Analiz
Giriş Tarihi : 20-08-2020 14:23   Güncelleme : 20-08-2020 14:23

Ehli Sünneti Hedef Alan Maksatlı Çalışmalar

“Ehl-i Sünnet”, adını “Sünnet” kavramından alan ve Rasülüllah (s.a.v.) ile onun Ashabının yolunu temsil eden itikat mezhebidir.

Ehli Sünneti Hedef Alan Maksatlı Çalışmalar

Bu bakımdan Ehl-i Sünnet, dinin aslı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği risaletin özüdür. Bazı kaynaklarda bu tanıma “salihlerin yolu”[2] ve “orta yol” nitelemesi de eklenmiştir.

Asırlar sonra ortaya çıkan ve İbn Teymiye (ö.728/1327) ile başlayan “Selefilik” akımının ise ilk iki nesli temsil eden “Selefiyye”le bir ilgisi yoktur.

İbn Teymiye’nin başını çektiği “Selefilik”, bazı noktalarda da tenkit edilmiştir. Günümüzde ise, bir de “Kur’an İslâmı” sapkınlığına paralel olarak “Neoselefilik” diye bir akım hortlamıştır. Bunlar, ayet ve hadisleri kafasınca ve menfaatlerine göre anlamaya çalışıp, ortalıkta terör estirmektedirler.

Ortadoğu’da gelişen bu akımın da hem İslam’ı ve Müslümanlığı kötü göstermek hem de İslam dünyasını kaosa sürüklemek amacıyla Batı tarafından tesis edildiğini ve desteklendiğini düşünüyoruz. Durumdan vazife çıkaranlar ise, işin perde arkasını atlayıp, İslam’ı ve Müslümanları suçlamayı maharet kabul etmektedirler.

 

EHL-İ SÜNNET’İ SULANDIRMA YÖNTEMLERİ

Şia ile Ehl-i Sünnet’i Eşit Göstererek

Ehl-i Sünnet’i sulandırma yolunda başvurulan yöntemlerden en dikkat çekeni, Şia ile Ehl-i Sünnet’i, itikat ve anlayış bakımından eşit gösterme çabalarıdır. Halbuki “Şia” genellemesine “Gulât-ı Şia” da girmektedir. Gulat-ı Şia, Ehl-i Sünnet tarafından direk t olarak tekfir edilmiştir. Zira Gulat-ı Şia, Hz. Ali’yi ilah olarak bile görmüştür.

Sahabeyi tekfir edip onlara açıkça düşmanlık edenler, “Mehdi-i Muntazar” gelince Ebubekir ve Ömerler de dünyaya geri dönecekler, o zaman hepsinden intikam alacağız, Hz. Aişe (r. anhâ), Talha (r.a.) ve Zübeyr (r.a.) vd. bazı sahabe, domuz ve köpekten (hâşâ) daha pistir, Kur’an eksiktir (!), Ebubekir ve Ömer, riyaset hırsıyla Kur’an’ı tahrif etmişlerdir (!), Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Ebubekir ve Ömer başta olmak üzere çoğu irtidat etmiştir (!), sahabe Hz. Ali’ye biat etmediği için kâfir olmuştur (!)  vs. diyenler, Kur’an ve İslam nazarında asla iman ehli olarak kabul edilemez. Bu hakikatleri söylemekten maksadımız asla bir guruba veya fırkaya karşı husumet veya düşmanlık değildir. Maksadımız, ilmi bağlamda ve objektif bir bakış açısıyla İslam itikadı bağlamında tarihi gerçekleri aydınlatmaktır.

Zira, bu söylemler, Kur’an ve Sünnet’te açıkça bildirilen iman esaslarına terstir. Örneğin, ayet-i kerimede Kur’ân’ın mutlaka korunacağı vurgulanırken, “Kur’an eksiktir ve tahrif edilmiştir” demek, bu ayeti açıkça inkâr etmek anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim sahabeyi açıkça tezkiye ederken bunları akıl almaz şekilde küfürle veya Kur’ân’ı tahrif etmekle suçlamak, Allah’ın onlar hakkındaki tezkiyesini inkâr etmek anlamına gelir. Bunun yanında Kur’an’ın tahrif edildiği düşüncesini itikat edinen bir kişi, Kur’an ve Sünnet’i bize aktarmada ilk basamak olan sahabeyi hainlikle, irtidatla (dinden dönmek) ve Kur’an’ı tahrif etmekle suçlamış olmaktadır. Böyle bir anlayışın imanla bir alakasının olmadığı aşikardır.

 

ILIMLI İSLAM HEVESİ YATIYOR

Şia ve Ehl-i Sünnet’i aynı kefede tartma arzusunun temelinde de kanaatimizce “ılımlı İslam” anlayışı yatmaktadır.

Zira Batı, son zamanlarda misyonerlik faaliyetleri kapsamında, açıktan Hristiyanlığa davet yerine “diyalog” gibi gizli yöntemlerle Müslümanları inancından uzaklaştırmayı hedeflemekte, gerçek İslam’ın sulandırılıp Müslümanlara takdim edilmesi için her yolu denemektedir. Bu yollardan biri de İslam itikadından uzaklaşmış ama adı “Müslüman” olan fırkaların batıl anlayışlarını gerçek İslam itikadıyla harmanlayıp “sahte bir İslam anlayışını” Müslüman dünyaya yutturmaktır.

Bu suretle adeta, temiz suyumuza kirli su dökerek safi suyumuz kirletilmek istenmektedir. “Ilımlılaştırılmak” istenen sözde İslam modeli de budur. Zira “Batı”, adı Müslüman olan bu fırkaların anlayışını İslam dünyasına empoze etmenin, açıktan küfrü empoze etmekten çok daha kolay ve mantıklı olduğunu düşünmektedir. Gerçekten de öyledir. Dolayısıyla Müslüman dünya, çok tehlikeli bir oyunla karşı karşıyadır.

Öte yandan, İslam’ın itikat esasları çok açık ve nettir.

Bu itikadı kabul eden mümin/müslüman olur, kabul etmeyen ise gayr-i müslim’dir. İslam’da iman etmenin ve bu imanın sahih olmasının şartları oldukça açıktır.

Öyleyse, Müslüman olmak, belli bir çizgide bulunmayı zorunlu kılar. İslamiyet, gayr-i müslim olmaya müsaade eder ama, dini sahtekarlığa müsaade etmez. Stratejik siyaset gereği olarak dünya milletleriyle iyi geçinmek ayrı bir konudur, inanç birliği dolayısıyla bir topluma kucak açmak ayrı bir konudur. Bir kimsenin veya bir topluluğun, kendisinin Müslüman olduğunu söylediği halde, İslam’ın esaslarına aykırı inanışa sapması, hatta İslam’ın temellerini yıkıcı inanış ve davranışlarda bulunması, Müslümanlık değil “hâinlik” olur. Siz, dost diye bir “hâin”le yola çıkarsanız, o takdirde en küçük bir zaaf anınızda arkadan hançerlenirsiniz… Özellikle son yıllarda Batı’nın, gerçek Müslümanlığın içerisine İslam’la alakası olmayan düşüncelere sahip bazı kitleleri katıp karıştırma veya onları birleştirme hevesi, sadece ve sadece, “âk u pâk” olan İslam itikadını bozmak ve bu surette kültürel bağlarımızı eritme amacına yöneliktir. O halde, bu hususta uyanık ve dikkatli olmamız gerektiği aşikardır.

 

Maturidiliği Akla Dayalı İtikadi Mezhep Olarak Göstermek Suretiyle

Son zamanlarda dikkati çeken en maksatlı gayretlerden biri de Maturidiliği akla dayalı bir itikadi mezhep gibi gösterme çabasıdır. Halbuki İmam Maturidi, akla dayalı din anlayışını savunan Mutezile’ye aksülamel olarak çıkmış ve “kelâmi metot”u kullanmıştır. Kelamî metod, akla önem vermekle birlikte vahyi hareket noktası kabul eder. Bu bakımdan İmam Maturidi, aklı, naklin kontrolünde kullanmıştır. Bu metotta akıl hâkim değildir. Yani aklın yanında nakil ikinci plana alınmaz, akla uymayan nakil/vahiy inkâr edilmez. Akıl sadece istidlal için kullanılır, nakli anlamaya vasıtadır, Nitekim, analiz, sentez, kavrayış akılla mümkün olduğu gibi, içtihad da akıl aracılığıyla yapılır. Aklı olmayanın zaten dini sorumluluğu da yoktur.

Dolayısıyla İmam Maturidi’de dini bilgide akıl, dinin kaynağı değil, düşünme, akletme ve istidlal aracıdır.

Nassın olduğu yerde akıl asla bilginin temel kaynağı değildir. İmam Maturidi’nin genel olarak duyuları, sahih haberi ve istidlâl/nazar/akıl yürütmeyi bilginin genel kaynağı kabul etmesi, onun salt akılcı veya genel olarak akılcı olduğu anlamına gelmez. Nitekim o, duyularla ve akılla ulaşılamayan bilgiye, ancak doğru haberle ulaşılabileceğini açıkça ifade etmiş, nassları ihmal etmeden, itikadi esasları ve ana ilkeleri akılla izah etmeye çalışmıştır.

O halde İmam Maturidi, günümüz sapkınlarının iftira ettiği gibi, akla uymayan nassları asla reddetmemiştir. Bu bağlamda Ehl-i sünnetin aklı kullanması ile, Mutezilenin aklı kullanması arasında çok büyük fark vardır. Mutezile, Ehl-i Sünnet’in aksine, akla çok fazla ehemmiyet vermiş, neredeyse meselelerde aklı hakem kabul etmiştir.

Kezâ İmam Maturidi, sünnet’e büyük önem vermiş, ayet-i kerimelerde belirtildiği gibi, Peygamber’e itaatı Allah’a itaatla aynı mahiyette tutmuştur. Bu bağlamda mütevatir haberi, mutlak bağlayıcı ve onunla ameli zorunlu kabul etmiştir. Allah’ın, ümmete büyük bir lütfu olarak kabul ettiği icma’yı da mütevatir haber değerinde saymıştır. Dolayısıyla ona göre, icma ile ortaya konan hükümler de mutlak bağlayıcıdır.

İmam Maturidi, “zann-ı galib” olarak değerlendirdiği “haber-i vahid”in belirttiği hükümle amel etmeyi de gerekli kabul etmiştir.

Kur’an’da kapalı bir şekilde işaret edilen itikadi konulara, sahih olması şartıyle, ahad haberlerle istidlal olunabileceğine inanmıştır. Fıkha ve fıkıh usulüne sıkı sıkıya bağlı kalan İmam Maturidi, Maveraünnehir’de Hanefi fıkhının temsilcisi olmuş, fıkıh ve fıkıh usulü alanında eserler vermiştir. Kelamullah olan Kur’an ayetlerinin mutlak kabul edilmesi gerektiği hususu ise izahtan varestedir.

İmam Maturidi, özellikle “sem’iyyât” denilen ve ancak nakille/vahiyle bilinebilecek konularda nakli/nassı en çok kullanan kişi kabul edilmektedir. “Kitâbu’t-Tevhid” de, “Akıl ve Sem’ (nakil), dinin anlaşıldığı iki asıldır” dedikten sonra, duyularla elde edilen bilgiyi olsun, haber-i sadıkla gelen bilgiyi olsun, reddetmeyi, inkarcılık ve muannitlik/inatçılık olarak nitelemektedir. Bunun yanında gerek vahiy dışı haberle olsun gerekse duyularla ve akılla olsun, “iyi” ve “kötü” nün idrak edilemeyeceğini belirtmesi, yine vahyi asıl aldığının işaretidir.

 

İmam Azam Ebû Hanife (r.a.)’in Akılcı Bir Din Anlayışına Sahip Olduğu İddiasını İleri Sürerek

Her şeyden önce şunu belirtelim ki hak mezhep imamların tamamı, dinde Kur’an ve Sünnet’i ana temel olarak kabul etmişlerdir. Bütün İslam alimleri, dini hüküm çıkarmada kaynak ve usul olarak “Muaz” (r.a.) hadisini delil alırlar. Muaz hadisi şöyledir:

Rasülüllah (s.a.v.), Muaz (r.a.)’i Yemen’e vali olarak gönderirken, “Sana arz edilen bir meselede ne ile hükmedeceksin?” diye sorduğunda Muaz (r.a.), “Allah’ın Kitabıyla” cevabını verir. “O’nda bulamazsan?” diye sorunca, “Rasülü’nün Sünneti’yle” der. “Onda da bulamazsan?” diye sorunca, Muaz (r.a.) “kendi görüşümle içtihad ederim” diye cevap verir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Muaz’ın cevabına memnuniyetini ızhar ederek elini Muaz’ın göğsüne vurarak şöyle buyurur: “Allah’ın Rasülü’nün elçisini (doğru cevaba) muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.”

Bu hadis-i şerif, dinin kaynaklarını en güzel şekilde özetleyen bir delildir.

İslam alimleri bu hadisi baş tacı edinmişler ve bu hadisle birlikte diğer naslardan hareketle, Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’ı dini asli deliller olarak kabul etmişlerdir. Önemli bir dini delili olan “icmâ”, hadisi-i şerifte açıkça görünmüyorsa da esasen içtihat kapsamında gizlidir. Zira icmâ, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonraki herhangi bir asırdaki müctehidlerin, hükmü açık olmayan şer’î bir mesele üzerinde (içtihatlarında) ortak karara varmalarıdır. İcmâ’nın asıl delili ise ayet-i kerime ve diğer hadis-i şeriflerdir.

Kitap, Sünnnet, icmâ ve kıyas’tan oluşan asli delillerin kaynak olarak kabul edilişinde İslam alimleri arasında bir ihtilaf bulunmazken,[38] fer’i deliller konusunda zaman, şartlara göre yöntem farklılıklarına bağlı olarak farklı tercihler ortaya çıkabilmiştir. İmam Azam Hazretleri’nin fıkıhtaki delilleri şunlardır: Kitap, Sünnet, Ashab’ın Fetvaları, İcma, Kıyas, İstihsan, Örf-Adet.

Bu delillere bakılacak olursa, maksatlı çevrelerin İmam Azam hakkında çarpıttığı gibi bir “akılcılık” anlayışı görülemeyecektir.

İmam Azam’ın fıkıh silsilesi de onun akılcı değil, nakle bağlı büyük bir alim olduğunu ortya koyan delillerdendir. Nitekim onun fıkıh silsilesi, “Hammad b. Ebî Süleyman, İbrahim Nehaî, Alkame, Esved ve İbn Mesud” kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dayanmaktadır. Hadis konusunda çok sıkı olan İmam Azam, hadis sabit olduğunda onu almakta hiç tereddüt göstermemiştir. Zira dinde ana kaynak, Kur’an ve Sünnet’tir. Bunun yanında kendisi, “Ehl-i Rey/içtihad)” okulunun temsilcisi durumundadır. İmam Azam önce, sahabeden Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mesud (r. anhüm) da rey ehlidirler.

Sahabeden sonra İmam Azam’ın temsilcisi olduğu Rey Ehli, Basra ve Kûfe gibi yerlerde hadisin kaynağından (Sahabeden) uzak olduklarından, hadis olması şüpheli olan rivayetleri kabul etmeyip, dinde hükmü açık olmayan meseleleri, sağlam nasslar üzerinden içtihat ederek çözme yolunu tercih etmişlerdir. Bunda maksat akla dayanmak değil, yine vahiy kaynağına bağlı kalmaktır. O, kuvvetli mantık ve sağlam muhakemesi sayesinde kıyası en mükemmel şekilde işleyebilmiştir.

Bilindiği gibi “kıyas”, asla akılcılık değildir. Aksine “kıyas”, aralarında ortak illet bulunması sebebiyle hakkında açık şer’î delil bulunmayan bir meselenin hükmünü, hakkında açık şer’î delil bulunan meselenin hükmüne göre vermektir. Buna göre, kıyas, dinde mevcud olmayan bir hüküm ortaya koymaz.  Aksine, hükmü açık olmayan bir meselenin açığa çıkarılmasını sağlar. Buna göre, kıyası kabul eden bir müçtehide- “akılcı” yaftası takmak, insafsızlıktan öte maksatlılıktır.

Kaldı ki şaz görüş sahipleri dışında bütün müçtehidlerin kıyası delil olarak kabul ettiklerini ve kıyas’ın, Muaz hadisinde Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından onaylandığını yukarıda belirtmiştik.

Fıkıh tarihindeki diğer okul ise, “Ehl-i Eser/hadis”dir. Ehl-i Eser, kendileri, Medine gibi hadisin kaynağı olan   yerlerde olduklarından hadisler hakkında fazla bir sorunları olmamıştır. Bu avantajla şer’î meseleleri daha çok hadisle/eserle çözmüşler, kıyas’a, yani rey’e, İmam Azam’a nisbetle daha az yer vermişlerdir. Ancak kitap, sünnet, sahabe fetvası ve icma’ya bağlılık yönünden aralarında hiçbir fark yoktur. Medine ekolünün temsilcisi İmam Malik Hazretleri bunlardandır. “Eser/hadis Ehli” de her halükârda kıyas’ı (rey’i) kullanmayı ihmal etmemişlerdir.

İmam Şafii de hadisi daha çok kullanması ve rey’i daha az tercih etmesiyle bilinir. Zira kendisi iyi bir hadisçidir. Medine’de İmam Malik’ten ve Mekke Müftüsü Ebu Halid Zenci’den ders alması nedeniyle Hicaz bölgesinde bulunması, ona hadise kolay ulaşma avantajı sağlamış olmalı. Böyle olmasına rağmen, şer’î meselelerde asli delilleri (kitap, sünnet, icma, kıyas) esas alması yönünden İmam Azam’la aralarında bir fark yoktur. Sahabeden Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) de eser/hadis ekolünün imamlardan önceki temsilcileri durumundadırlar. Bunun dışında sahabeden Hz. Ebubekir (r.a.), Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Übeyy b. Ka’b (r. anhüm) ve Hz. Aişe (r. anhâ) da eser/hadis ehli olarak bilinirler.

İmam Azam Ebu Hanife (r.a.)’in şer’î hükümleri belirlemedeki metoduyla alakalı olarak kendisinden nakledilen şu sözler de son derece önemlidir:

“Allah’ın kitabında varsa ondan alırım. Onda bulamadıklarımı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Sünnet’inden ve güvenilir kimselerin elinde bulunan O’nun sahih eserlerinden alırım. Allah’ın kitabında ve Peygamber’in Sünnet’inde de bulamadığım takdirde, Ashap’tan tercih ettiklerimin sözünü alırım, dilediğimin sözünü terk ederim. Ve o aldıklarımın sözünden başkalarının sözüne çıkmam. İş, İbrahim Nehai’ye, Şa’bi’ye, Hasan Basri’ye, İbn Sirin’e, Said b. Müseyyeb ve emsaline gelince (başka müçtehitler de sayılıyor) ben de onlar gibi içtihad ederim.”

Bu ifadelerinde İmam Azam’ın delilleri arasında ilk sırada yer alanların, Kitap, Sünnet, Sahabe fetvası ve İcma olduğunu açıkça görmekteyiz.

Maksatlı çevrelerin müçtehid imamları yıpratma amacıyla başvurdukları iftiralardan birisi de -güya- mezhep imamlarının birbirlerine karşı acımasız eleştiri ve saldırılarda bulunduklarıdır (!). Halbuki mezhep imamları ve onların talebeleri, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnek ahlakını yaşayan büyük şahsiyetler olarak, birbirlerine karşı asla saygısız söz ve tavırda bulundukları görülmemiştir. Onlar ilmi bir meseleyi açıklığa kavuşturma dışında bir mütalaaya girişmemişlerdir.  Nitekim onlardan çoğunun arasında hoca talebe ilişkisi mevcuttur. Bu ilişki aralarındaki saygı ve sevgiyi de beraberinde getirmiştir. Örneğin, Ahmed b. Hanbel, hem Ebu Yusuf’un[54] hem de İmam Şafi’nin talebesidir. İmam Şafii de İmam Ahmed’den hadis almıştır.  İmam Muhammed ise, Ebu Yusuf ve İmam Malik’ten ders almıştır. İmam Muhammed ise, İmam Şafii’nin hocasıdır. Görüldüğü gibi, mezhep imamları ve onların talebeleri arasında, öğrencilik ve hocalık yönünden birbirleriyle iç içe geçmiş bir durum vardır. Böylesine yakınlığa ve ortak kültüre sahip olan büyük imamların birbirlerini yermeleri veya birbirlerine karşı üstünlük taslamaları şöyle dursun, onlardan her biri, her fırsatta ötekini kendi nefsine tercih etmiştir. Zira, düşünce temelleri ve yolları da birbirine aykırı değildir.

İşte, modernist ve akılcı çevrelerin veya “Kur’an İslamcılığı” akımına inanan sapkın fırkaların, İmam Azam’ı “salt akılcı” olarak tanıtıp, Matrudilik üzerinden olduğu gibi, İmam Azam üzerinden de Türkiye Müslümanlarını yanlış imajla saplantıya sürüklemek istemelerinin temelinde yatan espri, İmam Azam’ın hadis diyarı Mekke ve Medine’den uzak yörelerde yetişmesi ve oralarda hizmet etmesi dolayısıyla şüpheli bulduğu hadisler yerine, sahih ve sağlam bildiği hadislere ya da ayet-i kerimelere dayanarak içtihat yolunu tercih etmesidir.

Şimdi bakın ki, İmam Azam’ın neresi akılcıdır? Diğer İmamlardan, nüanslar dışında fark var mıdır? Elbette yoktur. Nitekim, Kur’an ve Sünnet’te açık hüküm varken, bunları bırakıp akılla hüküm vermek, nefsini ilah edinmekten başka bir şey değildir. Bu durumun apaçık sapıklık olduğu, Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmiştir.  Öyleyse, İmam Azam’a veya herhangi bir İslam alimine böyle bir şey isnad etmek, iftira ve sapkınlıktan başka bir şey olamaz. Koca koca imamlara böyle iftiralar atarak, onlar hakkında oluşturulan yanlış algı ile ümmeti Muhammed’i itikatsızlığa sürüklemek, vebali ödenemeyecek bir sorumluluktur.

 

Eş’ariliği, Maturidiliğe ve Türklüğe Düşman Göstererek

Bugün itibariyle Ehl-i Sünnet’in itikatta iki mezhebi vardır. Onlar, “Maturidilik” ve “Eş’arilik”tir. Sahabe ve Tâbiûn’un temsil ettiği “Selefiyye”den sonra Ehl-i Sünnet’in yerini bu iki mezhep almıştır. Bunların her ikisinin de Ehl-i Sünnet’i temsilen itikatta hak mezhepler olduğunu kesinlikle kabul etmek zorundayız. İma Maturidi (r.a.) ve İmam Eşari (r.a.), tarihte aynı dönemde farklı coğrafyalardaki İslam dünyasına öncülük etmişlerdir. Akademik birkaç nüans dışında aralarında itikadi yönden hiçbir fark yoktur. Bunların her birinin öğretileri, İslam itikadının kendisidir.

Metod olarak, Maturidi ve Eş’ari mezheplerinin her ikisi de “kelâm metodu”nu kullanmışlardır. Kelam metodu, felsefe metodundan farklı olarak, ayet ve hadisleri asıl kabul eder, dinin anlaşılması ve izahında da akıldan yararlanır ama aklı hakem kabul etmez.

Bu yüzden bu iki itikad mezhebinden birisini hor ve hakir görmek veya onlara karşı düşmanca bir tavır almak, Allah muhafaza, kişiyi dinden çıkarır.  Son yıllarda Batı, İslam’ın hak yoldaki bu iki itikat mezhebini birbirine düşman etme sevdasına tutulmuştur. Özellikle son zamanlarda Türk gençliği ve Türk Aydını, “Maturidiye Türk Mezhebidir; Eş’ariye ise Arap Mezhebidir, Maturidiliğe ve Türklüğe Düşmandır(!)” sloganıyla, güya Maturidilik taraftarlığı adı altında Türk halkı Eş’ariye üzerine kışkırtılmaktadır.

Bu Amerikan oyununu öğrenen iyi niyetli, vatansever ve Müslüman Türk Evladı, Allah’ın izniyle, bu oyuna gelmeyeceği gibi, olanca gücüyle de bu Amerikan oyunu ile mücadele edecektir. Umarız ki bizim bu ifadelerimizden kimse ırkçılık anlayışı çıkarmaz! Zira biz, inancımıza göre bütün müminleri dinde kardeş bildiğimiz gibi, dinimize, devletimize ve milletimize zararı dokunmayan insanlığı da Hz. Adem (a.s.) babamızdan yaratılışta kardeş biliriz…

 

Ilımlı İslam ve Dinler Arası Diyalog İhanetiyle

İslam itikadını hedef alan en önemli maksatlı çalışmanın ise, “ılımlı İslam ve “Dinler Arası Diyalog” ihaneti olduğunda kuşku yoktur. Önceki yazılarımızda “ılımlı İslam ve “Dinler Arası Diyalog” safsataları ve bunların Diyanet ve Diyanet yönetimindeki izleri konusunda bolca yazıp çizdik. Bu yüzden burada tekrar yer vermedik. Bu konudaki yazılarımız için www.ahmetgelisgen.com isimli web sitemizden bakabilirsiniz.

 

SONUÇ

Yukarıdaki açıklamalarda görüldüğü gibi, İslam itikadının özü olan Ehl-i Sünnet yolu; gerek Şia ile karıştırmak/birleştirilmek arzusuyla, gerekse Ehl-i Sünnet’in temsilcisi imamlarının/mezheplerinin, olduklarından farklı olarak bozuk itikatlarda gösterilmesi suretiyle, Batı güdümünde dejenere edilmek istenmektedir… Keza, Ehl-i Sünnet’in günümüzdeki iki ana kollarından biri olan Eş’arilik de güya Maturidiliğe ve Türklüğe düşmanmış gibi gösterilmek suretiyle Ehl-i Sünnet’in iki ana kolu birbirine düşürülmek istenmektedir.

Aynı maksatla, İmam Azam’ın temsilcisi olduğu Hanefi Mezhebi de aynı çevreler tarafından, gerçeğe aykırı olarak, “salt akla dayalı” bir ameli mezhep olarak tanıtılmaya çalışılmakta ve bu suretle Müslüman topluma “salt akılcılık” aşılanmaktadır. “Salt akılcılık, kısaca vahyi inkâr edip, heva ve hevese göre dini düzenleme demektir. İtikatta Maturidiliğin; amelde de Hanefiliğin saptırılarak önerilen ve tercih edilen mezhepler olarak sunulmasının sebebi, Türkiye’miz sathında bu mezheplerin yaygın oluşudur. Buradaki hedef, elbette Türkiye Müslümanlarının itikadıdır. Başka İslam ülkelerinde de benzer oyunların kurgulandığından eminiz. Bir taraftan Müslüman Türk’ün itikadı dejenere edilmek istenirken, bir taraftan da Ehl-i Sünnet mezhebi olan Eş’arilik, aynı Türk halkına düşman olarak gösterilmektedir. Bu olsa olsa Amerikan taktiği olur…

İslam itikadını hedef alan en önemli maksatlı çalışmanın ise, “ılımlı İslam” ve “Dinler Arası Diyalog” ihaneti olduğunda kuşku yoktur.

Yukarıdaki açıklamalardan olanca açıklığıyla gördük ki gerek İmam Maturidi’nin ve gerekse İmam Azam’ın, dinde akla uyanı kabul ettikleri, akla uymayanları ise reddettikleri iddiası, alçakça yapılmış iftiradan başka bir şey değildir. Ne yazık ki birileri, akıl almaz isnad ve iftiralarla en kıymetli alimlerimizi hem kirletmekte hem de onlar üzerinden kendi batıl görüşlerini pazarlama yoluna gitmektedirler. Biz bu yöntemin “oryantalist bir yöntem” olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu günlerde, “ben de İmam Azam ve İmam Maturidi yolundayım” veya “Eş’ariye Arap mezhebidir, Türklüğe ve Maturidiliğe düşmandır” diyen çok sayıda mealci, akılcı, Fazlurrahmancı veya modernist bidat ehline rastlayabilirsiniz.

İşbu durumda, dinine ve itikadına saygılı olduğunu iddia eden şahsiyetlerin, ellerinde imkân olduğu halde bu türedilerle mücadele etmemeleri, ağır bir veballe Huzurullah’a çıkmalarına neden olabilir… Onlarla iş birliği içerisinde olanları da varın siz düşünün!..

Dr. Ahmet GELİŞGEN - www.ahmetgelisgen.com

Recep YAZGANRecep YAZGAN