Kültür
Giriş Tarihi : 15-12-2019 10:00   Güncelleme : 15-12-2019 10:00

Modern Hayata Es Vermek

Modern Hayata Es Vermek

Modern hayatı eleştirsem de seviyorum. Elektriği, interneti, bulaşık ve çamaşır makinelerini seviyorum. Fakat doğadaki hayvanlara gelince durum değişiyor, kendimi onlara uzak hissediyorum. Kedi, köpek değil bahsettiğim, diğer canlılar. Onları görmek beni şaşırtıyor ve korkutuyor. Bir kirpi gördüğümde mesela, ona müzelikmiş gibi yaklaşıyorum. Böyle şeyler ancak müzelerde görülmeliymiş gibi. Oysa çocukluğum börtü böcek içinde geçti. Ne ki kolay alıştım modern hayatın konforuna. Kolay alışılıyor. Doğadan çabucak vazgeçebiliyoruz.

“Doğayı geri püskürtme” deyimini kim kullanmıştı bilmiyorum ama modern hayat tam olarak bu, doğayı geri püskürtme ya da onu kontrol altına alma: İlaçlamalarla, parklarla, peyzajla… Doğanın aramızda kontrollü bir şekilde var olmasına izin veriyoruz. Bu doğada sırtlanlara, aslanlara, yılanlara yer yok. Böceklerin yaşamaması için de elimizden geleni yapıyoruz. Avcı, toplayıcı ve çiftçi atalarımızdan fazla uzaklaşmadık zaman çizelgesinde ama yaşam tarzımız ışık hızıyla uzaklaştı köylerden, tarlalardan. Artık ekip biçmek maksadıyla arsa sahibi olmuyoruz. Modern hayata bir beton daha yığmak için arsa sahibi oluyoruz. Beton âdeta mabedimiz oldu.

Neden ahşap bir yapıya girdiğimde huzur ve sakinlik ve adını koyamadığım şeyler hissediyorum? Hala kopmadık doğadan. Bir yanımız park, bahçe, toprak arıyor bir yanımız betona yapışık. Ama doğanın o gür sesine dayanamıyoruz. Doğaya müzelikmiş gibi davranıyoruz. Bir müzeyi seyre gider gibi doğaya gidiyoruz. Bazen bilet alıyoruz hatta doğaya kavuşmak için. Bazı doğa parçalarını koruma altına alıyoruz. Biliyoruz ki koruma altına almazsak orası da betona dönüşecek.

İnsan doğadan kopalı çok olmadı. Belgesellerle bu özlemi gidermeye çalışıyoruz. Bir aslana av olmamak için duyulan kaygı bitti mi peki? Hayır, yerine bir sürü yeni kaygılar geldi; modern hayat insanı kaygıdan ve korkudan kurtarmadı. İnsan doğada yaşarken stresli olmalı, her an bir yırtıcıyla karşılaşma tehlikesine karşı uyanık olmalı. Peki, modern insan bu stresten kurtulabildi mi? Diyebiliriz ki modern hayatta stres seviyemiz, doğada yaşayan insandan kat kat fazla. İş, trafik, ödemeler, çocukların geleceği… Hepsi birer stres ve kaygı kaynağı… Bir de varoluş kaygısı var. Doğadan uzaklaşmamız, bizi hayatta kalma kaygısından kurtardı ama hayatın anlamı da çekildi yaşamlarımızdan. Hayatta kalmak yetmiyor anlam bulmak için. “Ne için doğdum?”, “Hayat bu rutinden mi oluşuyor?”, “Ne işe yarıyorum?” gibi sorular insanın zihnini kurcalayıp duruyor.

Bir iş üretmek, bir işe yaramak, hayatta kalmak, sevilmek, kabul görmek hayata anlam katıyor. Sorun şu ki modern hayat bireyselleşmeyle birlikte yanında yalnızlığı da taşıyor. Kabile hayatı yaşamıyoruz artık. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için değiliz. Varsa yoksa çekirdek ailemiz. O da çok sağlam temeller üzerinde değil, aileler dağılıyor. Çoğu baba, boşanmanın ardından babalık görevini de askıya alıyor ya da annenin çocuğu babaya karşı doldurması yüzünden askıya almak zorunda kalıyor. Modern hayat bize bir anlam katmıyor. Anlamı kendimiz oluşturmak zorunda kalıyoruz. Nerede bulacağız bu anlamı?

Hayatın anlamını o kadar da uzakta aramamak gerekir. O, sabah olunca yataktan kalkma sebebimizdir. Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabında bu konuda ilginç veriler sunar. Bir toplama kampına alınan yazar, burada hayatın anlamını sorgularken bir şey fark eder; insan, şartlar ne olursa olsun insanın hayatının anlamının farklı olduğunu da keşfeder. Kimi eşine duyduğu sevgide bulur hayatın anlamını, kimi de yazdığı kitapta. Hayatın anlamı zaman zaman değişkenlik de gösterebilir. İki yıl önceki hayatınızın anlamıyla bugünkü hayatınızın anlamı arasında farklılıklar olabilir. Her insan, hayatın anlamını kendi bulmalıdır ama mutlaka bulmalıdır Frankl’a göre. O, uzağımızda bir yerlerde değil, yakınımızdadır, hayatımızın içindedir. Viktor E. Frankl, şöyle der kitabında: “Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir.”

“Dindar insan için hayatın anlamı nedir?” sorusuna bu yüzden kolaylıkla “kulluk” diyebiliyoruz ama bu aslında o kadar basit bir mevzu değil. Çoğumuz dinimizi ailelerimizden ve toplumdan öğrendik. Ezberlediğimiz birtakım bilgilere sahibiz. Çoğumuz dinin özünü henüz kavrayamadı. Yaş aldıkça ve merak ettikçe araştıran insanlar, dinî inançlarını bir dava gibi sahiplenmeye ama bu sahiplenme sonucunu kimseye dayatmamaya daha yatkınlar.

Allah, insanların kendilerini Allah’a adamalarını istiyor ve bu istek karşılığında insanlara bir anlam sunuyor. Bu dünyada insanın yakıtı anlam olduğuna göre az bir nimet değil anlama kavuşmak.

Modern hayat, doğayla birlikte anlamı da hayatımızdan kovdu. Rutinin içindeki meşguliyetler sebebiyle, anlamı sorgulamaya pek vaktimiz olmuyor ama farkına varanlar muhtemelen ilk tepki olarak depresyona giriyor. “Hayatın bir anlamı var mı?” sorusu şu şekilde bir sorudur aslında: “Benim bir anlamım var mı?” Cevap uzağımızda değil, her gün yaptığımız işler bizim bir anlamımız ve katkımız olduğunu gösteriyor. Ne şekilde anlam katmak istiyorsak o şekilde katılmalıyız hayata; yeteneklerimizle, ilgi alanlarımızla, özgün yaratıcılığımızla… İşte modern hayat buna pek izin vermiyor. Hayat o kadar rutine dönüşmeli ki hayatımızı idame ettirecek gelirlere kavuşabilelim. Esneklik yok modern hayatta. Saat kaçta metroya bineceğin, kaçta işte olacağın, işte ne yapacağın belirlenmiştir. Sen sadece çizilen sınırlar içinde yaşamaya zorlanırsın. İnsanın biricikliği göz ardı edilmiştir modern zamanda. Her kişinin biyolojik saati farklıdır ve bu farklılıklar gözetilmez, tek tipçi bir zihniyeti vardır modern hayatın.

Erol Göka, “Hayatın Anlamı Var mı?” kitabında şöyle der: “İçinde yaşadığımız toplum ve gelenek bizi hep onlarla birlikte, kendi varlığımızı pek fark etmeden yaşamaya zorlar, bizden kendisine uymamızı, gündelik rutin ve alışkanlıklar içinde yaşamamızı talep eder. Topluma, diğer insanlara uyarak yaşamak, elbette kendi başına kötü bir şey değildir; insan olmanın bize yüklediği bir gereklilik, bir sorumluluk, bir zorunluluktur. Ama uyumlu, iyi bir vatandaş olmak madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Hayatın içinde yaşayıp giderken kendi varoluşumuzun iç sesine kulak vererek otantik olmayı keşfederiz. Hayata, hayatlarımıza verdiğimiz anlamlar, bu çabamızdan bağımsız değildir. Otantik olmayan insan, sahici olamamış; kararsızlığın ve belirsizliğin hâkim olduğu gündelik hayatın içinde sürekli kaygılardan kaçmaya çalışan bir yol seçmiştir. Kendisi üzerine düşünmemeye, gündeliğe, aleladeliğe, banalliğe batmış; vasatlığa, herkesliğe gömülmüştür. Kendini sıradan hayat olaylarına, günlük maişet derdine bırakmış, ırmaktaki yapraklar gibi hayatın içinde bir o yana bir bu yana savrulup durmaktadır. Yalnızca toplumun ve diğer insanların beklentilerini karşılamaya çalışmakta, bu dünyada ne işi olduğunu aklına bile getirmemektedir. Belki görünüşte çok meşguldür, hayatında bir dakika bile boşluk yoktur, kendisini o meşguliyetten bu meşguliyete atıp durmaktadır ama bu eylemler hep nicelikle ilgilidir, yapıp etmelerinin niteliğinde hayatla sahici olarak karşılaşmanın hiçbir emaresi bulunmaz.”

Modern hayat, hayatın anlamının üstünü örtüyor, tıpkı kulluğumuzun üstünü konformizmle örttüğü gibi. Hayatın anlamını, kulluğu yeniden bulmak için modern hayata biraz es vermemiz gerekiyor. Konforlu hayatımıza biraz rahatsızlık, rutinlerimizin farkına varış, koşuşturmayı bırakıp biraz duruş, ezberlerimizi bozacak bilgiler öğrenişle bu kara büyüyü bozabiliriz. Hayatın anlamına, kulluğa yeniden kavuşabiliriz. Albert Camus’nün dediği gibi “Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda iyi bir ölme nedenidir de.”

H. Havva Ergün / Diyanet Dergisi

 

 

adminadmin