Analiz
Giriş Tarihi : 23-08-2020 11:30   Güncelleme : 23-08-2020 11:30

Ayasofya’da Meleklerin Cinsiyeti

Rivayet odur ki Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fetih için savaş verirken ve Bizans halkı var gücüyle buna karşı direnirken papazlar Ayasofya’da toplanıp meleklerin erkek mi dişi mi olduğunu tartışmaktaymış.

Ayasofya’da Meleklerin Cinsiyeti

Hatta nakledilir ki heybetli bıyıkları, kallavi keçe külahları ve kanat gibi açılan cepkenleriyle yeniçeriler Ayasofya’nın kapısını kırıp hışımla içeri girdiklerinde meleklerin erkek olduklarını savunan grup öbürlerine

– Meleklerin erkek olduğuna şimdi inandınız mı? demişler.

Şimdi de bir kısım Müslümanlar “ba’de’l-harabu’l-Basra” (Basra harap olduktan sonra” yine Ayasofya’da benzeri bir konuyu tartışıyorlar.

 

– Ayasofya’daki İsa, Meryem, havari ve melek figürleri altında namaz kılmak câiz midir, değil midir?

 

Görülen o ki 1400 yıldan beri devam eden sakız çiğnemenin orucu bozup bozmaması tartışması resim ve heykel meselesinde de karşımıza çıkıyor. Buna yeniçeriler değil ama Kuranıkerim’in, Hz. Peygamberin ve Osmanlı’nın ruhu sırasıyla şöyle cevap veriyor sanki:

 

– A be insanlar! Siz hiç Kuran’ı okuyup tefekkür etmez misiniz? Siz ey Müslümanlar! Siz hiç Peygamberin hadislerini anlamaz mısınız? Ve Osmanlı torunları olmakla övünen kimseler! Siz Fatih’ten Vahdeddin’e ve son halife Abdülmecid’e kadar olan Osmanlı sultanlarının Ayasofya’daki uygulamalarını bilmez misiniz? Biraz daha özele inersek, siz Sultan Fatih’in kendi remini yaptırmak için İtalya’dan ressam getirttiğini ve Abdülmecid Efendi’nin de tahayyül edemeyeceği tarzda resimler yaptığını hiç duymadınız mı?

 

Cahil insan cehaletini kabul eder mi hiç? Elbette etmez. Sesini daha çok çıkararak, sağı solu tehdit ederek hakikatleri gizlemeye çalışır. Ama bilmez ki Kuran’ın hikmetleri güneşten daha parlaktır, Hz. Peygamberin sözleri pınar suyundan daha durudur ve tarihî gerçekler ateşten daha yakıcıdır. Ve bunların hepsi birlikte akıllı Müslümanlar için bereket ev şifa kaynağıdır.

 

Öyleyse buyurun bu üç büyük hakikatin hakemliğinde er meydanına:

 

Kuran der ki:

Her kim resim ve heykel yapmanın günah olduğunu Kuran’a dayandırmaya çalışırsa bühtan etmiş olur. Benim surelerimin ve âyetlerimin sayısı belli, anlamı bellidir. Üstelik de bunlar vasat bir zekâya ve kültüre sahip kimselerin anlayabileceği kadar açıktır. Allah’ın yasakladığı şey sanat, resim ve heykel değil; putperestlik, ahlaksızlık ve bayağılıktır. Biliyorum ki sizi asıl rahatsız eden şey, resim ve heykelin put olması endişesi. Oysa putperestlikle resim ve heykelin ne alakası var? İnsanlar sadece kendi elleriyle yaptıkları nesnelere mi tapıyorlar? Nice kavimlerin aya, güneşe, yıldıza, ineğe taptıklarını bilmiyor musunuz? Bu durumda bu varlıklar da mı put oluyor? Eğer put oluyorsa onları yaratan Allah, insanların işledikleri bu şirkten sorumlu mu tutulacak? Ve insanlar bunlara tapıyor diye ayı, güneşi, yıldızları, ağaçları ve inekleri yok etmek mi gerekiyor? Aslında aklını kullanan insanlar için mesele bu kadar basit. Eğer put, insanların elleriyle yaptıkları nesneler ise bu kavrama girmeyen nesne mi var?

 

Siz, dinin hikmetini ve asıl mesajını kavramayan Müslümanlar!

 

Putun herhangi bir eşya, cisim veya nesne değil, insanların bunlara yüklediği anlam olduğunu daha ne zaman anlayacaksınız? “İslâm indinde amellerin niyetlere göre olduğunu” her fırsatta söylersiniz de, niçin bu meselede bunu görmezden, bilmezden gelirsiniz? Asıl putların hiçbir şeye gücü yetmeyen zavallı nesneler değil, kendilerinde Allah’ın bütün sıfatlarını vehmeden, hüküm koyan, hüküm kaldıran, kendilerine perestiş eden kimseleri her ne kadar ve her ne tür günah işlerse işlesin Allah’ın ayetlerine rağmen cennetle kandıran kimseler olduğunu niçin bilmezsiniz? Put, insanların her şeyden üstün tuttuğu, herkesten daha çok değer verdiği, ona her türlü gücü ve sıfatları yakıştırdığı dünyevi varlıklar ve nesnelerdir. Bu sebeple bazı kimseler için makamdan, paradan, servetten, şöhretten daha büyük put mu olur?

 

Hem, “Kuran bırakın resim çizmeye, heykel yapmaya bile izin vermiştir” desem bunu şüpheyle karşılamayacak kaç mümin vardır acaba? “Biz böyle bir şeyi daha önce hiç duymadık” dediğinizi çok iyi biliyorum. Gayet doğaldır. Çünkü tam 1400 yıldan beri mevcut olan ve sizin, yüzünden okuyup geçtiğiniz bu ayetleri ne size kimse öğretti, ne de siz merak edip öğrendiniz. Siz zahiri olarak Yahudi din adamları için söylenen, fakat müminleri de hedef alan “Kendilerine Tevrat yükletilip sonra bunu taşımayanların hâli koca koca kitaplar taşıyan merkebin hâli gibidir” âyetini de üzerinize almazsınız.

 

Ey Kuran’a inandığını ve onu defalarca hatmettiğini söyleyen Müslümanlar!

 

Tasvir, yani resim ve heykel yapımı hakkında Âl-i İmran 49. ve Sebe suresinin 13. âyetleri ne diyor, biliyor musunuz? Bakın bu ayetler sırasıyla şöyle:

 

49) O’nu (İsa’yı) İsrâiloğullarına elçi gönderecek

 

ve şöyle diyecek: “Şüphesiz ki size, ben

 

bir mûcize getirdim Rabbinizden.

 

Bir kuş taslağı yapıp çamurdan

 

Allah’ın izniyle ona üflediğim zaman

 

o taslak, bir kuş olup uçar hemen.

 

 

 

13) Onlar Süleyman için kale gibi saraylardan,

 

  heykellerden, havuz benzeri leğenlerden,

 

  yerinden kalkmaz büyük kazanlardan

 

  ve daha nice nice şeyler yaparlardı bir zaman.

 

  Çalışın ey Davud kavmi, şükür için çalışın

 

Görüldüğü üzere birinci ayette İsa çamurdan bir kuş figürü yapıp ona üflemiş ve o da mucize olarak uçmuştur. İkinci ayette ise Süleyman inşa ettirdiği sarayı heykellerle donatmıştır. Elbette bu iki peygamberin bu figürleri ve heykelleri yaptırdıkları için putperest olduğunu düşünmüyorsunuzdur. Çünkü bunlar bu suretleri tapmak için değil, eğitim, öğretim ve estetik maksatlarla ortaya koymuşlardır. Oysa Hz. İbrahim babasının putperestlik amacıyla yaptığı tasvirleri kırdırmıştır. Zira orada doğrudan doğruya tapma niyeti vardı. Bunlarda ise böyle bir şey söz konusu değildir. Yoksa buna rağmen bu eğitim ve sanat faaliyetlerinden dolayı Allah’ın bu sevgili elçilerini de mi tekfir edeceksiniz?

Kuran’ı yüzünden okumayı marifet sayan, fakat anlamına hiç önem atfetmeyen Müslümanların hiç bilmediği hikmetlerden biri de:

“Yeryüzünü gezip dolaşınız da sizden öncekilerin / dini yalanlayanların başına neler gelmiş görünüz” âyetidir.

Bir başka ayet ise yine aynı şekilde başlamakta ve “yaratılışın nasıl başladığını görünüz” diye bitmektedir. Bu ayetlerin toplam sayısı on ikidir. Bu deliller karşısında Müslümanların

 

– Önceki dinlere ve kültürlere ait, tarihe mal olmuş mabet, resim, heykel, figür, desen ve eşyaları tahrip edersek bizden sonraki nesil eskilerin dinlerini, inançlarını, yaşantılarını, sanatlarını, estetik zevklerini, teknolojilerini, hukuklarını vs nasıl öğrenecek diye sorması gerekmez mi? Ve de bunları koruması icap etmez mi?

 

Hadisler der ki:

Güneşin olduğu yerde ay ışığının sözü mü olur? Cemalullah varken hurinin esamesi mi okunur? Elbette İslâmın son peygamberi güzel ve hikmetli sözler söylemiştir, ama mümkün müdür ki vekil, asılın yerini tutsun? İlk söz de son söz de Allah’ındır elbet. Resim ve heykelin yasak olduğunu bizim üzerimizden söyleyenler bize de, Allah resulüne de iftira atmışlardır. Allah resulü, bu dünyadan göçünce Müslümanlar onun sözlerini ya unutmuşlar, ya onlara yeni şeyler ilave etmişler, ya değiştirmişlerdir. Çoğu zaman da olayın oluş şeklini, sözlerin arka planını ve hikmetini dikkate almadan Peygamberin sözlerini yanlış yorumlamışlar, hatta Kuran’ın özüne aykırı sözler bile uydurmuşlardır. Biz hadislerin ruhu olarak bunların hepsinden bîzarız ve bunları yapanlardan şikâyetçiyiz.

Bu konuda sahih hadisler ışığı altında doğru olan şudur: Tıpkı Kuran’da olduğu gibi Hz. Peygamber’in sözlerinde de, hareketlerinde de sanata, estetiğe, resim ve heykele karşı bir tavır göremezsiniz. Onun da karşı olduğu şey putperestliktir ve bunların kötü maksatlarla kullanılmasıdır. Fakat resim ve heykelle putu birbirinden ayıramayanlar İslâm peygamberinin, insan doğasının vazgeçilmez faaliyetleri olan sanata ve estetiğe karşı olduğunu zannetmişlerdir. Düşünün bir kere:

 

Resme karşı olan bir peygamber, önce kapıda perde olarak kullanılan ve üzerinde kuş resimleri bulunan bir kumaşı eşi Hz. Ayşe’nin iki yastık haline getirmesine izin verir miydi? Ve kendisi de bu yastıkları kullanır mıydı?

Yine eşi Hz. Ayşe’nin “oğullarım, kızlarım ve kanatlı atım” diye oynadıkları oyuncakları (toplam sayısı en az yedi tanedir) evinde bulundurur muydu? “Oyuncaklarla oynadığına göre demek ki Ayşe o zaman çocukmuş. Çocuklar ise dinen sorumlu değildir. Onun için bu resim ve heykel yasağından muafiyet sadece Ayşe’yi bağlar, bizim için geçerli değildir” dediğinizi duyar gibiyim. Ama öyle düşünmeyin lütfen. Etrafınıza bakın bir. Ayıcıkları olmayan, onları yanlarından ayırmayan gelinlik yaşına gelmiş kaç genç kızımız vardır? İnsanın çocukluk davranışları büluğa erdiği gün bitmez ki hemen! Bazılarında daha da uzun sürer. Hatta bazı çocukluk duygularımız ve davranışlarımız ömür boyu devam eder. Öyle olmasaydı, dedenin torun ile atçılık oynaması mümkün olur muydu hiç?

 

Şimdi bu durumda kendi evinde resim ve figür bulunan bir peygamber: “İçinde resim bulunan eve melek girmez” diyebilir mi? Ve bu söz, kim tarafından rivayet edilirse edilsin, hangi kitapta yer alırsa alsın, Resul sözü olarak kabul edilebilir mi? Böyle bir söz, en başta, bahis konusu meleğin hangi melek olduğunun sorgulanmsıyla iflas edecektir. Zira bu meleğin Cebrail de, Azrail de, Mikâil de, İsrafil de, kirâmen kâtibin (yazıcı melekler) de, rahmet melekleri de olması mümkün değildir. Öyleyse Peygamber laf olsun diye böyle bir söz söylemiş olamaz. Bu sorgulamaları yapmayıp da bu sözü sahih hadis olarak kabul edersek İslâm, ister kitap, gazete ve dergide; ister televizyon, bilgisayar ve telefonda; ister duvar ilanlarında resimsiz bir eğitimin ve faaliyetin düşünülmediği bir dünyayı öngöremeyen ve zamanımıza hitap etmeyen bir din durumuna düşmüş olmuyor mu? Bu anlayış, İslâm’ı hayatla barışık olmayan ölü bir din haline getirmek değil de nedir? İstenilen din bu mudur?

 

Görüldüğü üzere resmin ve heykelin aleyhindeki en büyük delil olarak kullanılan bu ve benzeri hadislerin de aslında resim ve heykele karşı olmadığı anlaşılmış oluyor. Bu sebeple “Kıyamet günü azabı en şiddetli olan kimseler musavvirlerdir” hadisinde kastedilen şeyin kimselerin, tapmak maksadı güden ressamlar olduğunu söylemekle yetinelim. Zira dinimize göre en şiddetli azaba çarptırılacak kimseler, herhangi bir günah işleyenler değil, puta tapan kimselerdir. Aksi takdirde bir ağaç veya kuş resmi yapan kimse, zâniden de câniden de, milyonlarca rüşvet alan kimselerden de büyük günah işlemiş olacaktır. Böyle bir yorum ne akla, vicdana, ne de Kuran’a uygundur. Dolayısıyla biraz düşündüğümüzde bu sahih hadisin kendi kendisini izah ettiği ve herhangi bir resim yapmayı yapmayı değil, putperestlik maksadıyla tasvir yapan kimseleri hedef alır.

Tarih der ki:

Düşünüp ibret alacak ve geçmişin güzelliklerini ruhuna aksettirecek kimseler için en sağlam şahit benim. Doğru kaydedilmiş bilgilerle aranızda yaşamaya devam ederim. Veya sizi binlerce yıl geriye götürür, atalarınızla, olaylarla, eserlerle buluşturur, onlarla hasbıhal ettiririm. Hiç kimsenin tesiri altında kalmam, hatır gönül dinlemem. Bazen acımasız olsam da bu sebeple geçmiş olaylarda hep benim hakemliğime başvurulur. Benimle dost olanlar hep aydınlanırlar, atlıım yaparlar, gelişirler; asla mahcup ve mahzun olmazlar. Fakat beni yok sayanlar, zekâ özürlüler, bunaklar ya da divaneler gibi ilkellikten kurtulamazlar ve sessiz sedasız yok olup giderler. Ödlekler, korkaklar, peşin fikirliler, ideoloji bezirgânları da benden hazzetmezler.

Şimdi Hazret-i Peygamber Mekke’yi fethedip Kâbe’nin içine girdiğinde elini duvardaki çocuk İsa’yı annesi Meryem’in kucağında gösteren bir resmin üzerine koyup:

– “Elimin altındaki (resim, fresk) hariç diğerlerini yok ediniz” demiştir desem buna kaç kişi inanır? Ama tarihçilein ifadesine göre Kâbe’nin içindeki bu resim, Hicri 63. Yılda Emevi komutanı Haccac-ı Zâlim Kâbe’yi mancınıkla yıktırıncaya kadar yerinde aynen kalmıştır. İnanmadınız, değil mi? O zaman hiç itiraz edemeyeceğiniz, çünkü sahabenin de hiç itiraz etmediği başka bir şey söyleyeyim:

– Peygamberimiz, nübüvvetin ilk yılından Mekke’nin fethedildiği güne kadar (kısa bir dönem hariç) hep Kâbe’ye dönerek namaz kılıyordu. Herkes de biliyordu ki o sırada Kâbe’nin içi putlarla doluydu. Fakat bunu, bütün ömrünü putperestliğe karşı mücadeleyle geçiren Peygamber de sahabe de mesele olarak görmüyordu. Çünkü gerek Allah resulünün, gerekse sahabilerin imanları öyle muhkemdi ve kalpleri Allah inancı ile doluydu ki orada başka hiç bir şeyin kendisine yer bulması mümkün değildi. Soyut Allah fikrine ve soyut düşüncenin zirvesine erişmiş herkes böyle düşünmekteydi. Zaten “ameller niyetlere göredir” sözü de bunun en veciz ifadesidir.

Yine başka bir somut delil ister misiniz? Hem de Kâbe’yi tavaf edenlerin Makam-ı İbrahim’de kendi gözlerinizle gördüğünüz, fakat bir çoğunuzun bunun, İslâm’da resim ve heykel açısından anlamını hiç düşünmediği bir belge. Malum olduğu üzere Makam-ı İbrahim denilen yerde bir camekânın içinde bir taş parçasına oyma olarak işlenmiş Hz. İbrahim’in ayak izi bulunmaktadır. Bu taş oyma, Kâbe’nin içinde Hz. Peygamber’in görüp muhafaza altına aldırdığı bir eserdir. Yapılış maksadı da Araplar arasında mevcut olan nesep ilmiyle ilgili bir husustur, Zira Araplar bir kimsenin hangi kabileye mensup olduğunu ayaklarına bakarak tayin ederlerdi. Bu sebeple Hz. İbrahim’e atfedilen ve o zaman dahi Kâbe’nin içinde muhafaza edilen bu eseri Hz. Peygamber’in görmemesi mümkün değildir. Zaten her türlü eski esere ve tarihî yadigâra karşı olan Vahhabi Suudilerin diğer eserleri yok ettikleri halde bunu yok edememeleri de bu ayak izinin baskın özelliği sebebiyledir. Bu arada Hz. Peygamber’e atfedilen ve Osmanlılardan beri Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilen siyah bazalt taşa oyulmuş ayak izinin olduğunu da hatırlatalım ve ikisi arasındaki bağlantıyı sizlerin düşüncesine bırakalım.

 

Diğer bir örnek ise şudur: Hz. Ömer’in İran üzerine gönderdiği ordunun başkomutanı Sa’d İbni Vakkas, Kadisiye Savaşı’ndan sonra Sasanîlerin duvar resimleriyle süslü sarayında namaz kılmakta sakınca görmemiştir. Çünkü Sa’d, Hz. Peygamber’i örnek alarak bunları put olarak değil, tarihî eser olarak mütalaa etmişti. Ve “Yeryüzünü gezin dolaşın da geçmiş kavimlerin başına neler gelmiş, görünüz” ayetinin bu eserleri korumaya delalet ettiğini çok iyi biliyordu. Ahmed ibn Hanbel’in Müsned isimli kitabında manastır anlamına gelen “savma”lara dokunulmamasını söyleyen bir hadis de bu ayetlerin ışığında vazedilmiş olmalıdır. Esasen Peygamberin Müslüman olan kabilelerin reislerine verdiği bayraklarda ve sahabilerin kullandığı eşyalarda da aslan, kartal, hilal motifleri vardı. Ve ilk devirde Müslümanlar fazla dikkat çekmeyen küçük ebatlı resimli eşyaları kullanmakta bir sakınca görmüyorlardı.

Sonuç olarak geçmiş putperest veya başka bir dine mensup toplumların yaptıkları mabet veya şehirlerin yıkılmasını ya da hor görülmesini isteyen sözlere ne Kur’an-ı Kerim’de ne de hadislerde rastlamak mümkündür. İslâm’ın karşı olduğu şey, tarihî eserler, arkeolojik kalıntılar değil; putlardır. Eğer kendisine ibadet edilen birtakım nesneler, onlara inanan ve ibadet eden insanlar kalmazsa artık “yok edilmesi gereken yasak nesne” olmaktan çıkar, “tarihî eser” olur. Hazreti Peygamberin Kâbe’deki Cahiliye devri putlarını kırdırdığı halde, Hz. İsa’yı Meryem’in kucağında gösteren resmin tahrip edilmemesini istemesinin mantığı budur. Bununla beraber Nebi, Medine’de münafıkların fitne merkezi olarak kullandıkları Dırar Mescidi’ni yıktırmıştır. Yine Kur’an-ı Kerim’de Firavun aleyhine o kadar ağır ifadeler bulunmakla birlikte, Mısır Müslümanlar tarafından fethedildikten sonra Firavunun burada yaptırdığı eserler ve heykeller yok edilmemiştir. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Gize’de piramitlerin yanındaki Sfenks’in yüzünün tahrip edilmesi Memlukler (1370’ler) zamanında Muhammed Sofi isimli bir kişinin işgüzarlığının eseridir. Üstelik bu kişi bunu yaptığı için öldürülmüştür. Hz. Peygamber tarihi eser ile put arasındaki farkı kesin çizgilerle belirlediği için 8. ve 9. yüzyıllarda Bizans Ortodoks Hristiyanların uyguladığı ikonaklazm (put kırıcılığı) benzeri bir tahribata girişmemiştir. Zira onun hedefi putların şeklen yok edilmesinden çok, beyinlerde yok edilmesiydi. Asıl önemli olan buydu. Nitekim aradan geçen bu kadar zamana rağmen Yemen ve Suudi Arabistan müzelerinde sergilenen İslâm öncesine ait heykellerin hiç birisi bugün mevcut olmazdı.

Buna rağmen bedevi Vahhabi zihniyetli Suudiler ile onun ideolojik devamı mahiyetindeki Taliban ve selefi İŞİD militanları tarihi eser düşmanlığında Müslümanların yüz karası olmuşlardır. Afganistan tabanlı terör örgütü, Bamyan şehrinde M. 8. Yüzyıldan beri Müslüman hâkimiyetinde hoşgörü anıtı şeklinde varlığını sürdüren Buda heykellerini 2001 yılında dinamitle patlatarak imha etmiştir. İŞİD ise 2015 senesinde Irak Ninova’da ve Suriye Palmira’da bulunan İslam öncesi eserleri imha ve talan etmekle bütün dünyanın nefretini kazanmışlardır.

 

Şimdi tekrar Ayasofya konusuna dönecek olursak şunu görürüz. Ayasofya gerek mimarisi, gerekse tarihi itibariyle Dünyanın en çok bilinen ve saygı duyulan eserlerinden biridir. Hatta kubbe düzenlemesiyle ve hacmiyle ilk devir Osmanlı Türk mimarisinin gıpta ettiği bir abidedir. İçinin tezyinatı, teknik özellikleri, ikonaları ve freskleri de Bizans sanatının en başarılı örnekleridir.

 

Eserin burada bizi ilgilendiren yönü mimarisinden ve sanatsal özelliklerinden çok camiye çevrilmesinden sonra içindeki Hristiyan inancını ve sembollerini yansıtan ikonalar ve fresklerin durumudur. Ayasofya’yı camiye çevirenlerin önünde iki seçenek vardır:

 

Ya Ayasofya’nın içindeki ikonaları ve mozaikleri Fatih Sultan Mehmet’in, sonraki Osmanlı padişahlarının ve Cumhuriyet hükumetlerinin yaptığı gibi olduğu şekliyle yerlerinde bırakmak.

Ya da İŞİD, Taliban ve Vahhabiler gibi bu sanat eserlerini doğrudan doğruya fiziki olarak, veya bunları oldukları yerden söküp başka yere nakletmek suretiyle değersizleştirerek manevi olarak tahrip etmek.

Bunlardan herhangi birini tercih etmek din ve dünya görüşünün de aynası olacaktır. Böylece günümüz Türkiye’sinin ve İslam dünyasının nasıl bir zihniyet tarafından yönetildiği; onun tarihe, tarihî esere, uygarlığa, sanata nasıl baktığı da ortaya çıkacaktır. Diğer bir deyişle yukarıdan beri delilleriyle birlikte izah etmeye çalıştığımız bilgiye, sevgiye, tarihe, estetiğe ve insan onuruna değer veren medenî bir İslâm anlayışı mı, yoksa cahiliye geleneğinin devamı olan bedevilik mi din adına söz söylemektedir?

Birincisini yapmak için millî ve dinî bilincin yanında evrensel değerlere sahip olmak ve de Kuran’ın ulvi mesajını özümsemek gerekirken ikincisi için zıvanadan çıkmış bir tahakküm duygusu, korkunç bir kin, nefret ve cehalet yeterlidir. Sözü, İslâm dinini en iyi tanıyıp yaşayanlardan biri olan merhum Mehmet Âkif’in sanat ve medeniyetin değerini gayet etkili ve zarif bir şekilde dile getiren bir şiiri ile bitirelim:

 

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir,

 

Onu en çolpa herifler de emin ol becerir.

 

Sade sen gösteriver ‘işte budur kubbe’ diye,

İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.

 

Ama gel kaldıralım dendi mi heyhat o zaman,

Bir Süleyman daha lazım yeniden bir de Sinan.

 

NOT: İslâm’da resim, heykel, sanat, estetik, tarihî eser ve arkeoloji kavramları hakkında geniş bilgi edinmek ve burada verdiğimiz alıntıların kaynaklarını görmek için Akçağ Yayınları arasından çıkan  “İslâmda Sanat Sanatta İslâm” isimli kitabımıza başvurabilirler.

Nusret ÇAM – İslam’da Sanat Sanatta İslam

Recep YAZGANRecep YAZGAN