Fikir
Giriş Tarihi : 20-03-2016 11:54   Güncelleme : 20-03-2016 11:54

Ebubekir Sifil: İstiğase Vardır!

İstiğase dediğimiz şey o anda orda olmayan, hazır olmayan bir varlıktan yardım istemek

Ebubekir Sifil: İstiğase Vardır!
İstiğase dediğimiz şey o anda orda olmayan, hazır olmayan bir varlıktan yardım istemek. İstiğâsenin nasslara daha doğrusu tevhide aykırı olmasının sebebi nedir? Size yardımı dokunamayacak birisinden yardım istiyorsunuz. Bunu bir takım nasslar çerçevesinde ele aldığımızda –maksat tartışmak ise- biz mevcut varlıklardan da yardım istemenin tevhide aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Yani müsebbibu’l esbâbı hesaba katmadan, sebeplere sebep olma özelliğini kazandıranı hesaba katmadan mahlukatı siz kendinden kudretli varlıklar olarak algılarsanız bu tevhide aykırı olur. ما رميت اذ رميت و لكن الله رمي  “Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Bu ayeti nasıl anlayacağız? Onun için Ehl-i Sünnet alimleri tevellüdü reddeder, Mutezile bunu şiddetle savunur. İşte matematik kesinlikte eğer şu fiil şöyle işlenirse sonucu şu olur gibi, siz yayı gerdiniz oku bıraktınız, hedef neresiyse ok oraya gider, bu şaşmaz derler. Ehli Sünnet der ki: Hayır, zorunluluk yok. Allah dilerse ateş İbrahim’i yakmaz. Onun için Ehli Sünnet tevellüde itiraz eder. Matematik kesinlikte olayların birbirini doğurması ve neticelendirmesi doğru değildir. İlahi kudret buna taalluk ettiği sürece bu böyledir. İlahi kudret buna taalluk ederse bu olur, etmezse olmaz. İstiğâse bahsi de böyledir. Sizin düzenli kullandığınız ilacın bizzât kendisinde mi bir iyileştirme vasfı var? Yoksa ona o vasfı veren mi var? Yahut siz doktora gittiğinizde şifanın ondan geldiğini düşünerek mi gidiyorsunuz? Yoksa zihninizin arkaplanında otomatik işleyen bir mekanizma mı var? Yani karnım acıktığında hemen nasıl yemek yiyorsam, bu benim nasıl yemekten medet ummam mânâsına gelmezse, karnım ağrıdığında doktora giderim, bu benim doktordan medet ummam değildir. Sünnetullah böyle olduğu için, benim iyileşmemi bu sebeplere bağladığı için böyle yapıyorum. İstiğâse de böyledir. Allah Teâlâ nezdinde belli bir mevkii olan varlıklar var, mesela melâike-i mukarrebûn var, peygamberler, salih insanlar var. Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran vesilelerdir ve o insanlar ölüp gitmekle o kıymetleri eksilmez, azalmaz. Çünkü bu varlıkları onların bedenlerine bağımlı, bedenle birlikte yok olup giden bir varlık değil. Her varlığın bir hakikati var. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm sahabiye imanın hakikatini soruyor hadiste. Herşeyin bir hakikati var, insanın da bir hakikati var. İnsanın hakikati bu bedene mahsus derseniz yanılırsınız. Beden çürüdüğünde hakikati biter o zaman. Demek ki Allah Teâlâ bazı şeyleri bazı vesilelere bağlıyor. Tıpkı sahih hadiste mağara ashabında olduğu gibi, salih amellere bağlamış. Hz. Yusuf Aleyhisselâm babası Hz. Yakup Aleyhisselâm’ın yanına giderken önce gömleğini göndermiş. “Bunu götürün, alsın gözlerine sürsün, açılır” demiş. Oysa Hz. Yakup bir peygamber, Allah’la daimi iletişimi olan bir peygamber. Dua edecek gözleri açılmayacak, ama bir bez parçasını sürünce açılacak. Allah Teâlâ her şeyi bir şeye sebep kılmış. Bunun da o sebepler cümlesinden olarak değerlendirilmesinin bir mahzuru yok. Ta ki siz istiğâsede bulunduğunuz insanın bizzat kendisinde, kendisiyle kaim bir kudret olduğuna inanana kadar. Buna inanırsanız burada tehlike başlar. Tıpkı doktorun kendisinde zâtıyla kaim bir kudret olduğuna inanmanız gibi. Tıpkı ilacın kendisinden kendisiyle kaim bir iyileştirme kudretinin olduğuna inanmanız gibi. Burada nasıl bir tehlike varsa, orda da öyle bir tehlike var. İkinci bir husus: Bu bir farz, vacib, emir değil. Yani sıkıştığınızda Allah’ın sevgili kullarından yardım isteyin diye bir emir yok. Bunlar şer’i menduplar çerçevesinde cereyan etmiş şeyler. Siz başvurmazsınız, öbür adam başvurur. Efendimiz’in saçıyla, sakalıyla teberrükte bulunulduğunu biliyoruz. Bunlar birbirinden farklı kavramlar olabilir. Ama İmam Ahmed gibi bir büyük imam vefat ederken Efendimiz’in saçının veya sakalının bir kılının ağzına konulmasını vasiyet etmiş. Hafız Zehebi Siyerü Alami’n Nübelâ’da naklediyor. Hz. Enes’in bir rivayette annesine, bir rivayette babasına saçından, sakalından bir tutam gönderdiği sahih rivayetlerde naklediliyor. Yine Müslim’de geçen bir rivayet: Ümmehât-ı mü’mininden birisi “bir küçük kavanozun içinde Efendimizin sakalının bir kılı bulunurdu yanımızda” diyor. “İşte çoluğu çocuğu hastalanan kişiler ellerinde bir kap suyla gelirlerdi bize, biz de o teli alırdık oradan, o suyun içine batırırdık. Onlar da kabı götürür, hastalarına içirir ve şifa bulurlardı.” diyor. Bunlar sahih rivayetler. Şimdi biz kılın kendisinde mi kudret vehmediyoruz? Hayır. Bu kılın sahibinin Allah indindeki makamından mevkiinden.. Bunun farkındayız, sahabi de onun farkındaydı. Onun için dedim tevessül meselesinde İbni Teymiyye’ye gelene kadar bir ihtilaf yoktur. Kısacası bu meseleyi ümmetin birliğini bütünlüğünü zedeleyici hususlar olarak gündemde tutmak yanlıştır. Tevessülde bulunan kişide eğer tehlikeli bir eğilim yanlış bir kabul varsa şuurlu müslümana düşen onu uyarmaktır. “Bak sen yanlışa doğru gidiyorsun, şu çerçeveyi, şu sınırı aşma.” der. Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker vazifesini yapar. Ama hadi diyelim ki İbni Teymiye’den sonra bu mesele muhtelefun fih bir mesele oldu. Muhtelefun fih bir meselede insanların birbirlerini şirk ve küfürle itham etmeleri nasıl bir şeydir? Yani en azından şunu diyebilmemiz lazımdır: Bu meselede ulema ihtilaf etmiş. Sen şu alimin görüşünü benimsemişsin, ben öbür alimin görüşünü benimsemişim. Birbirimize hakkı tavsiye çerçevesi içinde tutarak birbirimizi ikaz edelim, birbirimizi tekfir etmeyelim. – Biraz daha netleşmesi için soruyorum: Kimilerinin medet ya şeyh gibi hitaplarını nasıl düşüneceğiz? Yoksa olmasa daha iyi mi olur diyorsunuz? Bu meselede ne dersiniz? Şimdi bir takım mübahlar vardır. İşleyenin durumuna, işlendiği ortama ve işleniş niyetine göre hüküm değişebilir. Yani bir adam öyle dese bu tek başına ele alındığında mubah bir şeydir. Ama böyle derken bu adam Abdulkadir Geylani hazretlerinin kendisinde zâtıyla kaim bir kudret vehmederek böyle söylerse bu tehlikelidir. Ama özellikle muteahhirûn müfessirler وابتغوا اليه الوسيلة ayetini bu çerçevede değerlendirmişler. Buradaki vesile mutlaktır. Her türlü vesileyi içine alır. Allah Teâlâ’ya yakınlaşmak için insan her türlü meşru vasıtayı vesile edinebilir. – Yetiş boğuluyorum diyor mesela. Buraya indirgeyebilir miyiz meseleyi? Yani böyle bir panik hali var tabii burada. Birazda belki insanın hemen yakınındakini görmesi daha sık cereyan eden bir şey. Evet önemli olan insanın Allah’la irtibatının daim ve kaim olmasıdır. Ama bu bir takım şeylerin başka bir takım şeylere vesile olduğu gerçeğini de inkar etmemizi gerektirmez. Böyle bir vartaya düşmüş bir insan mesela kamyonla gidiyor kamyon yuvarlanacak dedi ki: “Ya Şeyh Abdulkadir! Varsa bir şeyin gel.” – Hocam adamın birisi işkence çekerken yazmış bunu. Abdulhakim Arvasi hazretlerinin ruhundan himmet talep ettim gibi bir cümle kullanıyor mesela. Ve bundan fayda gördüğünü de söylüyor. Bu bir motivasyon mu, yoksa böyle bir şey mümkün müdür? Mümkündür. Ruhların böyle bir tesir kabiliyeti vardır. Fahreddin Razi bunu el-Metâlibu’l Âliye’de çok uzun bahisler halinde zikrediyor. Diyor ki: “Bir adam salih bir adamın kabrinin başına gitsin. Bugün kü tabirle trans haline geçsin, o ölünün ruhu ile bu dirinin ruhu arasında bir iletişim olur.” Yani ölmüş gitmiş bir adamın ruhu dirilerle irtibata geçebilir mi? Geçebilir, mümkündür bu. Şimdi ölünün ruhunun dünyayla taallukatının kesilmediğini biliyoruz. Yani bu konuda öyle derin felsefi tahillere gerek yok. Siz Kur’ân okuyup gönderdiğinizde ölünün ruhu ondan istifade ediyorsa, demek ki ölünün ruhunun dünyayla taallukatı kesilmiş değil. Cenaze namazı kılıyoruz. Niye kılıyoruz? Cansız bir bedeni koyuyorsunuz musallaya, önünüze alıp namaz kılıyorsunuz, ona dua ediyorsunuz, imam efendi “merhumu nasıl bilirsiniz” diyor, siz de “iyi biliriz” diyorsunuz. Bunu niye yapıyoruz, ölmüş gitmiş bir adamın ne faydası var bundan? İşte ölünün bu dünyayla taallukatı devam eder. Burada akla “bu istiğâse değil ki” gibi bir düşünce gelebilir. Ama bizim için önemli olan burada ölünün dünyayla irtibatının kesilmediğidir. Kur’ân okursunuz, onun ruhu ondan istifade eder. Sadaka-i cariye olur, yine faydasını görür, ruhlar birbiriyle görüşür. Bedir kuyusuna atılan müşriklere Efendimiz hitap ediyor ve sahabe diyor: “Ya Resulallah! Ölmüş gitmişler duyarlar mı?” O da buyuruyor: “Bunlar sizden daha iyi duyarlar.” Dolayısıyla ölmüş gitmiş diye bir adamın dünya ile ilişkisi bitmez, devam eder. Hele bu adam Allah indinde makbul bir makama sahip bir kul ise onun durumu daha başka olur. İşte çoğumuz duyuyoruz görüyoruz evliya ve şehid cesetleri çürümüyor. Bu bir varlık mertebesidir. Varlık dediğimiz şeyden başlamak lazım belki bu konuda. Çünkü varlığı biz duyu organlarımızla, hissiyatımızla sınırlı sanıyoruz. Bunların birincisi bizim yaşadığımız hayattır. Bir başkası şehidin hayatıdır. Bir başkası meleklerin yaşadığı varlık mertebesidir. Mesela bir başkası İsa Aleyhisselam’ın varlık mertebesi. Halen yaşıyor ve tekrar gelecek. Bu mesele biraz da “his” meselesi. Yani insanın derununda duyması gereken bir şey. Bir “hâl” hâli. Ama tekraren söyleyeyim bunu yapmak farz değil, vacib değil. Bir insan bunu yapmasa günaha girmez. Ama bunu meşru çerçeve içinde yapanları da şirk ve küfürle suçlayamayız. Kaynak : Guraba Mecmuası
adminadmin