca emek verdiğimiz kahramanlığı ile meşhur olan ordumuzu darbeci generallere ve FETÖ’ye teslim etmiştik. İşte bu nedenle ASDER’in görevi henüz bitmemiştir. Kahraman ordumuz dizginlerini bu Amerikan meftunu, dinden uzaklaştırılmış darbeci generallerden kurtarana kadar mücadele etmek zorundadır. Dernek Başkanı Nevzat Tarhan Hocamıza ve Onursal başkanımız Adnan Tanrıverdi Paşamıza büyük görevler düşmektedir. Bizleri en güzel şekilde temsil ederek haklarımızın en azından bir bölümünü almamıza vesile olmuş bu zatlara teşekkür eder, Rabbimden iki cihan saadeti nasip etmesini niyaz ederim…
adminadmin