Kültür
Giriş Tarihi : 21-04-2019 11:30   Güncelleme : 21-04-2019 12:35

İslam Coğrafyasında İlk Dönem İlim Ve Hikmet Faaliyetleri

Çeviri faaliyetlerinde yağmacılık yoktu, eser sahibine saygısızlık, telife riayetsizlik söz konusu değildi. Çeviriler büyük bir titizlikle yapılıyor, aslından ayrı olmaması için özel gayret gösteriliyor ve kütüphanelerde insanların hizmetine öyle sunuluyordu.

İslam Coğrafyasında İlk Dönem İlim Ve Hikmet Faaliyetleri

İslâm, Allah Resûlü’nün öncülüğünde merkezi Mekke ve Medine olan büyük bir ilim ve irfan inkişâfına, aşk, vecd ve hikmet medeniyetine kaynaklık teşkil etti. Kur’ân’dan hikmetler vardı, dünya tefekkür sahasına istisnasız nüfuz eden ve sünnet baştan sona her hâliyle hikmetti. Müslümanlar, Efendimizin “İlim Müslümanın yitik malıdır. Nerede bulursa alır” emri istikametinde ilim-hikmet uğruna kol kol yayıldı dünyanın dört bir tarafına. Çağın ilim dilleri olan Yunanca, Latince, Farsça ve sair dilleri öğrenmeye koyulup, çok geçmeden bu ilmî birikimi Arapça’ya kazandırdılar. Bunun neticesi olarak binlerce kitap kütüphaneleri doldurdu. Tabi ölçü belliydi; İSLÂM. Yâni pazarlıksız Allah ve Resûlü deyiş... İyi, doğru, güzel ne varsa yalnız bu istikamette ve bu ölçüde arayış. İslâm fetih orduları, Batı emperyalistleri gibi gittikleri yerde sadece askerî bir otorite oluşturmuyor aksine, ilim ve sanatın hâmisi olarak hareket ediyordu. Hatta denilebilir ki, fetih edilen yerlerde askerî hareketin öncesi ve sonrasında ilim ve hikmet ordusunun heyecanı yaşanıyordu. Bu muhteşem giriş neticesinde, Müslümanların o bölgede vücuda getirdiği her şey, daha önceki kültürlerden farklı bir orijinalite belirtiyordu. Müslüman âlimler, bir nevi ilim ve hikmet avcısı idi. Bütün yaşantıları (istisnalar olmakla beraber), edeb ve ahlâkları, ilimde tevazu ve bilgelik üzerine kurulu idi. Bu hâl herkes tarafından gıptayla karşılanmakla beraber, aynı zamanda bir güven ortamı da tesis etmekteydi. Bu fetih hareketleri neticesinde sırasıyla Şam (15/ 636), Halep (16/ 637), Antakya (17/ 738), İskenderiye (21/ 642), Kıbrıs Adası (28/ 649) ve bilâhare 705’te Belh, 709’da Buhara, 711’de Endülüs, 712’de Semerkand İslâm hikmet pınarından nasiblenmeye başladı.

İslâm coğrafyası, Kur’ân ve Sünnet ışığında muhteşem bir HİKEMİYAT binası inşa etmiş, içe doğru SIR İDRAKİ çerçevesinde derinleşirken, dışa doğru SİSTEMLİ bir tezahürle zuhur etmişti. Yeni Müslüman olanların getirdiği problemler olsun, içten kaynaklanan siyasî ve ilmî problemler olsun, hepsine karşı önemli gelişmeler sağlamıştı. Gelinen noktada yabancı kültürler, bilim adamları yahud eserleri ile karşılaşmasında endişe duyacağı herhangi bir sebep yoktu. Nihayetinde aynı dönemde -şu an bile etkisi devam eden- fıkıh imamları, müfessirler, muhaddisler, mütekellimler, dilciler, tarihçiler, tabâbet başta olmak üzere beşerî ilimciler yetişmiş ve eser vermeye başlamışlardı. Hz. Ali’ye atfedilen “Hakikati öğren, söyleyeni sonra öğrenirsin” sözünden mülhem, Müslüman bilginler, hiçbir görüşü sınırlama yoluna gitmeyerek ilim ve hikmet peşinde koşmuşlardır. Bu sebeble Müslümanların yabancı kültürlere-eserlere ilgi duymalarını siyasî, sosyal yahud birtakım iktisadî-ticarî sebeplere bağlamak gerçekçi olmaz. İslâm’ın bu yönde yasağı olmadığı gibi aksine teşvik ediciliği söz konusudur. Eğer İslâm’ın “ilim ve hikmet” anlayışı tam aksi istikâmette olsaydı, İslâm tarihinde bu mânâda herhangi bir ilmî etkinliğin meydana gelmesi mümkün olamazdı.

İdrak ve anlayış meselesi her daim devredeydi. Necip Fazıl’ın ifâdesiyle; “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerek. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi.”  Bu çerçevede Kur’ân, Sünnet, Sahâbe icmâsı penceresinden kıyas. Edille-i Erbaâ; dört delil. Nisbetler boyunca ortaya çıkan fakih ve fıkıh.

Hadis, Fıkıh ve Kelam Okulları

Fıkıh (Arapça: فقه); anlayış, anlayış tarzı veya derinliği anlamına gelen bu kelime, terim olarak İslâmî emirler istikametinde terkibî hükümler ortaya koymaya, eşya ve hadiseye tatbik etme-uygulama (fetva) çalışmalarına verilen ismi ifâde etmektedir. Fıkıh ile aynı kökten türeyen fakih de “bir şeyi iyi bilen, iyi anlayan kimse” demektir. Fakihler, muhaddisler, mütekellimler ve diğerleri artık sistematik bir yapı kurmuş, hicri 1. ve 2. yüzyıllar Müslümanların ilimde, fende, ahlâkta yüksek bir inkişâf gerçekleştirdiği dönem hâline getirmiştir.

İslâm’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar, okuma yazmayı gayrimüslimler vasıtasıyla küttablarda öğreniyorlardı. Bedir Gazası esirlerine uygulanan “okuma yazma öğretme şartıyla hür kalma” sözleşmesi vesilesiyle de yine birçok Müslüman okuma yazma öğrenmişti. Mekke döneminde Müslümanlara İslâm’ın esasları anlatılan ve Kuran ayetleri okutulan iki ev vardı ki; biri Allah Resûlü’nün diğeri ise sahâbeden Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi idi. İslâm coğrafyasının ilk öğretmeni O ve ilk talebeleri ise “her biri gökteki yıldızları gibidir” diye taltif edilen O’nun ashâbı idi. Allah Resûlü bu eğitimi kendisinin inşa ettirdiği suffede sürdürüyordu. Suffe ashâbı, ilmi bizzat O’nun sohbetleri vasıtasıyla hayatlarına geçirmek suretiyle alıyorlardı. Milyonlarca külliye, medrese ve üniversiteye bedel bu eğitim yuvasında yetişen muallim/öğretmenler dalga dalga tüm dünyaya yayılıyorlardı. Bu arada hatırlatmakta fayda var: “Ashab-ı Suffe” yalnız erkeklerden ibaret değildi, hanımlar için tahsis edilmiş suffede Müslüman kadınlar eğitim görüyordu ve Allah Resûlü haftanın bir gününü kadınların suallerine cevap vermek ve onlara Kur’ân ayetlerini öğretmek için ayırıyordu. Kadın, madde ve mânâda ilim ve hikmet dünyasından payını alıyor ve yüksek bir seciye belirtici fikir mümessilleri hâline geliyordu.

İlerleyen zamanlarda “Mescid-i Nebevi”den yayılan ilim halkaları yüzyıllar boyu sürecek ve gelenek hâlini alacak olan mescidlere taşınmıştı. İlk dönemlerde mütevazı çalışmalar ile başlayan süreç, zaman içerisinde belli bir esas ve usûl çerçevesinde eserlerin verilmesi ile devam etmişti. Hadis, fıkıh, hukuk, siyer ve kelâm üzerine olan bu eserler, hem hukuk yazımında hem tarih ve kelâm mevzusunda çığır açmıştır. İmam-ı Âzam olarak meşhur “Hanefi mezhebi-mektebi” mimarı Ebû Hanife, “Maliki mezhebi-mektebi” mimarı Malik b. Enes, “Şafii mezhebi-mektebi” mimarı Muhammed eş-Şafii ve “Hanbeli mezhebi-mektebi” mimarı Ahmed b. Hanbel bu hususta remz şahsiyetlerdir. Bunun yanında filolojide Halil b. Ahmed (ö. 175/791) ve Ferrâ (ö. 208/889); tefsirde Kisaî (ö. 186/802) ve Zeccâc; hadiste İmam Mâlik (ö. 182/798), İmam Buhâri (ö. 256/870), İmam Müslim (ö. 261/875), Ebû Dâvud (ö. 275/888), İmam Nesâi (ö. 303/915), İmam Tirmizî (ö. 279/892) İbn Mâce (ö. 273/868); fıkıhta İmam Ebû Hanife (ö. 150/767), İmam Şafii (ö. 204/819), İmam Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), İmam Yûsuf (ö. 182/798); tarihte Vâkidî (ö. 207/822), İbn Sa’d (ö. 230/844), İbn Hişam (ö. 218/833) ve Belâzûrî (ö. 279/892) gibi birçok âlim ve hikmet sahibi hakîm İslâm coğrafyasından dünyaya ışık saçıyordu.

Tarih Yazımı ve Çeviri Faaliyetleri

Tarih yazımında yepyeni bir metodla zuhur eden ve vahyin gölgesinde eserler vermeye başlayan İbn İshâk ve İbn Hişam’ın siyer çalışmaları, dünya tarihini yazma girişimi ile dikkat çeken İbn Kuteybe’nin (ö. 276/889) eseri,  Ebu Ca’fer et-Taberi’nin (ö. 310/923) dünya çapındaki “Kitâb-ı Ekber er-Rasûl ve’l-Mülk” adlı çalışması ve telif eserler bibliyografyası hazırlamak gibi nadir bir iş yapan İbn Nedîm (ö. 380/990) ve eseri “Fihristü’l Ulûm” adlı kitabı, Müslümanların daha ilk dönemlerde nasıl bir ilim ve hikmet deryası içerisinde yüzdüğünü göstermesi açısından yeter de artar bile.

Diğer taraftan, Allah Resûlü’nden 16. yüzyıla kadar devam eden dokuz asırlık dünya medeniyet tarihi, İslâm medeniyetinden ibaretti. İslâm, Çin Denizi’nden Atlas Okyanusu’na, Semerkant’tan Timbuktu’ya kadar uzanan Çin, Hint, İran, Yunan, Helen, Mısır ve Roma gibi dünyanın en eski kültürlerini bütün ayrıntılarıyla elden geçirmiş; felsefeleri, ilimleri sigaya çekmiş ve bunları bir potada eritmekle kalmamış, Güney Asya’yı, Orta ve Yakın Doğu ile bağlayarak ve bütünleştirerek muhtelif halkların oluşturduğu bu kolektif yaşama düzeni içinde İslâm, kendisine has bilim, felsefe ve sanatını oluşturmuştu. (Demirci 2016:284)

Bu seviyeye kolay gelinmemişti. Batı’nın ortaçağı yaşadığı dönemde, İslâm ilim ve kültür tarihinde tercüme ve yüksek seviyedeki ilmî araştırmaların yapıldığı merkezler vardı ve bu yerlerde çok ciddi araştırmalar yapılıyor, eserler çevriliyor, tartışmalar gerçekleşiyordu. 38/658 yılında çevrilen Yunan simyacı Zosimos’un bir risalesi (Sezgin 2008:3), Muaviye bin Ebû Süfyan’ın henüz valilik döneminde çeviri hareketlerinin başladığını gösterir. Emevî prenslerinden Halid b. Yezîd b. Muâviye (ö. 85/704), tıp, astronomi, kimya gibi ilimlere merak salmış ve bu konularda yazılmış Grekçe ve Koptça eserleri İskenderiyeli birer rahip olan Staphon ve Maraianos’a tercüme ettirmişti. Bu şekilde başlayan tercüme hareketi, Emevî halifelerinden Mervân b. Hakem (ö. 65/684-685) ve Ömer b. Abdülaziz (ö. 101/717-720) dönemlerinde toplumun ihtiyacı olan tıpla sınırlı kalırken, ikinci Abbâsi halifesi olan Mansûr, tercümenin alanını genişleterek bu harekete büyük bir hız kazandırdı. İranlı bir mühtedi olan Abdullah b. Mukaffa‘, Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabı ile Porphyrius’un Eisagoge’sini (Îsâgûcî) ve Kelile ve Dimne’yi Farsça’dan Arapça’ya tercüme ettirdi. Yine bu dönemde, Hintli bir seyyâhın beraberinde getirdiği matematik ve astronomiyle ilgili iki kitap tercüme edildi ve böylece Hint rakamları İslâm kültür dünyasına girmiş oldu. Bunlardan astronomiyle ilgili olan Sind-Hind adıyla, ayrıca Batlamyus’un Sintaksis’i el-Mecistî, Öklid’in Elemento Geometrica’sı Usûlü’l Hendese adıyla tercüme edilmişti. Bu sırada Cündişâpûr tıp okulunun reisi olan Curcîs b. Buhtîşû Bağdat’a davet edildi ve Mansûr’un sarayında başhekim sıfatıyla tıp alanında Grekçe ve Farsça’dan tercümeler yaptı. Halife Mansûr, dil, edebiyat ve dinî ilimlere dair eserlerin yanı sıra, aklî ilimlerle ilgili olarak Grekçe, Süryanice, Sanskritçe ve Farsça’dan tercüme ettirdiği bu eserler için kütüphane olarak sarayında bir yer tahsis etti ve buraya Hizânetü’l Hikme adı verildi. Beytü’l Hikme’nin çekirdeğini Bağdat’ta kurulan bu kütüphane oluşturuyordu.

Hârûn Reşîd dönemine (786-809) gelindiğinde telif ve tercüme hareketinin yeniden hız kazandığı görülür. Özellikle Ankara ve Ammûriye’nin (Emirdağ yakınlarında eski bir şehir) fethinden sonra, buralardan elde edilen kitaplar Bağdat’a götürüldü ve Yuhannâ b. Mâseveyh başkanlığında kurulan bir heyet tarafından Arapça’ya tercüme edildi. Ayrıca İranlı bir mühtedi olan Ebû Sehl el-Fazl b. Nevbaht da Hârûn er-Reşîd’in emriyle Farsça’dan tercümeler yapıyordu. Telif ve tercüme edilen eserler Mansûr’un kurduğu Hizânetü’l Hikme’ye sığmayacak kadar çoğalınca, sarayda kütüphane olarak daha geniş bir yer ayrıldı. Bütün bu olumlu gelişmelerden sonra Beytü’l Hikme’yi daha da geliştirerek adeta ortaçağın bir ilimler akademisi hüviyetine kavuşturan Halife Me’mûn olmuştur. 500 yıldan fazla İslâm ilim dünyasına kaynak teşkil eden bu merkez 1258’de Hülagu tarafından yakılıp yıkılmıştır.

Bu çeviri faaliyetlerinde yağmacılık yoktu, eser sahibine saygısızlık, telife riayetsizlik söz konusu değildi. Çeviriler büyük bir titizlikle yapılıyor, aslından ayrı olmaması için özel gayret gösteriliyor ve kütüphanelerde insanların hizmetine öyle sunuluyordu. Eserlerle karşılaşan âlimler okudukları eserlerden insanlığın lehine, faydasına olabilecek şeyleri alıyor, İslâm’ın temel ölçülerinden geçirerek, bir nev’i imbikten süzerek cemiyet hayatına ikram ediyordu. Bu Arapça tercümeler sayesinde Yunan klasikleri günümüze kadar ulaştı. İslâm medeniyetinde ortaya çıkan tabiî ve aklî ilimlerin doğuşu ve ilk temsilcilerinin Beytü’l Hikme’de yetişmeleri, hem Doğu hem de Batı dünyasını hissedilir derecede etkilemiş, bilhassa Batı’nın uyanmasına vesile olmuştur. Hatta Avrupa, 12. yüzyıl içinde İslâm dünyasının ilim ve tefekkürü ile sistemli bir temasa geçmiş, Arapça ilim ve felsefe eserleri ile beraber Yunan klasiklerini de Arapça’dan Latince’ye tercüme ederek ancak anlamıştır.

Aynı dönemlerde Şiî-İsmâilî mezhebinden olan Fâtımîler’in Beytü’l Hikme kıskançlığı sebebiyle ve Şiilik propagandası amacıyla Kahire’de kurduğu bir kütüphane, kültür merkezi vardır; Dârü’l Hikme.

Kaynaklarda, Halife Hâkim Biemrillâh tarafından İsmâilîliği yayacak dâî yetiştirmek, bu mezhebi akîde ve hukuk açısından temellendirmek, Abbâsîler’in Bağdat’ta kurduğu Beytü’l Hikme ile rekabet edebilmek amacıyla 1004 yılında Kahire’de kurulduğu geçmektedir. Başlangıçta kitap sayısı bir milyon civarında olduğu söylenen kütüphanede, Hâkim Biemrillâh’ın Kahire’deki köşklerde bulunan kitapları toplatması, ayrıca kendi saray kütüphanesindeki değerli koleksiyonları da bağışlamasıyla kitap sayısının 1.600.000’e çıkmıştır.  Bunlardan 100.000’i sanat değeri yüksek olan nâdide eserler iken, 18.000’i de antikçağ ilim, felsefe ve kültürüne ait eserlerden ibaretti. Dârü’l Hikme kötü yönetim, isyanlar ve bir müddet sonra Fâtımî devletinin yıkılması ile birlikte etkisini kaybeder. Nihayetinde İsmâilî doktrini temellendirip yaymak için kurulan Dârü’l Hikme, bazı fâsılalarla 167 yıl hizmet verdiği hâlde mezhep taassubunu aşamadığı için Bağdat’taki Beytü’l Hikme kadar verimli olamamıştır.

Beytü’l Hikme’de sınırsız bir düşünce ve inanç hürriyeti mevcuttu; burada tercüme yapan ve ilmî araştırmalarda bulunanlar arasında Müslümanlarla birlikte Hristiyan, Yahudi, Brahman, Sâbiî ve Mecûsîler de bulunuyor, devlet bunlara maddî ve mânevî her türlü imkânı sağlıyordu. Hâlbuki Dârü’l Hikme’de İsmâilîliğin dışında hiçbir din ve mezhebe yer yoktu. Gerçi Hâkim Biemrillâh 1009 yılında siyasî sebeplerle Ehl-i Sünnet’ten bazı âlimlerin burada ders vermelerini istemiş ve üç yıl süreyle Dârü’l Hikme’de Mâlikî fıkhı da okutulmuştu. Fakat bazı gelişmelerden kuşkulanan Hâkim Biemrillâh, ulemâ ile birlikte Sünnî halktan birçoğunu öldürtmüş ve bu olaydan sonra İsmâilîler’den başkasının buraya girmesi yasaklanmıştı. Bu sebeplerle Dârü’l Hikme’nin İslâm ilim ve kültürüne istenilen ölçüde katkıda bulunduğunu söylemek oldukça güçtür.

Endülüs; İrfan Havzası

Müslümanların Doğu yakasında bunlar olurken, Batı yakası Endülüs’de ise yepyeni bir irfan güneşi doğuyor, karanlıklar içerisinde boğulan, Yunan ve Roma paganizmi içerisinde ruhunu ve istikametini kaybetmiş insanlara ilaç oluyor, yepyeni ufuklar açıyordu. Müslümanların Endülüs’te yüksek bir kültür ve medeniyet oluşturdukları, hemen hemen bütün tarihçilerce kabul edilmektedir. Müslümanlar, Endülüs’te kendi kültür müesseselerini kurmaya başlayınca, Doğu’dan Batı’ya uzun yıllar süren ulema akınıyla, özel kütüphanelerle birlikte Doğu’daki kitap pazarlarında tedavül edilen birçok yazma eser Endülüs’teki yeni sahiplerinin koleksiyonlarına intikal etti. Ve bu kitaplar Kurtuba (Cordoba), İşbîliye (Sevilla), Tuleytula (Toledo) gibi kültür merkezlerinin kütüphanelerini doldurdu. Bu dönemde Kurtuba’da (h.170) Abdurrahman tarafından yapılan Ulu Cami’deki kütüphaneyle, Mâleka’daki (Malaga) Ulu Cami’de İbnü’l-Lüb el-Mâlikî ve İşbîliye’deki Ulu Cami’de İbn Mervân el-Bâcî’nin kurdukları kütüphaneler devrin en önemli kültür merkezleri idi. Endülüs Müslümanları tarafından kurulan en önemli kütüphane şüphesiz Kurtuba’daki saray kütüphanesiydi. Başlangıçta yavaş gelişen bu kütüphane, Halife II. Abdurrahman, III. Abdurrahman ve özellikle II. Hakem devrinde gelişerek ortaçağ İslâm dünyasının en büyük kütüphanelerinden biri hâline geldi. II. Hakem, Endülüs Emevî halifeleri içinde ilmî faaliyetlere en fazla ilgi gösteren bir hükümdar olarak tanınır. Bilhassa öğretime ehemmiyet vermiş ve Kurtuba Üniversitesi onun zamanında en parlak dönemini yaşamıştır. Endülüs’te ilim o kadar ön planda idi ki, birçok ülkeden insanlar ilim öğrenmek için, başta Kurtuba olmak üzere Endülüs’ün şehirlerine toplanmaya başladılar. Aynı zamanda Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi de vardı. Avrupa kralları ve devlet adamları tedavi için Kurtuba’ya geldiklerinde gördükleri bu medeniyete, güzel ahlâka, misafirperverliğe, ilim ve irfan seviyesine hayran kalıyorlardı. Kurtuba dışında Malaga, Valencia, Almeria ve diğer büyük şehirler de yerli ve yabancı talebelerin eğitim ve öğretim görmek için toplandıkları medreseler ve üniversiteler vardı. Endülüs kültür merkezlerinde Muhyiddîn İbn Arabî, Kadı Ebû Bekr İbn Arabî, Nûreddîn Batrûcî, meşhûr müfessir Ebû Abdullah bin Muhammed Kurtubî, Kadı Iyâd Yahsûbî gibi pek çok âlim yanında İbn Hey­sem, İbn Rüşd, İbn Bâcce, İbn Tufeyl, İbn Haldûn gibi bilginleri de yetişmiştir.

Yakın dönemde II. Hakem’in başkentte yaptırdığı ve Avrupa ile Afrika’nın eğitim kurumları arasında seçkin bir konumda olan Kurtuba Medresesi’nde, dünyanın hemen her yerinden ve her dinden insanlar, öğrenim görmek için geliyorlardı. 12. yüzyılda, Müslümanların sahip olduğu bilgiye karşı duydukları merak ile ve onlardan bu bilgileri öğrenmek gayesiyle Asya’dan, Afrika’dan ve Avrupa’dan gelen düşünürler arasında Bath’lı Adelard, Plato Tiburtinus, Chester’lı Robert ve daha niceleri vardı. Endülüslü Katolik Hristiyanlardan olan Dominicus Gondislavi, Hugh Santalla ve Abraham İbn Ezra gibi Yahudiler, Endülüs’ün İslâmî kurumlarında eğitim alan sayısız Avrupalıdan birkaçıdır. (Budak: 2016: 23)

Küttablardan mescidlere, mescidlerden medreselere, medreselerden külliyelere doğru halka halka yayılan ilim ve hikmet İslâm ulemasını ve onların yetiştirdiği topluluğu yüksek bir mevkiye taşıyordu. Öyle ki, içlerinde gayri Müslimlerde olmak üzere, birçok yerden zeki ve ilim aşığı talebeler buralara eğitim için geliyordu. Medreselerin zuhurundan evvel pek çok mekânda ilim talim ve tedrisi için ilim halkaları kurulmuştu. Ebû Hâtimü’l-Bustî, kendi kütüphanesini tedrisat yeri-medrese hâline getirmesi, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir yer yaptırması ve Ebû Aliyyü’l-Müseynî’nin fıkıh kürsüsünü “el-Medresetü’l-Ehliyye” denilen hususî medrese olarak müesseseleştirmesi bunlardan yalnız birkaçıdır.

Kaynakça:

Dimitri Gutas. Bağdat’ta Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Erken Abbasi Toplumu. Çev. Lütfi Şimşek. (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2017).

Diyanet İslâm Ansiklopedisi. Mahmut Kaya. (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992), “Beytü’l Hikme” maddesi.

Diyanet İslâm Ansiklopedisi. Mahmut Kaya. (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992), “Darü’l Hikme” maddesi.

Fuat Sezgin.  İslâm’da Bilim ve Teknik I. Çev. A. Aliy (İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, 2008).

Hilmi Ziya Ülken. Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü. (İstanbul: Ülken Yayınları, 2016).

Muhammed Ali Budak. Batı Kaynaklarına Göre Endülüs Medeniyeti’nin Eğitim ve Bazı Bilim Alanlarında Avrupa’ya Katkıları. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 23, (2016). Çeviri Dipnotu: (Ivan Van Sertima, Golden Age Of The Moors, Journal of African Civilizations Ltd. Inc., (2nd Printing), USA 1993, s. 206.)

Mustafa Demirci. Beytü’l Hikme (İstanbul: İnsan Yayınları, 2016).

Ercan Çifci
Aylık Dergisi 174. Sayı

adminadmin