Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 17-01-2018 13:05   Güncelleme : 17-01-2018 13:05

Tanrım Konuş Benimle…

Bir başınaydı, üzeri yosun tutmuş rutubetli, yer yer dökülmüş sıvaları ile duvarları saymazsak. Bir başınaydı, titreyerek süzülen camın gözyaşlarını görmezsek. Ve bir başınaydı kuru otların üzerinde gezinen yabancı ayak seslerini duymazsak. Mutfak tezgâhında bir hamle bekleyen kör bıçak, kapı arkasında yerini beğenmeyen sapsız bir balta, masa altında tedirgin kedinin mırıltısından korkan bir ateşböceği…

Tanrım Konuş Benimle…

Tuhaftı!

Tavandan sarkan, üzerini örümcek ağı sarmış sarı lamba, arkasını dönmüş odaya. Tavanda asılı Lucretin’in çıplak bedeni bembeyaz. Bir tek çorapları var üzerinde, ıslak çorap kokusu genzinde. Ateşin arkadaşı, sefil maymunların inleyişleri dokuz göğü inletirken, ay parçalandı tek tek yıldız oldu gökte. Yıldızlar yağdı gökten yeryüzüne.

Tuhaftı!

Sessizliğin uğultusu kulaklarını iyiden iyiye sağırlaştırmıştı. Zümrüt yeşili gözleri, karanlığın gölgesini vurduğu duvar diplerindeki ayaklardaydı. Keskin bir parça cam tam da gözbebeğinin orta yerine saplandı. Cam, gözbebeğinde milyonlarca parçaya bölündü.

Canı hiç acımamıştı, tuhaftı!

Her bir cam parçasında zümrüt yeşili bir göz oluştu. O gözlerden kendine bakıyordu panik içinde bir adam. O ana kadar içinde duyumsamadığı bir sızı çöktü yüreğinin mahzunlaşıveren mahzenine. Mahzenin oyuk oyuk kara duvarları yeşile boyandı. Zümrüt yeşiline. Binlerce oyuktan binlerce zümrüt yeşili göz ona bakıyordu. Aniden beyaz zambaklar açtı duvarın incecik damarlarında. Deliliğin sınırında çılgınlar gibi ötüşen kuşlarda aniden susuvermişti. Çocukluğunun soğuk gecelerinde sarılıp yattığı bez bebek geldi aklına nedense! Korkudan yaprak gibi titriyordu. Bez bebekler korkar mıydı?

Korkuyordu işte. Tuhaftı!

Mağaranın sarkıtlarından damlayan su, koca bir nehir oldu çağıldadı ayakuçlarında. Suyun içinde beliriveren ateş suyu yaktı, bedenini ikinci bir beden gibi sardı alevler, onun canı yanmadı, tuhaftı!

İspanyol Flamenko’su yapan kırmızı elbiseli kadınlar, ateşin etrafında dönerken, topuk sesleri ateşin kıvılcım seslerine karıştı. Binlerce hiddetli topuk sesi aniden durdu. Kadınların omuzlarından aşağı yavaşça kayan saçaklı ipek şalları, ateşin orta yerine düştü. Şallar yanmadı, tuhaftı!

Simsiyah saçlarının her telinden sarkan bahar çiçekleri bir bir düşerken ateşe, dudaklarından dökülen çaresizliğin mecalsiz son sözleri, evrende yankılandı.

-Yardım edin…

-Tanrım duymadın mı? Biri yardım istedi!

-Şimdi değilse ne zaman gelecek bu yardım?

-Biliyorum bu suskunluğun hep o ilk günah yüzünden. Agu içseydik de yemeseydik elmayı. Oysa elmanın içine çekirdeği koyan kudretli el de senin elin değil miydi?

-Tanrı kadını lanetlemiş dediler, bir elma için Tanrı kulunu hiç lanetler mi? Hayat Ağacının yaşam çiçeklerini koparıyor bak arsız eller, kudret elin o elleri kırmıyorsa demek ki ilk günaha öfken geçmedi.

-Tanrım, senin düşmanının derdi ne?

Ne zaman son bulacak masum insanlara çektirdiği, dünyalık eziyetleri?

-Tanrım konuş benimle… Ezelden ebede bir kurtlu elmanın şer’ takdiri değişmeyecek mi?

Kendi sesimden ürperiyorum. Bedenimde kendimden başka bir ben var gibi. Zaman buharlaşıveriyor aradan.

Kalp çarpıntıları işitiyorum. Kuru otların üzerinde sinsi hışırtılar ardı sıra yürüyor… Geri dönüşü imkânsız zamanların acıları tazelenecek.

Panik içinde gözlerimi kapatıyorum, merhametsiz zamanlara.

Zaman mum gibi eriyor. Zamansız ölüyor gün. Işık Tanrısı da gözlerini kapıyor güne. Bela zamanları başlıyor yine…

Boynu bükük dumanların sahibi virane bağ evinin ahşap kapısı ince bir gıcırtıyla açılıyor. Gelen yok. Oysa başsız yılan gölgeleri süzülmüş çoktan içeri. Gölgeler, genç kızın vücudunu vahşice hırpalayıp sızıyorlar, zümrüt yeşili cam parçalarının üzerinde. Yarı açık dolaptan elsiz bir kol uzanıp, kızın gözyaşlarını olmayan parmak uçlarıyla silerken, bir kalp çarpıntısı duyuyor kız tam ensesinde, bedeni olmayan bir kalp. Sus der gibi bakıyor suçlu suçlu yüzüne. Suskunluktan deli divane olmuş suçlu bir kalp.

Kızın topukları kan içinde. Kandan doğan beyaz kanatlı binlerce kelebek uçuşuyor havaya. Beyaz kelebekler kansız. Tuhaf mı tuhaf.

İncecik bedenleri kırılmış papatyalar, yüzlerini çevirmiş tedirgin bakıyorlar kızın yüzüne. Birden hatırlıyor kız. Sabah işe giderken görmüştü papatyaları bir kadının ellerinde. Sonra aynı papatyalar bindiği minibüsün arka koltuğunda yanı başındaydı. Şoförün şarlatan sırıtışını, o her zaman ki yere çağırdığı kara gölgelerin ayakları altında da papatyalar vardı. Demek halen aklı başındaydı. Başına geçirilen çuvalın içinde nefessiz kaldığı anlarda da bir papatyanın eli tutmuştu elini. Yıl geçmiş gibi bir zamanın o en ağır saatlerinin bitiminde, acıdan burkulan içinin sancısını hissetmiyordu artık. Tuhaftı!

Bu sefer benim demişti bir ses. Bu sefer ilk benim. Sonrasına karışmam. Sabaha kadar buradayız nasılsa. Hatırlıyordu kız! Üzerinde ekmek kırıntısı olmayan, mutfaklarında ki muşambadan örtünün üzeri de papatyalarla doluydu. Bu ses, o mutfaktan mı gelmişti? Her sabah ki gibiydi kırıntısız ses! Acı işte o an kalbine vurmuştu. Hem de ne acı. Ekmek kırıntıları kana bulanmış, ateş kanı yakmış, kan papatyalara bulaşmıştı.

Ölmekle yaşamak arasındaki o ince çizgi de bir o ses, bir de papatyaların kokusu asılı kalmıştı aklının içinde. Tuhaf değil miydi bir tek papatyalar koparıldığında kokardı. Bir tek onların öldükten sonra tek nefeslik yaşam hakları vardı.

Ertesi gün üçüncü sayfa haberlerinde geçti kızın adı. Akşam saatlerinde işinden evine gitmek için bindiği minibüsün şoförü ve dört arkadaşı tarafından kaçırılıp tecavüze uğrayan genç kızın cansız bedeni, bir bağ evinde bulunmuştu. Yanında beş erkek cesetle…

Okuyanlar anlam veremedi. Akılları almıyor mu akılları ermiyor muydu?

Gece bitti. Gün kırmızıya boyandı. Güneş küstü geceye…

Kızın başından çuval çıkarılınca akrep yelkovanı kırdı, zaman durdu. Köhne evin duvarları yıkıldı, kelebekler öldü. Papatya kokusu yayıldı havaya. Bembeyaz bir nilüfer düştü cennetin ırmaklarına, çiçek açtı bir elma ağacı ırmağın kenarında…

İlk sırayı kimseye bırakmayan “öz abinin”, namusunu kirletenlere biçtiği cezaydı yerde yatan dört erkek ceset.

Utanmadan her vakaya namus cinayeti diyenlere! Şimdi;

“Namusunu temizlemiş, helal mi olsun!” diye sormak gerek.

Kayıtlara bir tecavüz, dört cinayet, bir intihar vakası olarak geçti. Genç kızın ölmüş olduğu gerçeğinin bile yazılmasına gerek görülmeyerek!

-Tanrım konuş benimle. Kurtarılan kimin namusuydu, namuslu kim, namussuz kimdi?

-Tanrım konuş benimle. Cehennem ateşi korkusu demek ki yeterli gelmedi, yoksa melekler böyle hunharca kirletilir miydi?

-Çokça günah içtin dedi bir ses yine cümlelerce…

-Aldırmıyorum dedim, öğrenilmiş çaresizlik yaşadığınızda tekrar konuşalım sizinle! Hem ben sizinle değil, hesaplaşıyorum kendimle!

-Tanrım bu kez konuş benimle.

-Kızıl rüzgâr esmeye başladı. Hiddetle çakan şimşeklerin ürperten sesi yeri göğü titretti, dün kimseye isabet etmeyen yıldırımlar, yarın kime isabet eder bilinir mi diyen simsiyah bulutlar, köhne bağ evini sele verdi!

“Yer, o şiddetli sarsıntıyla sarsıldı,

Ve insan: "Buna ne oluyor?" dedi!

Hülya Bulut

adminadmin