Gündem
Giriş Tarihi : 12-07-2021 17:01   Güncelleme : 12-07-2021 17:01

Katranı Kaynatsak Olur Mu Şeker!

İslâm davası ve rejim değiştirme iddiası 6 ayda bir yapılan seçimlerde miting alanlarında ve yemekli toplantılarda söylenilen sakız haline gelmişti.

Katranı Kaynatsak Olur Mu Şeker!

Müslümanların Türkiye’de güçlenmesine ket vuran iki ana gelişme yaşandı: Mısır ve Pakistan’dan gelen/getirilen tercüme eserler ve İran Devrimi…

Memleketimizde 1980’de 12 Eylül rüzgârı esti. Ne olduğunu anlamadık.

Cezaevine girenlerin çoğu çıktıktan sonra ya İrancı ya Vahhabi ya da Selefi oldu.

Cezaevlerine kolilerle tercüme eserler ücretsiz gönderildi. Pakistan, İran ve Mısır menşeili sözde İslamcı yazarların eserleri dağıtıldı. Efgani, Abduh, Mevdudi, Hamidullah, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Carullah… Ne kadar aynı familyadan adam varsa eserleri tercüme edildi ve bedava dağıtıldı.

O dönemde kimse kolay kolay dergi çıkaramazken Ercüment Özkan’ın “İktibas” dergisi 100 bin basım yapıyordu ve yine cezaevlerine dağıtılıyordu. Tercüme eserlerin parasını CIA, MİT karşılıyordu. Baktılar Müslümanları silahla, darbeyle yıldıramıyorlar, başladılar içten çökertmeye.

Süleyman Ateşlerin, Fetullah Gülenlerin, Ercüment Özkanların palazlanmaya başladığı yıllar oldu. Kimisi “dinler arası diyalogcu” oldu, kimisi de “reformacı”... Her ikisi de Müslüman kaftanı giymiş zındıklar oldu. İlk başta örf adet tartışılabilir, dediler.

İlk darbeyi buradan yedik. Sonra gelenekler tartışılabilir, dediler. Bir darbe de buradan yedik. Baktılar çözülme hızlı oluyor. Bu sefer de madem gelenekler tartışılabilir o zaman “Hadis”ler de tartışılabilir, dediler. Baktılar bu furya kenef ağızlılarda tuttu. O zamansa “Kur’an” da tartışılabilir, dediler. “Yahudi-Hristiyan cennete girebilir”, “La ilahe dedikten sonra M........n Rasullullah demeye gerek yok.” gibi ifadelerle diyalogculuğun temellerini attılar. Birisi “Müslüman-Hristiyan ittihadı olabilir.” dedi. Oysa ittihad aynı dine mensup kişiler arasında olur, diğer türlü ancak ittifak olur. Anlaşılacağı üzere en büyük darbeyi kelimelerden yedik.

Bu zamana kadar kolay gelmedik. İhlas yayınevleri, İktibas dergileri, bilmem ne holdingleri; hepsi koordineli bir biçimde Ehli Sünnet’e saldırdı. Kimisi palazlanmak ve sıçramak için Milli Görüş’ün Milli gazetesiyle bu işi yaptı. Milli Görüş partilerinde 1990’ların başına kadar iki güçlü kanat hep oldu. Kanadın biri Ehli Sünnet hassasiyeti olanlar, diğer kanadı ise İrancı/Şiacılar oluşturdu. Ehli Sünnet savunucuları hızla tasfiye olurken Şia kanadı hızla güçlenmeye başladı. İran’a ve Humeyni’ye düzenli övgüler diziliyor ve İran parlatılıyordu. Esad Coşan Hoca gibi isimler son raddede partiden uzaklaştı veya uzaklaştırıldı.

12 Eylül’de rüzgâr esmişti fakat 28 Şubat’da kasırga koptu. Ehli Sünnet inancına sahip kim varsa içeriye atıldı. Meydan sapık reformistlere ve dönmelere kaldı. Yaşar Nuriler, Edip Yükseller, Zekeriya Beyazlar TV’lerde boy göstermeye başladılar. Dört bir yandan Ehli Sünnet’e saldırmaya başladılar. Türkçe Kuranlar, Türkçe ezanlar gündemden düşmemeye başladı. Arapça Kur’an ile “Arap emperyalizmine” alet olurmuşuz. Arabın kültürüyle, kültürümüzü kaybedermişiz. Kur’an ayetleri ilk inmeye başladığında en şiddetli ve en hiddetli tepkiyi Araplar göstermedi mi? Bedir Harbini patlamadılar mı, Efendimizi Taif’de taşlamadılar mı, Hicrete mecbur bırakmadılar mı? Hani Kur’an Arap emperyalizmiydi? Sahtekâr herifler milleti böyle böyle kandırdılar.

İslam’a saldırmaları bitti mi? Hayır. Başladılar mezheplere saldırmaya. Ebu Hanife düşünüyorsa bende düşünürüm, benim de aklım var, dediler. Ve en sonunda bütün mezhepleri reddettiler. Zaten en başta mezhepsizlerdi de bizdenmiş gibi gözükmeye çalıştılar. Kimi aldatabilirsek hesabı... Ve en nihayetinde kimi deist kimi de ateist oldu. Demek ki neymiş? “Mezhepsizlik dinsizliğe köprü”ymüş. Mezheplerden sonra tasavvufa ağır bir şekilde saldırmaya başladılar. Tasavvuf, Şamanizm’den etkilenerek meydana gelmiştir, dediler. Selefisi, şusu, busu, Ehli Tasavvufu şirkle itham etmeye başladı. Ucuz keskinler... İbn Teymiye bataklığından ne beklenebilir ki? Yıllarca iç ve dış istihbaratın oyuncağı oldular.

Kimisi siyaset şeytan işidir, dedi. Kimisi siyasetten Allah’a sığınırım, dedi. Kimisi siyaset kâfir işidir... Bu partilere oy verenler de kafir olur, dedi… Hepsinin tek amacı vardı:

“Müslümanları siyasetten uzak tutmaktı.” Siyaset oysaki yönetme sanatıdır. Peygamberimizin de bir siyaseti vardı. Üstad Necip Fazıl’ın çok büyük bir desteğiyle Erbakan Hoca meydan yerine çıktı ve hiçbir şey yapmadıysa da “Müslümanları siyasete ısındırdı.” Sen yönetmezsen, Yahudi seni yönetir…

Bu ülke Müslümanları ne zaman tercüme eserler ile tanıştı, işte o zaman çözülme başladı. Her şey allak bullak oldu.

İbn-i Teymiye, Vehhabilik, Mason ve İngiliz uşağı muhteşem (!) dörtlü (Efgani-Abduh-Ahmed Han-Reşit Rıza), Fazlurrahman, Carullah, Ali Şeriati, Humeyni, Hüseyin Nasr, Mevdudi, Hamidullah, Ezher’in İngiliz hayranı hocalarının kitapları tercüme edilip İslam işte bu, demeye getirdiler.

Eli kalem tutan gençleri üniversite eğitimi almak için Mısır’a, Sudan’a, BAE’ye gönderdiler. Gelenler, geldikleri yerden hayran kaldıkları anlayışı getirdiler. Kimisi Vehhabiliği getirdi, kimisi Selefiliği getirdi, kimisi Reformacılığı getirdi. “Efendim şuna buna ne gerek var. Hepimiz din kardeşiyiz.” dediler. Bozuk itikadlarıyla başladılar akılları karıştırmaya. Adam hem Selefi hem de Ali Şeriati’yi savunuyor. İbn Teymiye, Şia’yı en ağır bir biçimde tekfir etmiş; ama adam Ali Şeriati’yi savunuyor. Mantık bunun neresinde? Kimse ne savunduğu şeyi, ne de karşı olduğu şeyi biliyor. Muhataplık seviyesi sadece işporta münadisi seviyesinde... Zamanında komünizm tehlikesini atlattık; ama mezhepsizlik ve reformacılık tehlikesini atlatamadık. “Hazreti Peygamber zamanında mezhep mi vardı? O’nun zamanında tasavvuf, tarikat mı vardı?” diye TV’lerde Müslümanların akıllarını bulandırmaya çalıştılar. Küfür sahasında bunlar ve daha fazlası yaşanırken peki iman sahasında neler yaşandı? Necip Fazıl, Büyük Doğu dergileri ile meydan yerine bir çıkmış, pîr çıkmıştı. Onun fikirlerine sığ idrakleriyle cevap vermeleri çok zordu. Zira ne reformacısı cevap verebildi, ne mezhepsizi, ne dinsizi... Baktılar Necip Fazıl kalesini yıkmak mümkün değil, başladılar iftiralarla Anadolu’dan uzaklaştırma çabalarına. Hiçbiri tutmadı. Büyük Doğu davası büyüyor ve Anadolu’yu hızla mayalıyordu. Üstadın kendi tabiriyle “küfürden buz dağı” erimişti. Tohum meyvesini verdi ve Salih Mirzabeyoğlu ile İBDA yeşermeye başladı. Artık Müslümanların gergef gergef örülmüş bir sistemi vardı. Ne Şia’ya, ne Vahhabi’ye, ne Selefi’ye, ne de reformacıya geçit var. Bunların hepsi Büyük Doğu İBDA’ya ya düşmandır ya da içten pazarlıklıdır.

Müslümanlar rejimi/sistemi değiştirmek yerine rejimden daha çok nemalanmak için İslamî kılıflar geliştirmeye başladılar. Laiklik, demokrasi, rejim, şeriat gibi ifadelere her kesim kendince manalar yüklemeye başladı. “Din vicdan işidir. Laiklik olsa da olur, olmasa da olur. Provokasyona gelmeyelim.” dediler. Atatürkçü ve Kemalistlerle, Müslümanların arasındaki “din” uçurumunu azaltmak için “Atatürk mezardan kalksa Refah Partili olur”, “Refah Partisi laikliğin en büyük muhafızıdır.” gibi ifadeler kullanmaya başladılar. Şeriat medya eliyle kötü gösteriliyor, devletin kiralık şeyhleri (!) boy göstermeye başlıyordu. Tarikatlar tecavüz, rüşvet, yolsuzluk gibi haberlerle karalanmaya çalışılıyordu. Bazı İslâmî gruplar radikal lanse edilip terörle ilişkilendirilmeye çalışılıyordu.

Müslümanların dünyasına moda kavramı sokuldu. Tesettürlü (!) defileler düzenlenmeye başladı. Önde gelen bazı kişilerin kızları ve eşleri bu defilelere önderlik etti ve sermaye sağladılar. Müslümanlar artık moda dergilerini takip ediyor ve bu moda dergilerine göre giyinmeye başlıyorlardı. İş dünyasında ise faiz almış başını yürümüş, artık kâr unsuru olarak sayılmaya başlanmıştı. Müslümanlar makamlarla ve yüksek meblağlı paralarla tanışmaya başladıkça kendilerine göre tarif ettikleri laikliğe teşne olmaya başladılar. Artık modern Müslüman (!) vardı. Seküler dünyanın loş ışıkları altında kendilerini, “kâfir” gördükleri cemiyete kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Bunun için her ne olursa olsun “takiyye” yapılabilirdi!

Artık düzene alışan ve adapte olan Müslümanlar için bu rejimden daha iyisi yoktu. İslâm davası ve rejim değiştirme iddiası 6 ayda bir yapılan seçimlerde miting alanlarında ve yemekli toplantılarda söylenilen sakız haline gelmişti. Gençliğin verdiği bir hevesti artık…

Hülasası şu; Müslümanların Türkiye’de güçlenmesine ket vuran iki ana gelişme yaşandı:

*Mısır ve Pakistan’dan gelen/getirilen tercüme eserler

*İran Devrimi

Mısır ve Pakistan neredeyse 200 yıldır İngiliz sömürgesi altındaydı. Orda yayılan ve Türkiye’ye getirilen sakat İslam anlayışı, İngiliz güdümündeki “Oryantalist İslam”dı. Bir Batılı “Osmanlıya fıkıh, tefsir, hadis ilmini bilen beş bin ajan gönderildi.” diyor. Oradan peydahlanan sözde alimler ne getirdi? “İslam Sosyalizmi”, “İslam Demokrasisi”, “Müslüman Komünistlik”, “Mezhepsiz İslam” gibi İslâm dense de İslâm olmayan birçok şey getirdiler. Ne demek bunlar? İslam yetersiz mi ki Sosyalizme, Komünizme, şuna, buna ihtiyacı olsun?

Diğer yandan İran Devrimi. Toz-duman ortalığı iyice çamura kattı. Ülkede bazı siyasiler yardımıyla İran seviciliği altında Şiacılığı yaydılar. Sünni-Şii kardeştir palavraları sloganlarla yayıldı.

“Humeyni’yi okumayanlar İslamı anlayamaz” safsatasını yaydılar. Mevdudilere, Hamidullahlara, Abduhlara hiç girmiyorum. Neredeyse çoğu İbn Teymiye’nin onuncu sınıf kolpası. Ya dinde yobazlığa gittiler ya da mezhepsiz reformacı oldular.

Hasılı Büyük Doğu İBDA’nın önüne geçmek için nesillerin zihinlerini çöplüğe çevirdiler...

Her dönem farklı bir katranı Müslüman nesillerin karşısına çıkarıp rol-model olarak sunmaya çalıştılar. Her seferinde katranı kaynattılar şeker olmadı.

Kaynak: Hasan Hüseyin AKDAĞ - Aylık Dergisi 201. Sayı

Recep YAZGANRecep YAZGAN