Röportaj
Giriş Tarihi : 23-08-2020 12:30   Güncelleme : 23-08-2020 12:30

Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu İstanbul Sözleşmesi’nin Arkasındaki İdeolojiyi Bilmeliyiz!

İstanbul Sözleşmesi çerçevesinde tartışmalar devam ediyor.

Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu İstanbul Sözleşmesi’nin Arkasındaki İdeolojiyi Bilmeliyiz!

Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu bu mevzu hakkındaki görüşlerini Baran okurlarıyla paylaştı.

 

İstanbul Sözleşmesi mevzuu gündemde. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu “nas” değildir, değiştirilebilir dedi. Toplumun ahlâkıyla oynayan bir sözleşme olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat bir kesim tarafından bu sözleşme ısrarla müdafaa ediliyor, özellikle Ak Parti’ye yakınlığıyla bilinen bir kesim tarafından. Bu husustaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

Burada önemli birkaç nokta var. Birincisi; bu sözleşme, kadına şiddeti önleme vesikası diye tanımlanıyor fakat biz buna, bu şekilde inanırsak 2011 öncesinde kadına şiddeti önlemeyle alâkalı hiçbir kanunun olmadığına inanmamız gerekir. Yani kadına şiddet rahatça uygulanan bir şeydi diye düşünmemiz gerekir.

Halbuki bizim bu konuda kanunlarımız var. Ne kadına ne de başka bir canlıya (hatta cansıza, birisinin camını kıramazsınız mesela) şiddetin önlenmesine ilişkin kanunlarımız zaten vardı. Bir nokta bu.

Başka bir nokta ise biz bin 200 yıllık İslâm, beş bin yılık ise Orta Asya’ya uzanan tarihimizde aile ve toplum ilişkilerimizi, geleneklerimizi belirlemiş bir milletiz. Kadına şiddeti önleme yönünde gelenekleri olan bir milletiz. İkincisi bu.

Üçüncüsü, 2011 yılında bu kanun çıktıktan sonra kadına şiddetin önlendiği şeklinde bir değerlendirme yapacak olursak, 2011’den önceki ve sonraki şiddet rakamlarına bakarak bu işi çok net bir şekilde çözmüş oluruz. Burada “Eskiden böyle kanunlar yoktu, kimse şikâyet etmeye cesaret edemiyordu.” gibi yalanlar söyleniyor. Bunun doğru bir tanımlama olup olmadığını anlamak için şikâyet etmeye niyetli olup, şikâyetten vazgeçmiş bütün herkesle görüşmüş olmaları gerekir. Siz, Türkiye’de bu konuda şikâyet etmeye niyetliyken vazgeçen kaç kişiyle görüştünüz? Bu durum sondaj usulüyle yapılan anketlerle de ortaya çıkmaz. “Eskiden şiddet uygulandığı zaman şikâyet edilmiyordu, kol kırılıp yen içinde kalıyordu.” şeklinde bir sonuç çıkartıyorlar. Kullandıkları ifadelerin astı astarı yok. Her hastanede polis var, ölüm ve adlî kayıtlar var, bir insan şiddet sonucu öldüğü zaman bu ortaya çıkar.

Başka önemli nokta bir kadın şiddet gördüğünde kadının ailesi olayı araştırıp, mahkemelere başvuruyordu ve bu şekilde şiddet olaylarının tespiti mümkün oluyordu. Osmanlı’da bile bu tür olayların kayıtlarını görmek mümkün. Hülasa kadına şiddet olayları üstü örtülen olaylar değildi. Aksini söyleyenlerin ispat etmesi gerekir. Siz belgesiz, ispatsız “Kadına şiddet vakaları 2011 öncesinde çoktu ama duyurulmuyordu” diyorsunuz. Biz ise belgesiz konuşmayız. Her önüne gelen ispat etmeden istediği kanaati söylediğinde buna inanmak nasıl mümkün olacak? 2011 öncesi ve sonrası rakamlara bakılarak bu durum anlaşılabilir.

 

İstanbul Sözleşmesi’ni Türkiye’de kendisine yakın bulan, daha modernize olmuş kesimlerin buradaki kadına şiddet vakalarına bakarak ve İstanbul Sözleşmesi’ni kendi geleneklerine aykırı bulan illerin, ilçelerin kadına şiddet diye iddia edilen vakalarına bakılarak da bu mevzuu anlaşılabilir. 2019 senesine kadar Bayburt’ta bir tane bile kadına şiddet vakası tespit edilebilmiş değil. Niye? Çünkü Bayburt modernizm ile kirlenmemiş bir şehir. Modernizmi fazlasıyla içselleştirmiş şehirlere bakıldığında kadına şiddet vakalarının arttığını görmek mümkün. Halbuki “okumuş kesim haklarını daha fazla arıyor” diye iddiada bulunanlar İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği hükümlerle en fazla mağdur olan modernize olmuş kesimlerdir. Dolayısıyla bu rakamları hem Türkiye’de 2011 öncesi ve sonrası diye mukayese etmek mümkün, hem de Türkiye’yi bölge bölge ayırdığımız zaman modernizm ile kirlenmemiş şehirlerine bakarak İstanbul Sözleşmesi’nin faydalı olup olmadığını anlamak mümkündür.

 

Bu mesele özünde sadece kadın erkek meselesi değil, insana nasıl yaklaştığın, ne gözle baktığın, dünyayı nasıl algıladığınla alâkalı bir mevzuu.

Elbette. Burada “siz kadını insan olarak tanımlamıyorsunuz” diye ithamlarda bulunuyorlar. Kadını insan olarak tanımlamamak mümkün değil. Kadın, benim annem, kız kardeşim, kızım, nasıl insan olarak tanımlamam? Sürekli itham etme peşindeler. Örnek gösteriyorlar ve bizim ezik muhafazakar kesim de buna ikna oluyor. Ama örnek olarak gösterdikleri olaylar hep istisnai olaylar oluyor. Genellikle alkolik kesimler, eşlerini aldatan kesimler kadına şiddet olaylarının rastlandığı kesimler oluyor. Bu nasıl oluyor da bizim geleneklerimizin suçu oluyor? Geleneklerimize uymuş olsalar, alkol içmeyecekler, harama gitmeyecekler, eşlerini aldatmayacaklar ve dolayısıyla kadına şiddet vakası olmayacak. Suçu işleyenler modernizm ile içli dışlı olmuş kesimler. Onların suç işlemelerine, mağdur olmalarına tabiî ki gönlümüz razı değil. Bundan memnuniyet duymuyoruz ama durum ortada. Modernizmi kendine rehber edinmiş kişiler suçu işliyor, suçtan mağdur oluyor. Bu nasıl İslâm’ın suçu olabilir, nasıl bizim geleneklerimizin suçu olabilir? İslâm bunları reddediyor, siz bunu nasıl İslâm ile buluşturabilirsiniz? Diyorlar ki; “baskı altındaki insanlar bunu daha çok yapıyor.” Hep yuvarlak ifadeler. Baskı türü örnekler gösterip bütün Türkiye’yi teşmil ediyorlar. Türkiye’nin batısında mı, doğusunda mı baskı daha çoktur diye sorulduğunda “Batı kentleri modernize olmuştur baskı orada çok değildir” cevabı alınacaktır. Ama olayın aslına baktığınız zaman kadına şiddetin uygulandığı yerler baskının olmadığı yerler. Alkolik, evlilik dışı bir ilişki yaşayanlar. Yani muhafazakar ve dindar kesim, modernist kesime göre karısına şiddet uygulamıyor, karısını darp etmiyor, dövmüyor, saygılı davranıyor. Bu durumda nasıl Müslümanlar suçlu oluyor?

 

Ezik muhafazakar kesim dediğiniz kişiler, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan Müslümanları Cumhurbaşkanına karşı olmak gibi ithamlarla suçluyor. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Ben onun için tivit attım. Cumhurbaşkanımız İstanbul Sözleşmesi’nden memnun olmadığını beyan etti. Ben, Türkiye’de doların ve altının aniden arttırılmasına sebep olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmaması yönünde bir tehdit olarak düşünüyorum, bu bir kanaattir. Doğru ya da yanlış olduğunu gelecek günlerde göreceğiz. Biz, hem iç hem dış baskıyla İstanbul Sözleşmesi’yle adeta boğuşuyoruz. Numan Kurtulmuş bu konuyu “ayrılacağız” diye yüksek sesle dile getirdi, Türkiye’deki çok uluslu sermayecilerin desteğiyle tartışmalar başladı. 13 Ağustos Perşembe günü göreceğiz hadisenin nasıl neticeleneceğini. Bizim Cumhurbaşkanıyla alâkalı kanaatimiz sadece İstanbul Sözleşmesi öncesi ve sonrası tutumlarıyla sınırlı değil, biz Cumhurbaşkanımızı 1994’ten beri hem siyasî tutumu hem devlet idaresine yansıyan örnekleriyle tanıyoruz. Tek örnekle bir insanı değerlendirmek haksızlık olur. Bizim eleştirilerimiz İstanbul Sözleşmesi’nedir.

 

Bu konuda konuşanların yüzde 95’i İstanbul Sözleşmesi’ni okumamış kesimler. Mevzuyu ikiye ayıracak olursak, birincisi İstanbul Sözleşmesi’ni baştan sona hızlı değil, dikkatli ve sakin olarak okumak gerekir, ikincisi birden fazla kez okumak gerekir. Çünkü metni okuduğunuzda tehlikeli maddeler peş peşe gelmiyor, 20-30 madde arayla gelebiliyor. Biz Mondros Mütarekesi’ni imzaladığımızda 7. madde tehlikeli bir maddeydi. Ama ilk bakışta tehlikeli gözükmüyordu, “itilaf devletleri güvenliklerini tehlikede gördüğü zaman oraları işgal edebilecek” diye. Bu ne demek? Güvenliğini tehlikede bulmuyorsa işgal etmeyecek demek, güvenliğini tehlikeli hale onlar getirecek zaten. İlk bakışta bu maddede ne var diyebilirsiniz. İstanbul Sözleşmesi’nde de cinsel yönelim maddesi, 45. maddedeki çocuğun elinden alınması, 4. maddede cinsel yönelimin olması, 45. madde ile daha tehlikeli hale geliyor. Mesela çocuk cinsiyet değiştirme ameliyatı olmaya kalktığında, ailesi de buna karşı çıktığı zaman devlet sana karşı çıkabilir ve çocuğunu elinden alabilir, “Çocuğa baskı yapıyor.” çıkarımıyla. 45. maddenin içeriği öyle ve çocuğun cinsiyet değiştirme ameliyatını da SGK’ya kendisi yaptırtır. 4 ve 45. maddeleri birlikte düşünerek tehlikeyi fark etmek lâzım. 3. maddede de “kadın kelimesi 18 yaş altını da kapsar” diyor. Nasıl bir şey bu yani? Yedi yaşındaki kız çocuğuna kadın demek mümkün mü? Bu maddeler boşuna konmadı bu sözleşmeye. Bu sözleşmeyi arkasında yatan ideolojiyi bilmeden anlamamız mümkün değil!

 

Evet, maksat belli.

15 yaş altını da kadın diye tanımlayarak yarın bu çocukların cinsel ilişkiye girmesini serbest hale getirecekler. Peki, çocuklar cinsel ilişkiye mi girecek, değil tabiî ki. Pedofili, çocuk satışı bunlar gündeme gelecek, çocuklar tecavüzün, tacizin saldırısı haline gelecek. Yakalandığında, tespit edildiğinde bu sözleşmenin zihniyetindekiler, çocukların ailesini tehdit edecekler “öbür çocuğuna da tecavüz ederiz, öldürürüz vs.” diye. Tehditlerle 8-10 yaşındaki çocukların tecavüzleri rıza ile cinsel ilişki kategorisine sokulup “pedofili meşru hale gelecek” diyoruz. Sürece bakarsak bunu ortaya koyabiliriz. Madde de belli 7 yaşındaki kız çocuğu İstanbul Sözleşmesi’ne göre çocuk değil kadındır. İnsanın bas bas bağırası geliyor “nasıl kadın” diye!

Kaynak: Baran Dergisi 709.Sayı

Recep YAZGANRecep YAZGAN