Kent Kültürü
Giriş Tarihi : 29-09-2019 10:47   Güncelleme : 29-09-2019 10:47

Orhan Pamuk : stanbul’da İnsanlığı Keşfediyorsunuz!

Voice of Travel dergisi olarak bu sayıda sürekli değişen ve gelişen İstanbul’u iş dünyasının önde gelen isimlerinden, kültür sanat dünyasına yön verenlerden dinleyelim, turizm açısından pek çok farklı değere sahip İstanbul’u daha ileriye nasıl taşıyabiliriz konusunu ele alalım istedik.

Orhan Pamuk : stanbul’da İnsanlığı Keşfediyorsunuz!

                                                                                                                                                                                                                                                Röportaj: Cemal KIZILTAN        

İstanbul’u anlatırken, İstanbul’un sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel değişim ve dönüşümünü romanlarında her biçimiyle aktaran Orhan Pamuk’suz bir İstanbul anlatmak epey eksik kalacaktı.

Kuşaklar boyunca İstanbul’un geçirdiği evrimi kitaplarında sıklıkla işleyen, gerek hatıralarla gerek hikayelerle İstanbul’un her halini, her biçimini ve her ayrıntısını romanlarına yansıtan 2006 Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Orhan Pamuk, İstanbul’a geçtiğimiz yıllarda bir de müze kazandırdı. Masumiyet Müzesi romanıyla aynı adı taşıyan Masumiyet Müzesi, açıldığı günden bu yana hem yerli hem de yabancı turistlerin ilgisini çekmeye devam ediyor.

İstanbul ile yazarlığının, romancılığının birlikte geliştiğini anlatan Pamuk, aslında yola “İstanbul yazarı olayım” diye çıkmadığının altını çiziyor. İstanbul ile iç içeliğini “Ben arkadaşlarımı yazayım, ailemi yazayım, tanıdığım, sevdiğim insanları yazayım dedim. Bunlarla, yani insanlıkla İstanbul’da tanışmıştım. İnsanlığı anlatırken onların eşyalarını, aşklarını, dinlerini, inandıklarını, gururlu, suçlu, sevinçli, kıskanç hissettiği duyguların hepsini anlatıyorsunuz, hepsini görmek istiyorsunuz. En sonunda İstanbul’da insanlığı keşfediyorsunuz. Kitaplarınız tutunca, sevilince birden farkında olmadan, daha sonra farkında olarak İstanbul’u tanıtmaya başlıyorsunuz” diye özetliyor.

Orhan Pamuk’un İstanbul’una, Masumiyet Müzesi’ni nasıl oluşturduğuna ve İstanbul’un özellikle kültür turizminde nasıl ileriye taşınabileceğine dair bu samimi söyleşide çok şey bulacaksınız…

BU FİKRE HAYATIMIN 10 YILINI VERDİM

Masumiyet Müzesi romanınız 2008’de yayınlandı. Müze de 2012’de açıldı. Ancak siz romanı yazarken bir yandan bu müzeyi tasarlıyordunuz. Bu çalışmaları yaparken neden bu romanın bir de müzesi olması gerektiğine karar verdiniz?

Masumiyet Müzesi romanını ve müzeyi birlikte hayal ettim. Benim yaptığım, sanıldığı gibi “Çok başarılı bir roman yazdım, hadi bir de müzesini yapalım” gibi bir şey değil, romanı boyutlandırdım. Müzeler bir anlamda, iki boyutlu olmaktan üçüncüsüne atlama çabasıdır. Bu üçüncü boyutta bize zaman ve mekan olarak yansır. Müzelerde tıpkı resim gibi donmuş bir ana bakar ve onu görürüz. Ama hikayeler donmuş bir anı değil yaşananları, değişimi anlatır bize. Müzeler sadece zamanın mekana dönüştüğü yerler değil, aynı zamanda eşyaları ve hatıraları birleştiren çizgidirler. Nitekim okurlar müzeye geldiklerinde buradaki eşyaların hikayenin içinde olduğunu görecekler. Roman ve müze aslında estetik ve mimari ayrıntıları ile birlikte, çünkü ikisini aynı anda, birlikte düşündüm. Yani, müze romanda anlatılan eşyaları bize göstersin, hatta bu roman o müzenin kataloğu olsun gibi hayal ettim. Romandaki ilk eşya Füsun’un küpesidir, oradan yola çıkarak bir şey anlatılır, derken ikinci, üçüncü diğer eşyalar üzerinden hikaye gelişir. Bir anlamda notlandırılmış katalog diyebiliriz romana. Kitap ile müze içiçedir. Müzeyi tasarlarken, biz bu notları öyle bir sıraya dizelim ki ziyaretçiler müzedeki eşyaları roman gibi okusun. Bu benim kendi kafamda yarattığım kavramsal ve oyuncu bir buluştu. Kendi adıma gurur duyduğum nokta ise ben bu fikre, hayatımın 10 yılını vererek ve maddi yatırım yaparak gerçekleştirebildim. Kendimi o konuda tebrik ediyorum, çünkü gerçekleştirilmesi zor bir hayale inandım.

MASUMİYET MÜZESİ’NDE ANLATILAN İSTANBUL’UN İKİ KESİMİDİR

Roman olarak Masumiyet Müzesi, biraz melodramatik ve gerçekçi bir aşk hikayesidir. Anlatılan İstanbul’un iki kesimidir. Uzak akraba olan iki insan vardır, biri o yoksullaşan Çukurcuma’da yaşayan genç bir kadın, diğeri ise zengin semtte büyümüş ve hayata devam eden bir erkek. Neden Çukurcuma diye sorarsanız; Cihangir, Çukurcuma benim çocukluğumdan beri bildiğim yerler. Kafamda böyle yer etmiş, bugün dahi aynı karakterini koruyan bir semttir. Diğer tarafta ise Nişantaşı var, ikisi de çocukluğumdan bu yana içinde yaşadığım yerler, buradaki insanları iyi tanıyorum, onların yaşam tarzına, hatta kullandıkları eşyalara aşinayım.

İşte bu farklı semtten gelen iki kahraman birbirine aşık oluyor. Bildiğimiz aşk romanı. Ama kahramanımız aşkta tatmin olmadığı için aşık olduğu kadının eşyalarını toplar. Bir yandan toplarken, diğer taraftan da bunu neden yaptığını düşünür. Sevdiğimiz kişileri ya da mutlu olduğumuz anları hatırlatan eşyaları hepimiz edinmek ve saklamak isteriz. Masumiyet Müzesi fikri de bu basit bilgi üzerine kuruldu ve bende kendi yaşamımı betimleyen, yani 1950 ile 2000 yılları arasında İstanbul’da özellikle Nişantaşı, Cihangir, Taksim civarında yaşayan kahramanların herkesin kullandığı sıradan eşyalarını biriktirdim. Bunları hikayemin bir parçası yaptım ve müzede sergiledim.

Tam da o noktaya gelmek istiyorum. Müzede 83 tane vitrin var. Kitapta da 83 bölüm var. 1950’li yıllardan bahsettiğiniz gibi 2000’lere kadar uzanan süreçte bu nesneleri toplamak, tasarı çerçevesinde bir araya getirmek kolay olmamıştır herhalde. Bu eşyaları  toplarken nasıl zorluklarla karşılaştınız? Çünkü bu bir hayal ve birbirine bağlanan noktalar var. O noktaları nasıl birleştirdiniz ve o noktaları nasıl hayal ettiniz?

Birinci eşya müzenin bulunduğu bina ve romanın hikayesi aşk hikayesi olarak vardı. Çok basitçe söyleyelim. Nişantaşlı çocuk, uzak akrabası yani kuzenini, kuzeni gibi daha fakir muhitten kıza aşık olur. Aralarında cinsellik de olur ki, o zaman istediğimiz kadar yukarı sınıf olalım, bu da aynen geleneksel ailelerde olduğu gibi tabu bir konudur. Bu, kızın saflığı, bakirelik konusu romanın adıyla da masumiyetle ilgili bir şeydir. Böylelikle, o iki kültürün eşyalarını topluyordum ve bunları romanda kullanmayı düşünüyordum. Bazen antikacılar, antikacı abartılı kelime, eskiciler, dükkanlar, akrabalar, böyle bir şey yaptığımı düşünenler bana eşyalar veriyorlardı. Ama çoğunu aileden, akrabalardan ve eskicilerden aldım, romanı da bu eşyaları topladıkça yazıyordum. Yani Füsun’un elinde bir çay fincanı diyorum, önce o çay fincanını buluyorum. Özellikle elbise, çanta gibi eşyalarda Füsun’un çiçekli elbisesini yazıp, sonra onun gibi bir şey aramıyordum. Önce gidip bir yerden hayalimdeki Füsun’a yakıştırdığım bir elbiseyi alıyordum, sonra onu romanda tasvir ediyordum. Böyle böyle ilerledim.

Ama bazen çok ilginç bir eşya buluyordum. Severim, hayatımda da yeri vardır.  Taksimetreleri hâlâ yakın zamana kadar eskicilerde satıyorlardı. Çocukluğumda çok etkilenirdim. Hiç bir zaman da kurmazlardı. Babam da şoförlere “neden taksimetreyi açmıyorsunuz kardeşim” diye sitem ederdi, ama yine de taksimetreyi açmazlardı. Nitekim önce taksimetreyi aldım ama roman o taksimetreye değdi, dokundu, onu kullanabildim. İstanbul’da yine eskicilerin birinde eski at arabalarının gece fenerlerini buldum. Onu da aldım, roman bundan da bahsedecekti. Füsun, Kemal’e giderken bir şey olacak ama bir türlü hikayeyi oraya getiremedim, fayton lambası hikayede yer alamadı. Şimdi evde duruyor. Müzede de sergileyemiyoruz ne yazık ki. Aslında sıradan, ortalama dönem eşyalarını ve ilginç şeyleri topluyordum. Ama hikayemde onlara değsin, onları yutsun istiyorum. Füsun’un küpesi gibi son derece dramatik yani hikayede önemli olan eşyalar olduğu gibi alakasız sinema biletleri, manzaralar, kimlik kartları, çalışma kartları, en sıradan fark etmediğiniz günlük hayat eşyalarını da kullandım müzede.

Bir de şöyle eşyalar var; zamanında kullanılmış, eskimiş, eskiciye gitmiş ya da akrabamızın, annemizin eski dolabında duran eşya değil, eskiden böyle buna benzer eşyalar vardı ama tam bu yoktu: Mesela romandaki Meltem Gazozu... Bu gazozu yapmak aslında Serdar Erener’in yardımıyla oldu. 1970’lerde çıkmış hayali Meltem Gazozu’nun… Müzeye girince göreceksiniz reklam filmini yaptık. Hatta aynen romandaki gibi bunu 2011’de yaptık. 2011’de İstanbul’da çalışan 18 yaşında Alman manken kız da vardı, aynen romanda olduğu gibi.

Ben onu gerçek sanıyordum.

Neyi, filmdekini mi?

Hayır Meltem Gazozu’nu…

Ha evet size de yutturmuşuz...

MÜZEYE GELENLERİN ÇOĞU KİTABI OKUMAMIŞ OLANLAR….

Müzeyi gezmek isteyenlere nasıl bir yol öneriyorsunuz? Müzeyi gezmek için önce romanı okumaları mı gerekir?

Müzeye gelen ziyaretçilerin yüzde 70-75’i romanı okumamış oluyor. Müzeyi kurarken kim gelir bu acayip müzeye dedim. Romana çok meraklı, beni çok sever, romanı da çok seven kişiler gelir yalnızca! Ama öyle olmadı. Müzeye gelenlerin yalnızca dörtte birinden azı romanı okumuş oluyor. Genellikle bir kişi okuyor romanı ya da haberdar oluyor, eve alıyor, bir gün ilerde okuyacağım diyor. Biraz daha edebi ve sanatsal olarak ilgili kişiler (özellikle turistler, yerli turist olabilir, yabancı turist olabilir) arkadaşlarını alıyor. “Gelin bakın size bir şey göstereceğim” diyor. Benim başka kitaplarımı okumuşsa bununla da ilgileniyorlar, gelmişken görelim diyorlar. Müzeye gelenlerin yüzde 75’i romanı okumamış ama hepsi de bir gün okuyacaklarını düşünerek geliyor.

İstanbul romancılığınızda çok önemli ve özel bir yere sahip. Çoğu romanınız İstanbul’da geçiyor. Bir edebiyatçı olarak İstanbul size ne ifade ediyor baktığınızda?

Bu aynen vücudunuz, aileniz ne ifade ediyor gibi bir soru; yani çok genel bir soru. Bir şey söylemekte çok zorlanıyorum. Bütün hayatım İstanbul’da geçti. İstanbul bir coğrafya olarak, kültür olarak, davranış olarak beni belirledi. Gelenekle modernlik arasında, Avrupa ile Asya arasında olması benim aklımdaki kuvvetli düşüncelere yol açtı. Ne yazık ki Doğu/Batı hakkındaki bazı basma kalıp laflar da doğrudur. Romanlarım bu konular üzerindedir. Ama bunlardan daha başka şeyler de yapıyoruz. İstanbul hakkında söylemek istediğim en önemli şey ben burada doğduğumda nüfusu 1 milyondu, bizim hikayemiz olan Masumiyet Müzesi romanı başladığında yani 1974’te 2,5 milyondu, şimdi kimi diyor 16 milyon, kimi diyor 17 milyon… Bir şehrin 1 milyondan 17 milyona büyümesi insanlık tarihinde az rastlanan bir şey. Paris 1 milyondan belki 9-10 milyona 200 yılda varır. Bense bu kadar büyümeyi kendi hayatım içinde gördüğüm için; bu özel istisnayı, bu durumu yaşamış biri olarak kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Böyle şehirler belki Nijerya’da var, Meksika’da, Çin’de, üçüncü dünyada var. Orada yaşanan hayatlar da yeterince ifade edilmemiş. Kısaca İstanbul’un doğudan ve batıdan aynı şekilde etkilenmiş olması, benim hayatım boyunca büyük bir hızla ilerlemesi, üç tane devletin başkenti olması… Bütün bu zenginlikte romancı olmaya başladığımda “amma büyük zenginlik var” demişimdir.

BEN İNSANLIKLA İSTANBUL’DA TANIŞTIM

Ama bu az yazılmıştır. Ben yazarlığa başladığımda Türk romancıları köy romanları yazıyorlardı iyi niyetlerle. Toplumsal sorunları ortaya çıkarmak için köy romanları yazıp İstanbul’u görmüyorlar. İstanbul’u nasıl görecekleri konusunda da kafalarında bir açıklık yoktu, bir suçluluk duygusu vardı. İstanbul’dakiler zenginler, mutlular gibi bir yanlış görüş vardı. Bu şehirde bütün hayatımı geçirdim, bundan çok memnunum. Romancılar neden bahseder? Arkadaşlarından, ailelerinden, tanıdıklarından, ev kiralama dertlerinden, bin türlü şeyden bahseder. Ama ben bütün bu insaniyeti İstanbul’da yaşadım. Ben başta “ben İstanbul yazarı olayım” demedim. Ben arkadaşlarımı yazayım, ailemi yazayım, tanıdığım, sevdiğim insanları yazayım dedim. Bunlarla, yani insanlıkla İstanbul’da tanışmıştım. İnsanlığı anlatırken onların eşyalarını, aşklarını, dinlerini, inandıklarını, gururlu, suçlu, sevinçli, kıskanç hissettiği duyguların hepsini anlatıyorsunuz. Hepsini anlatıyorsunuz, hepsini görmek istiyorsunuz. En sonunda İstanbul’da insanlığı keşfediyorsunuz. Kitaplarınız tutunca, sevilince birden farkında olmadan, daha sonra farkında olarak İstanbul’u tanıtmaya başlıyorsunuz. Ama ilk amacımız bu değildi. Yani insanları anlatmak istiyordum.

Dünyada pek çok kişi yazar Orhan Pamuk’u tanıyor. Ama bir de fotoğrafçı ve az evvel şahit olduğum kadarıyla ressam Orhan Pamuk’u tanımak istiyor. Fotoğraf çekmeye meraklısınız. Belli ki çizime de özel bir ilginiz var. Fotoğraflarınızı çeşitli vesilelerle kitaplarınızda kullanıyorsunuz. Fotoğraf çekmekle yazmak arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Mühendis bir aileden geliyorum. Dedem inşaat mühendisi, babam, amcam inşaat mühendisi. Kıymetli ve saygın insanlar. Onlara, babaanneme ve aileye göre matematik ve benzeri bilimsel değerler önemliydi. Sanatla falan uğraşana inanmazlardı. Resim yapan ayrıksı bir kara koyun gibi yetiştim. Hep söylediğim gibi aslında ressam olmak istemiştim. Beni mutlu eden görsel dünyadır. Resim yaparken, duşta yıkanırken şarkı söyleyen adam gibi resim yapıyorum.

Çok güzel bir örnek…

Ama yazı yazarken, matematik denklemi çözen biri gibi kafamı kaşıya kaşıya ve biraz zorlanarak yazarım yazıyı. Ama sonunda yazı bana daha derin geliyor. Yaptığım resimden o kadar tatmin olmam.

Peki fotoğraf?

Hayatımın bir noktasında 23 yaşında İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi ressam olamayacağımı anladım, ısrarın yanlış olacağını hissettim ve yazarlığa döndüm. Aslında ben ressam olmak istemiştim. Bu müzeye aslında contemporary art (çağdaş kavramsal sanat) bir eser olarak da bakılabilir.

Peki müzenin durumundan biraz bahseder misiniz, kaç kişi geliyor, gelenler kimler, ilgi nasıl?

Müze 2012’de açıldı, sekizinci senemiz bu. Yılda 25 bin ile 30 bin arasında ziyaretçimiz var. Beyoğlu’nda bombaların patladığı, siyasetin çok kötü olduğu, Batılıların gelmediği en kötü yıl 2016… İlk başlarda daha çok yüzde 70 yabancı Batılı idi. Şimdi Türkler de alıştı ve gelmeye başladı. Nobel ödülü paramla birlikte, başta cepten para koydum müzeye. Ama şimdi bunu biraz da övünerek söylüyorum gerek yok benim parama. Sistem öyle bir şekilde ki, giriş bileti parası orada çalışan insanların maaşlarını karşılıyor. Yani müze kendi kendine dönüyor. Tabii memnunum bundan.

Çok büyük bir başarı… Masumiyet Müzesi sergisi sadece İstanbul’da değil dünyanın çeşitli yerlerinde de rağbet görüyor. Yurt dışından sergi teklifleri alıyorsunuz. Geçmişteki yurt dışı sergi deneyimleriniz ve önümüzdeki dönem programınız hakkında biraz bilgi verir misiniz? Müze daha önce yurt dışına çıktı mı? Çıktığında nasıl bir tepkiyle karşılaştı?

Masumiyet Müzesi romanında 83 tane bölüm var. Müzede de 83 tane kutu, vitrin ya da sergileme camekanı var. Daha hâlâ müzenin eksiği var. Müzenin bu kutularının oturduğum apartmanda bir atölyesi var. Orada insanlar çalışıyor. Müzedeki 30 kutunun tıpatıp kopyasını yaptık. Bunlar önce Londra’ya gitti, sonra Oslo’ya ve Milano’ya gitti ve Kasım 2020 tarihinde de Paris’e gidecek.

Bu sergilerden memnunum. Beni de çağırdılar, konuşmalar yapıyorum. Gittiğimiz yerlerdeki ilgiden memnunuz. Ama bunların yan yana en güzel ve en etkili duruşu müzede oluyor.

KÜLTÜR SEVER TURİSTE SESLENEBİLECEĞİMİ DÜŞÜNÜYORUM

Müze açıldığından bu yana artan bir ilgiyle ziyaret ediliyor. Bunun turizme de ciddi katkısı oluyor. Sayısal anlamda olmasa bile niteliksel anlamda ciddi anlamda çıtayı yükseltiyoruz. Hem yerli hem yabancı turistlerin ilgisini daha fazla çekebilmek için turizm sektörüyle ve TÜRSAB ile birlikte neler yapılabilir? İşbirliği olanakları neler olabilir? Nasıl daha fazla ön plana alalım, daha çok turist gelsin, daha nitelikli turist gelsin?

Gerçekten şu ayrım önemli bir bilgidir: Bir Kuzey Avrupalı, Alman, İskandinav kültür sever turistler var, bir yandan da yalnızca Antalya’ya gidip denize giren, kültüre hiç ilgi duymayan turistler var. Özellikle 2016’dan sonra bu kültürsever Kuzey Avrupalı turistlerin ayağı kesildi. Şimdi Masumiyet Müzesi’ne Asya’dan çok büyük bir ilgi var. Şimdilerde İstanbul’a, Ortadoğu’nun Müslüman ülkelerinden çok turist geliyor ama benim kitaplarım Arapça’da yayınladığı halde ne yazık ki, müzeme onlardan ilgi yok. İlgi Çinlilerden, Korelilerden, Japonlardan geliyor, Müslüman ülkelerden değil.

Kültür turistlerini örgütleyen, onları yönlendiren kimler var, onlarla ilişki kurmamız gerekiyor. Ben kültürsever turistlere seslenebileceğimi düşünüyorum. ‘Bir romanın müzesi varmış, bu çok ilginç’ diyen insanlar için ilgi çekici olabiliyorum. Bir de “kitabı okuyamadık bari müzesini görelim” diyenler var.  Ama genel turist içerisinde bize gelecek olanı bulmak zor. Bakın bir başka konu da şu: Eskiden Galata Rıhtımı yokken büyük turist gemileri, Cihangir’de benim evimin önünde dururlardı. Turistlerin bazıları haritaya bakarak kendi kendilerine gezerler. Otobüslerle turistik yerlere gitmeyip, kendileri yürüyerek şehri keşfeder ve gezerlerdi. Tophane’den Taksim’e giderken, bizim müzenin oralardan geçer ve hiç bir şey bilmeden bize gelirlerdi. Benim için bu çok önemlidir. Çünkü ne Masumiyet Müzesi’ni ya da benim adımı duymamış ama gelen şehirde gözüne takılan ilginç bir şey olduğu için gelirlerdi. Şehirde yürüyerek gezen turistlere ne kadar yardım ediyoruz? İstanbul aslında kültür turizmi için gerçekten cazip bir yer.

Ben de bir şehre gidince rehberleri bir kenara koyarım, kendi kendime buraya gideceğim, şu 15 kilometrelik yeri hiç bir şeye bakmadan kendim yürüyeceğim derim.

İstanbul aslında kendi kendine keşif yapmak isteyen, şehrin labirentinde kaybolmak isteyenler için harika bir yer. Onlara biraz yardım etmeliyiz. O şehirde gezen insanlara açık olmalıyız. Onlara bir tehlike olmadığını, şehrin açık olduğunu, kendilerinin gezebileceklerini söylemeliyiz. Bizim yüksek kültür olarak Topkapı Sarayı’mız, İslam Eserleri Sarayı’mız var derken, arkasından son 200 yılda yaptıklarımızı, eşyalarımızı, günlük hayat tarzımızı gösteremiyoruz. Göstermeyi bilmiyoruz, kendi kendimize bile bakmayı bilmiyoruz ki başkalarına anlatabilelim.

Bu sizin kendi kişisel vizyonunuz ve çabanız… Turizm sektörü ve TÜRSAB, bu talebi arttırmak ve haliyle bu işbirliğini arttırmak adına sizin için ne yapabilir? Nasıl bir destek ve yardım beklersiniz? Uzakdoğu’da kültür turuna meraklı ülkeler arasında Tayvan, Güney Kore, Japonya, Singapur sayılabilir. Sizin zaten müzenize gelenler de bunlar, kısmen de Çinliler…

Evet benim için özel olarak Çinliler çok geliyor. Çünkü Çin’de romanlarım çok satıyor. Hatta şu son iki yılda müzemizin kaybettiği Kuzey Avrupalılar’ın yerine Çinliler, Japonlar, Koreliler geliyor. Tekrar söylüyorum; İstanbul’a çok Ortadoğulu turist geliyor, ancak onlar müzeye gelmiyor.

Son olarak bulunduğunuz yer, Büyükada ya da Adalar hakkındaki duygu düşüncelerinizi fikirlerinizi alalım.

Haziran 1952 doğumluyum. Doğumdan 10 gün sonra bütün aile Heybeliada’ya yazlığa taşındık. Yani 10 günlükken Adalar’a gelmişim. 67 yıldır Adalar’a gider gelirim. Heybeli, Sedef, Burgaz ve Büyükada’da yazlar geçirdim. Şimdi sekiz yıldır Büyükada’da sevdiğim bir evdeyim. Bu son sekiz yılda Büyükada’nın düşmesine üzülerek şahit oldum. Bunun tek bir nedeni yok. Pek çok nedeni var. Deniz kirlendi, Akdeniz’e giden ‘yerlilere’ uçak fiyatları düştü, çok fazla turist gelmeye başladı. Turistler buradaki orta yukarı sınıf zengin hayatını geriletti. Ev sahipleri ve yazlıkçılar gelmemeye başladı. Lokantalar bunun üzerine daha çok turizme hizmet etmeye başladı. At arabaları daha karlı olan turistleri gezdirmek isteyince, burada yaşayanlara kötü davranmaya başladılar.  Bisikletler, elektrikli araçlar çıktı; insanlar yaralanmaya başladı.

Adanın gerilemesi tek bir nedenden değil. Ama Büyükada şu an şaşaalı havasını kaybediyor. Adada iki saat geçirip denize girmeden yemek yiyip, at arabasına binip fotoğraf çekmek isteyen Ortadoğulu kitle çok arttı. Bitmek bilmeyen, dibi olmayan bir kitlesel turist akını Ada’yı çok fena bir şekilde etkiliyor.

Benim için Ada eskiden oyuncakçı dükkanı, manifaturacı dükkanı, kitapçı dükkanı, kırtasiyeci dükkanı, ayakkabıcı dükkanı, kumaşçısı olan bir yerdi. Tüm bunlar kapanırken, turistlere eşya satan yerlere doğru evriliyor. Adaların güzelliğinin, dokusunun yanında dükkancılarla selamlaşmak, manifaturacının işi çok iyi gitmese de yine de İstanbul’a gidip bir şeyler alıp getirdiğini görmek… Eskiciler de azaldı, burada bit pazarları vardı eskiden.

Bütün bu kültür gidiyor ve turist zevkine, damak tadına göre değişiyor. Eski Adalılar özellikle şikayetçi. Bu şikayetin bir kısmı haklı, bir kısmı haksız. Demokratik olacaksak, herkesin Türkiye’nin ürettiği güzelliklerden yararlanma hakkı var. Artık belediyeler ve devlet, turizmle yerel halkın huzurunu dengeleyecek önlemler almak zorunda ama onların ne olduğunu ben de bilmiyorum. 

Adanın yerlisi korunmaz ve burası yalnızca turistleri at arabasına bindirme yeri olarak görülürse bütün bu dünya çöker. Büyükada’nın yerlisi, ev sahipleri, yazlıkçılar, yazlarını burada geçirenler korunmalı.

Teşekkür ederim. Bu sohbet vesilesiyle “nasıl Orhan Pamuk olunur”  bunu anladım. İyi ki varsınız.

adminadmin