Kültür
Giriş Tarihi : 01-03-2018 11:55   Güncelleme : 01-03-2018 11:55

​Kuyu Dilinden Hayata Şiire Ve Dinçer Ateş’e Düşen Kelimeler

​Kuyu Dilinden Hayata Şiire Ve Dinçer Ateş’e Düşen Kelimeler

Ankara soğuğun şehri, sadece havanın soğukluğu değil bu. İnsanların birbirlerine bakışlarındaki fer, gözlerindeki meneviş karşıdakine varıncaya değin neredeyse havada donup kalıyor. Muhatabınızla uzak kalmanın şehre ait bir ifade biçimi olmalı bu. Bürokrasinin başkentinde herkesin karşısındakine izafeten ilk idrak ettiği alan; makam. Yani herkes karşılaştığı kişinin yüzünden önce ayaklarına bakıyor. Kaygan bir zeminde yürüdüklerini bildiği için insanların, hepsinde bir tedirginlik mevcut. İştiha nitelikten önce geliyor, evvela tamah, sonrasında ihtiras, sonrasında göz açlığı. Yeterlilik sütre önünde göstermelik bir makyaj. İnsani özellik hiç kimsenin kendisi için düşündüğü bir şey değil, sadece başkalarının kendine bakışında aradığı perdelenmiş bir haslet. Sonrası düşüncenin bile önünde bir barikat, bir engel. Ankara bazı konu başlıkları altında arkadaşı bile arkadaşa hasım yapan bir yerleşke. Karşılığında hiçbir şey vaat etmeyip o güne değin elde avuçta biriktirdiğin ne varsa onları almaya ayarlı bir kent. Tuz bile kokar denilen türden başkalaşımın şehir hali, bir tür ağırlık mahali, bir bezginlik çökeltisi.

Ve Dinçer, bütün bunların yanında bir adı olan adam; zamanın ve mekanın zarif dilinden anlayan aynı zamanda. Bir çalım sevda, bir dil soylaması gibi gelir onu tanıyan dimağlara. Yiğit adam dersiniz, zamanın halinden anlar dersiniz, o bir sıkıntıyı kimseye dert olmadan çözer dersiniz, mekana ait ne varsa en boy ve derinlik neviînden olmaz olana izafeten hemen, şimdi hale ve yola sokar dersiniz. Seven gönlü kadar yöneten elini görürsünüz üzerinizde. Onun şahsında bu ikisinin birbirini, tek bir bünyede bu kadar sevmesine şaşırırsınız. Memnuniyet apansız bir hayret makamı olur çıkar onun yanında, güzelin yoluna vurursunuz kendinizi. Sonra karizma, Allah vergisi özelliklerle donanmışlık hali; ona bakıp, zaten diğerlerinin yanında, farkı bünyesinde bir çıkıntı olarak değil de, doğal bir özellik niteliğinde taşımak değil midir dersiniz kendi kendinize. Onu alır zihninizin bozulmaz bir tarafına ısmarlar; orada dokunulmazlık neviinden bir paye verirsiniz ona, nitekim ona şehir, bu olumsuzluklarıyla asla bulaşmaz dersiniz.

Sonra kendi cihetinizden kalkar, bir dosta, dilin kelimeye gidişi gibi gitmeye yekinirsiniz yaşınıza başınıza bakmadan. Ardından yola bakarsınız, sonra ayağınıza yürümenin ne kadar iyi geldiğini anlarsınız. Yolun yürümeye kalbettiğini, ayağın gitmeyle cem olduğunu hissedersiniz. Yol artık yürüme vaktinin geldiğini söyler size, siz de ancak nihayetinde yorgunluğun olmadığı, maksudun bir menzilin adı olduğunu, bu minvalde çoklu bir coğrafyaya huruç ettiğinizi bilirsiniz. Bir yolculuk başlar içinizde ve dışınızda; zamanı yola atar bir balıkçı sabrıyla yolun bitmeye boynunu uzatmış mesafelerinin tükendiğini görürsünüz. Her tükeniş bir kazancın müjdesini verir tersinir haliyle. Asfalt erir, bir temaşayı diri tutan pencere önlerinden belli bir perspektif dahlinde erir manzara, içe verir kendi anlamını bütün bir oluş. Yusuf gelir aklına insanın, Yakup’u üretken bir kelime gibi tarihe süren, suyunu bekleyen bir kuyuya gözlerini nispet eden halinle, bir baba olarak hem de. Yusuf gelir kardeşlerinin önünde bir gül muştusu olarak yola kalbeder bütün varsıllığını kendinden öncekilerin. Artık gittikçe artan bir perspektiftir kuyuya ait bütün o derinlikler. Duvarın ötesinde bir demet gül gibi durur ve sevdayı nefsinde temize çeker bütün delilikleriyle Züleyha. Bütün serbest düşünce temrinlerinde Yusuf vardır artık, çünkü yol ancak yolcuyla birlikte var olanların üzerine zimmetlidir.

Bir demir yığınının içinde kuyunun derin tepesine doğru çıkıyorum. Burası Dinçer’in sığındığı yer. Kuyu denilen şey; Dinçer’in üzerinde görüldüğü kadarıyla; hayatın bu zamana kadar ki tanınmayan, bilinmeyen yüklerini sırtladığında, aslında o yüklerle beraber kendinin de fakında olmadan veya farkında olarak yenilendiği bir yer. Bu bir anlamda topyekün bir ihya girişimi, bir yol açma seferberliği, en basitinden bir huruç harekâtı; insan kendinin ta zirvesinden yine kendinin en derin kuyusuna varıncaya değin uzunca bir yolu kat etmeyi burada göze alıyor. Yaşamak denen yedi başlı ejderin, hangi başıyla size dünyayı zehir ettiğini, sizin bilinen yolunuza engel olsun diye hangi taşlar döşediğini ilk defa orda -bu derinlikte- fark ediyorsunuz. 20. kata çıkıyorsunuz o zaman anlıyorsunuz ki bu beton yığını, bu kuyu ismiyle yumuşatılabilirmiş ancak, ancak tersine bir gayretle insanın göz hizasına gelebilir olduğunu o zaman fark ediyorsunuz, kendi haline bırakıldığında insana ait olmayan bu yapının. Dinçer, içinde çığırtkan bir hasret ve yakasında eski bir oyun arkadaşını yeni görmüş bir çocuk iliştirilmiş haliyle karşıladı bizi. Yüzünde, tebessüm edince daha bir belirgin hale gelen ve her katmer derinliğinin bir dostuna karşılık geldiği bir veçheyle buyur etti. Oturduk zamanla ters orantılı bir iddiaya girmişçesine, biz ne kadar hasret olup her şey şurada dursun dediğimizde onun ne kadar hızlandığını gördük gönlümüze bağlı vakit ölçerlerle.

Dost; bir diğer tarafıyla biz olmanın hep özlenip hiç bitmeyecek hasret halidir. Kelimeyi sözlüğe gönderirsen hasrete bakmak için, her hecenin yola izafe edilen delice bir kokusunu duyarsınız. Hem mesafe de böyle bir şeydir, her ne olursa olsun uzaklık sevda olunca sözlüğe girmez efendiler. Dost ve sevda birbirini hastalık derecesine gözetip kollayan iki kavram yürek mahfillerinde. Kuyu’dayız Dinçer, İbrahim ve Hüseyin, müthiş bir bolluk, bir oda bu kadar bereketli mi olur Allah’ım. Gece ve efsun, gece ve belirsizlik, gece ve muhabbet, gece ve vaktin bir dantel gibi aklı sarhoş eden, akıl almaz inceliği. Yere, göğe, mekana, zamana, sabaha ve akşama, yani insan kokusu sinen ne varsa, bir aidiyet eki ile bağlanıyoruz onların hepsine. Hem boyumuza uygun olanı bir kelimeyle ölçüp, bir şiir demeti ile seyrediyoruz doyuncaya kadar, halbuki bütün bunların üstüne, hem karşıdan hem de yanımızdan doymanın bütün cihetleriyle olmazlığını biliyoruz, çünkü doymak ölmektir diye yazılmıştır hayatın bütün derkenarlarında.

Hem şiire girdik bir kere; üstümüz başımız kelime, heceler dökülüyor dilimizden, gönlümüzde bir coşku, cümleye yeni su yürümüş gibi bir hal var edamızda. Sürgit bir anlamı kucaklıyoruz birbirimizde. Sevda kanatlı kelebekler uçuruyoruz an için, çünkü bütün zamanlar bahar çekiyor yıllara nispet edercesine. Hasret beyler, en az şiir kadar başı belalı bir kelime. Onu lügatten çıkarırsanız birkaç ciheti birden düşer insanın. Kemiği sızlar cümle kardeş kelimelerin. Hem şiirle de nispet üzerinden kardeş olmuyorlar mı? Bakın size bir sır vereyim beyler, öyle sanıldığı gibi, şiirin varlığı insanı fazlalaştırmaz, tam aksine yokluğu insan eksiltir. Bunu bilin, biliyorsanız yeniden öğrenin hem de bütün tafsilatlarıyla.

Hem daha öncesinde demiştim ya, aynı sözlerle bir kere daha diyeyim; Dinçer bak…

Şöyle kelimeler gelse; bağdaş kursa karşımızda, bize şarkı söylese birkaçı, şiir tadında, birkaçı masal anlatsa küçüklüğümüze inip, sonra diğerleri anne olsa evcilik oyunumuza, hem sevse bizi, öyle boylu boyunca. Oyundan çıkanları kendine davet etse bir diğerleri, öbürü deneni olmaz dese, bunu saymam, siz yeniden büyüyün benim en mümbit yerlerimde, ben hepinize bakarım dese. Bize iyilikten cibinlikler dikse sonra, adamakıllı büyüklükler çıkarmak için kaburga kemiklerimizden, biri gelse bahçemize güneş ekse sabahları, biz akşam olmadan günü toplayıp getirsek ayaklarına öbürünün.

Sabah kalksak, baksak ki etrafımızda hayattan anlayan birkaç kelime, bize dostluğu anlatıyorlar. Birkaç kelime günü almış pencereden içeri, birkaçı sevmeye çıkmış kırlara doğru.

Dinçer bak, bana böyle şeylerle geliyorsun, yetmiyormuş gibi, biraz Cahit Koytak alıyorsun yanına, resme dahil ediyorsun şiiri. Biraz Bekir ve Biraz da Nevzat koyuyorsun içine. Biraz beni şehre buluyorsun sonra, nispet eden taraflarıma nazire olsun diye. Ben kendinden çokluk yapmasını beceremem öyle efendim, çoğaltacaksam kendimi, biraz senle, biraz Bekir’le çoğaltırım, sonra bir miktar Nevzat alırım yanına çokluğumun, hile katmasın diye başkaları apansız gelip geçen zamanımıza, belki biraz da çivi çiviyi söker diye, hadi kabul et. Ve Cahit Koytak; dilimizi adam ederken biraz, söze gurbetlik eden ağzımızda yorulmasın diye yüreğimiz. Konuşmanın balkonundan düşmesin diye içimiz biraz, sevdamızı vurmuşken omzumuza. Büyük şiirin sahillerinden bakarken ummanlara “Bağdatlı bir Şairle” birlikte. Hem Kuyuya Dönen Yusuf’u gözeterek, hem Yakup ve Züleyha’nın gözlerine zeyl düşen bir edayla.

Dinçer bak;

Bana öyle şeylere geliyorsun

Öyle laflar ediyorsun ki;

Bütün zenginlikleri alarak yedeğine

Dirime ve hayata bir şeyler sunmak için

Zaman mekan

En boy derinlik aldırmadan

Yani bütün mezarlıklarıma istinaden

Bütün gökyüzünü

Elden geçirerek yarınların

Biraz ardına bakarak hem de

Geçmişte bir çocuğu diriltiyorsun

Bir umudu büyütüyorsun gelecek için

Başkalarına inat

sen böyle yürüyorsun…

Mustafa Karaosmanoğlu

adminadmin