Röportaj
Giriş Tarihi : 11-10-2020 05:30   Güncelleme : 11-10-2020 05:30

Yusuf Kaplan İle Türkiye’de Fikir Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel Fotoğraf: Büşranur Yılmaz

Yusuf Kaplan İle Türkiye’de Fikir Üzerine

Hocam öncelikle gündemi de içine alan bir soru ile başlayalım. Para bir fikir midir?

Para güçlü bir fikirdir. Kontrolü zor bir fikir hem de. Aslında bir dünya kurmuş ve bütün dünyaları yıkmış bir fikir. Kendisi dışındaki bütün dünyaları bir şekilde yıkmış bir fikir. TabiÎ burada Kapitalizm’den söz etmiş oluyoruz. Kapitalizm bir şekilde para üzerinden yürüdü ama Kapitalizm bir sonuç. Biz analizlerimizde hep sonuçtan başlıyoruz. Çok yanlış. Pornografi yapıyoruz burada. (Ki bu kelime çok yanlış anlaşılıyor.) Bu kelimeyle tam anlamıyla ayartan, insanın düşünme melekelerini iptal eden bir işlemden bahsediyorum ben. Dolayısıyla asıl nedenleri, kökenleri atlayıp sonuç üzerinden durum değerlendirmesi ve tanımlaması yapıyoruz. Bu tam da modernizmin tuzağına düşmek demek. Kapitalizmle savaşmayacak mıyız? Tabiî ki savaşacağız. Ama asıl sorunu doğru tesbit edemezsek, soruyu doğru soramayız. Dolayısıyla yanlış soruların doğru cevabını bulamayız. Türkiye’de İslâmî entelijansiya da dahil, en parlak isimler bile, Kapitalizm üzerinden cümle kurmaya çalışıyor. Bu bence çok ürpertici ve zihnimizin sıhhati ve bir şeyleri derinlikli kavrama imkanları açısından düşündürücü bence. Çok düşündürücü. Asıl sorun, insanın Tanrılaştırılması sürecidir. Asıl bu mesele üzerinden gitmemiz lazım. İnsanın Tanrılaştırılması meselesini çözdüğünüz zaman, sünnete saldırıların, Hazreti Peygamber’e saldırıların, mezheplere saldırmanın gerekçesini, nedenlerini, kökenlerini daha iyi çözebiliriz. Bunu kavrayabilecek Ehli Sünnet savunucuları yok Türkiye’de. Bir fanusun içindeyiz. Bir laikler var, bir de İslâmî kesimler var. Güya. Bir Ehli Sünnet yanlıları var, bir de Ehli Sünnet karşıtları var. Aslında ikisinin zihni de aynı işliyor. İkisi de reaksiyoner. İkisi de aksiyoner değil. Felsefî anlamda aksiyoner değil. Bir aks yok. Bir eksen olmadığı için, eksenin nasıl bir şey olduğunu, eksenin neresi olduğunu tesbit edebilecek ciddi bir fikir çilesi gerekiyor. O yok. Bir şekilde can havliyle, canhıraş bir şekilde, haklı olarak insanlar savunmaya geçiyorlar. Ama buradan bir sonuç alamayız. Onu söyleyeyim. Yani şöyle bir cümle kurabiliriz: Ehli Sünnet’i savunanlar miyop, dünyadan habersiz. Ehli sünnete karşı çıkanlar hipermetrop, onlar da şirazesiz. Burada bir de astigmat var. Bu astigmat da dünyaya şekil vermeye çalışan Batılılar. Böyle bir durum var. Bence bu, tüm hikâyemizi açıklıyor.

 

ÇAĞ KÖRLEŞMESİ

Söylemek istediğim şey şu: Şu an bir çağ körleşmesi yaşıyoruz. Kuracağımız cümlenin üniversal olması lazım. Bizi ilgilendirebilir olması lazım. Başkalarını da ilgilendiriyor olması lazım. Dünyanın küreselleştiği bir zaman diliminde, ekonomik, kültürel, siyasi sınırların ortadan kalktığı bir zaman diliminde lokal cümle kuramayız. Böyle bir şey yok. Sınırlar ortadan kalktı ama insan yersizleşti. Yerküredeyiz, tek bir kürede gerçekleşiyor her şey. Bu insanın ufkunu genişletmesi gereken bir şey. Ama tam anlamıyla ufuk daralması yaşıyoruz. Ölçek büyüdü ama ufuk daraldı. İnsan egosuna, hazlarına, hıza, daracık dünyasına kapandı. Hatta dünyaya duyarsızlaştı, hayata duyarsızlaştı. Bu nihilizmdir. Bence Nietzsche bu meseleyi çok güzel özetledi ve önümüze bir yol haritası bıraktı. Çağımıza ilişkin, saptamayı, tespiti bence Nietzsche yaptı. Bizimle ilgisi, yaşadığımız çağ ile ilgili olması. Onun ötesinde ben bir cümle kuracaksam, İslami açıdan dolayısıyla spesifik olarak kendim bir cümle kuracaksam, o zaman hasbelkader imali fikirle uğraşan birisi olarak “nasıl bir cümle kurabilirim”den gitmem lazım. Yaşadığımız çağı biz üretmiyoruz, Batılıların ürettiği bir çağ var. Bizim Oryantalizm hastalığına benzer bir Oksidantalizm hastalığımız var. Batı kendini nasıl görüyor. Ondan sonra Müslümanlar onları nasıl görüyor. İkinci aşamada. Üçüncüsü bir Müslüman insan teki olarak ben nasıl görüyor olabilirim? “Bir teorileştirme, kavramsallaştırma çabası ortaya koyabilir miyim?” gibi bir yol haritası izlememiz lazım, üç aşamalı. Çünkü içinde yaşadığınız çağı tanımazsanız tanımlanırsınız. Bu kadar net bir şey söylüyorum; bu usûlle ilgili bir mesele. İçinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız tanımlanırsınız. Tanıdığınız zaman tanımlamaya başlarsınız. Tanıyamadığınız bir çağı eleştiremezsiniz. Değiştirmeniz zaten mümkün olmaz. Bizim ağır bir yükümüz var ve bizi diri tutan şey o. Bunun farkına varabildiğimiz ölçüde canlılığımızı, hayatiyetimizi sürdürebiliriz. Batı bunun farkında ama biz farkında değiliz. Bizim sahip olduğumuz şeyin ne olduğunun farkındalar, biz sahip olduğumuz şeyi henüz görebilecek durumda değiliz, adını koyabilecek durumda değiliz.

 

Bunun sebebi nedir?

Bunun sebebi, hem bizim yaşadığımız sorun, hem de ülkenin, coğrafyanın, dolayısıyla dünyanın yaşadığı sorun. Ben bütün dünyanın karşı karşıya kaldığı temel sorunu, Müslümanlar da dahil, (Çinliler de aynı sorunu yaşıyor, Avrupalılar da, Amerikalılar da ama, yaşama biçimleri, dereceleri değişebilir) “çağ körleşmesi” olarak isimlendiriyorum. Küre üzerindeyiz, her şey küre üzerinde cereyan ediyor, ölçek büyüdü, ufuk daraldı, ufuk daraldığı için de yersizleştik. Yerkürede hepimiz yer körüyüz.

 

Çağ körleşmesinden neyi kastediyorsunuz?

Şunu kasdediyorum: Çağ körleşmesinin iki boyutu var, iki şekilde tezahür ediyor. Birincisi bütün insanlığın Batıya mahkûmiyeti. İkincisi de bütün insanlığın kendinden mahrumiyeti. Bugün dünyanın her şeyini öğrenebilecek durumdayız. En ulaşılamayacak yerlerin, Afrika’nın balta girmemiş ormanları diyelim, hepsinin kültürüne ulaşabilecek durumdayız. Ama İslâm da dahil hiçbir şeye “neyse o” olarak nüfuz edebilecek durumda değiliz. Zihnimiz çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmüş durumda. İslâm’la ilgili bir kitabı açıyorsun, İslâm felsefesi ile ilgili bir kitabı açıyorsun, Batılı kodlar üzerinden sil baştan kodlanmış. Ama bu o kadar önemli bir şey ki. Hâlâ İslâm akıl dinidir, falan filan. Dinde böyle bir kategori filan yok. Müslümanların akılla ilgili bir sorunları yok ki. Benim sorunum ne, onu tesbit edebilecek misin? Hayır. Batı’da modernlik üzerinden yorumlar yapıyor, bitmiş bir şey modernlik. Bunu da anlamıyor. Modernliğin bittiğini de bilmiyor. Modern kavramlar üzerinden bilim diyor, teknoloji diyor, ilerleme diyor, onlar ileri gitti, biz geri kaldık diyor. Bu kadar bir insanın zihni esir alınamaz. Bu kadar köleleşilemez. Bunlar Batı’da bile bitti, aşıldı bunlar. Özellikle bu bilim çağı dalgası, 17. yüzyılda, 19. yüzyılda, 21. yüzyılda üç dalga, bilimde patlamaların yaşandığı, sonra putlaştırıldığı sonra da bilimin kendini kustuğu bir süreç yaşandı. Yani 17. yüzyıl, 18. yüzyılla birlikte, 19. yüzyıl, 20. yüzyılla patladı. 21. yüzyıl 22. yüzyılda patlayacak. Çünkü bilim nitelikle ilgili bir şeydir.

 

Mutlak’ın yerine konulan bir şey aslında.

“İSLAM’IN “SANKİ”Sİ İNSAN-I KAMİL YOLCULUĞU”

Tabiî… Aslında problem şu, insanların anlamadığı şey şu: Bilim “ne” sorusuna ve “niçin” sorusuna cevap vermez. Daha doğrusu “ne” ve “niçin” sorusunu hiç sormaz. Sorduğu zaman, “bütün insanlığı yok edecek silahları niçin geliştireceğim” diye soracak ve o sorunun cevabını veremez. Dolayısıyla bilim “nasıl” sorusuyla ilgilenir. Buradan nereye geliyoruz, aslında bu çağ körleşmesinin doğuran şeye geliyoruz aslında. Neden bir çağ körleşmesi oldu? İnsan dengeyi yitirdi. Büyük varlık dengesinin zinciri bozuldu. “Tanrı, Kâinat, İnsan”dan oluşan büyük varlık zinciri yerle bir oldu. Postmodernlikle birlikte geldiğimiz süreçte ne diyoruz? Her şey mübah. Yani Tanrı ile Şeytan eşitleniyor. Burada daha felsefî sorunlar var. Mesela “Zaman” duygusu iptal oldu. Yani artık biz geçmiş zamandan, ya da gelecek zamandan bahsetmiyoruz. İmgelerin üretildiği, geçmişle gelecek arasında yolculukların hızlandığı, dolayısıyla sanal dünyayla birlikte mekân duygusunun iptal edildiği bir yerde; zaman duygusunun iptal edildiği, mekan duygusunun buharlaştığı bir yerde tek bir zaman var şu ânda. Bu çok önemli bir şey, genişletilmiş, geniş zaman. Yani geçmiş zaman ile gelecek zaman duygusu iptal edildi, her şey “burada ve şimdi” olmak zorunda. Ânı yaşa diyor ya. Bizde bence beyni sulanmış tipler, Postmodernliğin “ânı yaşa” esprisiyle, “ibnül vakt-vaktin çocuğu” olma esprisini aynı şey zannediyorlar. Hâlbuki ben şöyle bir şey söylüyorum: Biraz da ironi olsun bu. Derida dekünstrüksiyonu kuran adam. Yapısökümü’nü kuran adam. Bu adam yapısökümü kuramını başlatan metnini Yale’de konferansta sunuyor. Konferansın başlığı şu: “Is if” yani “sanki”. Postmodernliğin “sanki”si ile İslam’ın “sanki”si arasında hiçbir alaka yok. Postmodernliğin “sanki”si, “sanki”nin mutlaklaştırıldığı, yani izafi olanın, geçici olanın, mutlaklaştırıldığı, dolayısıyla Nihilizm’in eşiğine doğru fırlatıldığımız bir süreç. İslâm’ın sanki’si, İslâm, İmân, İhsan. İnsanın kemal mertebesi bu. İnsan-ı kâmil yolculuğu. Bizden istenen şey, İslâm değil, o kapıdan giriyorsun. İmân da değil, ihsan.

 

Şunu bilmemiz lazım, dünyanın geleceği biraz bizimle ilgili. Biz ne olduğumuzun farkında değiliz. Sahip olduğumuz şeyin de farkında değiliz. Dolayısıyla sahip olduğumuz şeyi fark ettiğimiz andan itibaren dünyanın geleceği gerçekten bizimle ilgili olacak. Geç kalıyoruz, çünkü Fetö ile birlikte Anadolu’nun en parlak iki kuşağı gitti. Yani bizim Cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkenin yetiştirebileceği en parlak iki kuşak gitti. Ak Parti devri ile birlikte üçüncü bir kuşak daha gitti. Abdülhamid’i çökerten şey bizi de çökertecek. Çünkü Abdülhamid Osmanlı’yı bitirecek kuşakları yetiştirdi. Bütün okulları o açtı. Kendini yok edecek Frenkeştaynvari bir şey yetiştirdi.

 

ABDÜLHAMİD DEVRİYLE GÜNÜMÜZÜ KARŞILAŞTIRMAK NE KADAR DOĞRUDUR BİLMİYORUM.

Kader planında, yüzyıl önceki durumla şu ânki durum örtüşüyor. Ne o? O şu: Eğer Osmanlı durdurulmamış olsaydı, özellikle Ahmet Cevdet Paşa’da sembolize olan, kristalize olan İslâmî fikrî birikim tavan yapmıştı ve o atılıma dönüşecekti. Yarım asırlık bir birikim var orada. Özellikle İslâmcılar dediğimiz tırnak içinde “entelijansiya”da temerküz etmiş, yoğunlaşmış bir birikim var. Osmanlı durduruldu, o birikim buharlaştırıldı. Bu birikimin oluşmasında Abdülhamid’in rolü var mı? Elbette var. Özellikle kültürel psikolojinin, küre ölçeğinde İslâm coğrafyasında oluşturduğu, dünya coğrafyasının oluşturduğu kültürel bir psikoloji var. Bu önemli bir şey. Biz, Meşrutiyet döneminde ortaya konulan entelektüel birikimin yanından geçebilecek durumda değiliz hâlâ.

 

Osmanlı eğer durdurulmasaydı başka bir tarih yazılacaktı. Böyle soru sorulur mu, olmuş bitmiş şeyler için diye aklınıza gelirse… Olur, anlamak için sorulur. Şimdi benzer bir süreç “bilfiil” değil “bilkuvve” var. Aradaki fark bu. “Bilfiil”e dönüşebilir mi sorusunu soruyoruz, dönüşmeyebilir korkusu etrafımızı kaplıyor. Benim derdim bu. Türkiye bir umut mu, umut. Hangi bakımdan umut? Bilfiil değil henüz. Türkiye kendi değil çünkü. Henüz kendinde değil ve kendinde olmadığının farkında değil. Kendinin ne olduğunun da farkında değil. Bir yere doğru gidiyoruz ama nereye doğru gidiyoruz?

 

15 Temmuz gibi bir noktaya da gidebilir. Uçuruma da. İnsanlar gittiler tankın altına yattılar. Bu henüz insanların adını koyamadıkları bir şey. Ve uğruna, yapılması gereken şeylerin neler olduğunu belirleyip, yola koyulmalarını sağlayacak bir yol haritasının olmadığı bir şey o. Yol haritası ne onu bilmiyor insanlar. Toplumun önünü açacak bir öncü kuşak yok. Osmanlı’da vardı, yani Abdülhamid döneminde. Abülhamid’le ilişkileri problemliydi falan deniyor, biraz da abartıyoruz bunu. Abdülhamid’in bunların hepsinden beslendiğini görüyoruz. İkincisi bu adamların muhalefetleri bir şekilde aslında merkez kaç işlevi gördü. Merkezde Abdülhamid var, devlet var, merkez kaçta o kendini kontrol etmesini sağladı. İpin ucunu kaçıran tipler oldu. Oradaki entelijansiyadan. Sonradan pişman oldular filan. Benzerlikler ve farklılar üzerinde bence kafa yormak lazım.

 

BATI UYGARLIĞI ÇÖKTÜ, BİZ YENİDEN DOĞACAK MIYIZ?

Şu an Batı uygarlığı çöktü. Felsefi olarak çöktü, estetik olarak çöktü, ahlâkî olarak çöktü. Nietzsche, Russel, Heidegger, bütün post modern düşünürlerin hepsi bunun nasıl bir şey olduğunu anlattılar zaten. Bunu burada tekrar etmenin anlamı yok ama tekrar etmek zorundayız. Çünkü Türkiye’de güya Nietzsche’yi okumuş insanlar, post modern düşünürleri okumuş. Postmodern düşünce ne? Çöküş felsefesi. Çıkış yok diyor adam. Sonrasızlık bu. Bunun adını koymuş o yüzden “burada ve şimdi” diyor. Buradan çıkış yok. Felsefi olarak aslında tam bir tıkanma dönemi. Felsefi olarak yaşanan bu süreç izafileşme ve bunun götüreceği şey Nihilizm, bunu yaşıyoruz. Nietzsche onu söylemişti bize. İki tür Nihilizm biçiminden bahsediyordu. Bir aktif Nihilizm, iki Pasif Nihilizm. Ben Nietzsche’nin söylediklerini kendi kavramlarımla ifade edeyim. Esprili bir şey çıkabilir.

 

“Pasif Nihilizm”, hayatın inkârı. Yani hayata karşı duyarsızlaşma, dünyanın sorunlarına karşı duyarsızlaşma. Neo-Paganizm. Neo-Pganizm biçimlerinin yaygınlaşması. Medya endüstrisi, futbol endüstrisi, filan üzerinden din dışı kutsallıkların icad edilmesi. Din dışı kutsallıklarda patlama. “Aktif Nihilizm”, Hakikatin inkarı. Orada artık, pasif nihilizmde deizm varsa, kendini ifade biçimi olarak, Aktif Nihilizm’de ateizm biçimine dönüşüyor. Bunu Avrupa yaşıyor şu an. Pasif Nihilizmi de yaşıyor, aktif Nihilizmi de yaşıyor. Amerika pasif Nihilizm yaşıyor, aktif Nihilizme geçiş yapmadı. Hâlâ “halaluya halaluya” diye bağırıp çağırıyor. Evangelizme ihtiyaçları var adamların, toplumu bir arada tutacak bir şeye ihtiyaçları var. Batı uygarlığını ne aktif tutuyor? İki şey var: Bir para, iki libido. Meseleyi iyi çözmek lazım. Fakat bu bir uygarlığın yaşadığı anlamına gelir mi? Hayır. Tam tersine can çekiştiği anlamına gelir.

 

Dolayısıyla, asıl şey şu: İnsanın hakikati anlaması konusunda, hakikat kavrayışı, eşyayı kavrayışı, Tanrı fikrinin boyutları konusunda tabiatla kurduğu ilişki, tabiat tasavvuru konusunda Batı uygarlığının geçmişine baktığımızda, modern döneme Kant’a veya Antikite’ye gidelim. O dönemle karşılaştırıldığında ileri aşamada mıyız, yoksa tam anlamıyla bir çöküş aşamasında mıyız? Çöküş felsefesi güçlü, kabul edelim. Yani Derrida’yı Foucault’u Baudrillard’ı filan kimse küçümseyemez. Ben bunların Nietzsche’nin haylaz çocukları olduğunu söylüyorum. Hiçbiri Nietzsche değil. Nietzsche milattır burada. Kendisinden öncekileri yıkan, kendisinden sonrakileri hazırlayan…

 

Salih Mirzabeyoğlu, Nietzsche’yi okuyan çok ama Nietzsche’yi anlayan kimseyi gösteremezsiniz demişti, bu anlamda…

 

– Kesinlikle çok doğru söylüyor. Şimdi biz düştük. İki asır önce düştük. Ayağa kalkmaya çalışıyoruz. Rotamızı bulduk. Menderesle birlikte bir yarma hareketi gerçekleşti. Ama geldiğimiz nokta itibariyle yörüngemizi bulamadık. Rotamızı bulduk ama yörüngemizi bulamadık. Şu an geldiğimiz noktada yörüngemizi yitiriyoruz. Yörüngemizi bulduk, istikametimizi yitiriyoruz. İstikametimizi bulduk kıblemizi yitirdik. Böyle bir süreç var ve bu küresel bir süreç. Sadece bizim yaşadığımız bir süreç değil. Fakat biz, hakikatle ilişki kurabilecek tek coğrafyayız. Hint-Pakistan coğrafyası, Endonezya-Malezya coğrafyası, Arap coğrafyası hakikatle ilişki kurabilir mi? Biraz zor. Tarihi bir tecrübeden bahsediyorum. O nedir? Türkiye’nin sömürgeleştirilememiş oluşudur. Yani Türkiye’nin gerçek anlamda sömürgeleştirilemeyen tek ülke oluşu. Bizim hikayemizi trajediye dönüştüren traji-komediye dönüştüren şey ne?  Dünyada sömürgeleştirilemeyen tek ülke olmasına rağmen, dünyada kendi kendini sömürgeleştiren tek ülke olması. Bu bizim zihnimizi allak bullak ediyor. Ve o yüzden ortaya çıkan Türkiye portresini iki kelimeyle özetleyebiliriz burada: “Ötekisiz öteki.” Gayrimüslimlerin bu ülkeden sürülmesi bize 100 seneye mal oldu. Yani öteki gitti. İlle de ötekine olumsuz anlamlar yüklememiz gerekmiyor. Eğer öteki burada olmuş olsaydı, bu toplum bu kadar hızla sekülerleşemezdi. Hızla gavurlaşamazdı. Ben bunun örneklerini gördüm, Mısır’da gördüm, Suriye’de gördüm. Mısıra gidiyorsun, Suriye’ye gidiyorsun ne görüyorsun? Suriye’de şöyle bir şey gördüm: Hristiyanlar, Ermeniler azınlık. Azınlık bak dikkat et. Ama her şey Müslümanlar üzerinden. Bu ülkede Müslümanlar çoğunluk güya, ama azınlık psikolojisi hâkim. Bana zenci muamelesi yapılmış olabilir ama ben bu ülkenin asli ve asil unsuruyum. Azınlık psikolojisi neydi, gücü ele geçirme, ele geçirene kadar güce boyun eğme, gücü ele geçirdikten sonra kendi gücünü herkese kabul ettirme. Fetö bunu yapmadı mı? Şimdi aynı şeyi biz yapıyoruz. İslâmî kesimlere hem de. Bu çok tehlikeli bir şey. Marazi bir durum var bizde onu görmemiz lazım. Biz Türkiye’nin ne olduğunu, Türkiye’nin başına ne geldiğini dolayısıyla dünyanın başına ne geldiğini iyi kavradığımız zaman, benzerlikleri farklılıkları anladığımız zaman, Türkiye’nin ruhunun olduğunu göreceğiz. Hatta Türkiye’nin ruh demek olduğunu görmemiz lazım. Türkiye dünyanın ruhudur. Bunu gördü adamlar. Türkiye dünyanın ruhudur, Mazlumların umududur, zorbaların kâbusudur. Bu bilkuvve bir gerçek. Ama bilfiil değil. Bilfiil olabilmesi için bilkuvveyi gerçeğe dönüştürmemiz lazım.

 

O neyle olur?

O da yaşadığımız sorunu kavramamızla olur. Türkiye’nin başına ne geldiğini kavramakla olur. O zaman okuduğumuz şeyler bizi bir yere götürür. Biz ne yaşıyoruz? Bir medeniyet krizi yaşıyoruz. Medeniyet krizini “üç z” ile yaşıyoruz. Müslüman “zihninin” çökmesi. Müslüman zihni allak bullak oldu. Müslümanca duyma ve düşünme biçimlerini yitirdik. Biz istediğimiz kadar Kur’an okuyalım Hadis okuyalım. Oradan Müslüman zihnine kavuşacağımızı sanıyoruz. Öyle bir şey yok. Çağ körleşmesi bütün insanlığı Batı’ya mahkûm ettiğinden ötürü, bütün insanlığı kendinden mahrum ettiğinden ötürü… Dolayısıyla ilk önce Müslüman zihnine kavuşmamız lazım. İkincisi Müslümanca yaşama “zeminini” kaybettik. Üçüncüsü de, zihin artı zemin eşittir “zamandır”. Yani ikisinin hasılasıdır.

 

Müslüman zihni Mekke sürecidir. Müslümanca yaşama zemini Medine sürecidir. Müslüman zamanı ikisinin toplamıdır. Müslüman zamanı nedir biliyor musunuz? Hazreti Peygamberdir. Dolayısıyla tarihi şafağın attığı yer 23 senelik sünneti seniyyedir. O aynı zamanda bir metafordur. Yani Sünneti Seniyye devre dışı kaldığı zaman, Hazreti Peygamber devre dışı kaldığı zaman ne olur? Önüne gelen kendi kafasına göre kitabı anlamaya başlar. Dolayısıyla anlaşılamaz hale getirir. Kelle sayısı kadar kitap çıkar. Protestanlaştırma projesi bu. Kişinin kendi kafasına göre dini anlamaya çalışması. Dine uyacağına dini kendine uydurması. Ama tabiî biz buna izin vermeyeceğiz.

 

“SALİH MİRZABEYOĞLU HEM FİKİR ÇİLESİNİ HEM OLUŞ ÇİLESİNİ ÇEKTİ”

Biz Müslüman olma coşkusunu, Müslümanca yaşama coşkusunu yitirdik. Sadece fikirle olmaz bu. Salih Mirzabeyoğlu’nu da rahmetle anmış olalım burada. Hem fikir çilesini hem oluş çilesini çekti değil mi Mirzabeyoğlu? Allah rahmet eylesin. Nasıl bir zulme maruz kaldı değil mi? Hiç yılmadı, ona rağmen yılmadı. Allah razı olsun etrafındaki insanlar da yılmadı. Akademya çok önemli bir dergi. Böyle dergi mi var Türkiye’de, kaç tane var?

 

Velhasıl kuru fikirle olmaz. Oluş çilesine dönüşmesi lazım. Necip Fazıl gibi. Salih Mirzabeyoğlu gibi… Bunu daha önce de söyledim, Mirzabeyoğlu da yazmıştır muhtemelen: Ehlisünnet üzerinde Cumhuriyet dönemindeki entelektüeller üzerinde kafa yoran dil kuran, tasavvuf üzerinden onu yoğuran onunla fikir üreten bir tane Üstad var.

 

Hocam, Salih Mirzabeyoğlu “İslam Tasavvufu önünde Batı Tefekkürünü hesaba çekmek” olarak özetler Büyük Doğu ve İbda’yı. Siz tasavvuf deyince aklıma geldi. Misal olarak Kuantum fiziği ile anlayış olarak geldiğimiz nokta, maddenin neredeyse “yok” fakat her nasılsa “var” çelişkisi… Aslında bu durumda bizim ve elbette dünyanın İslâm’ı ve İslâm’ın bâtını tasavvufu konuşuyor olmamız lazımdı. Salih Mirzabeyoğlu, çağın hiçbir meselesini atlamayan, fizikteki bu meselelere de uzanan küll bir sistem kurdu ve İslâm hikemiyat binasını tesis eden bir tefekkür ortaya koydu.

Salih Mirzabeyoğlu’nun hakkı teslim edilemedi ne yazık ki… Ama çok önemli bir şey söyledin, sıkıntı burada. Müslümanca bir fikriyatın geliştirilmesi. Fikriyat kendi külliyatını geliştiremezse medeniyet filan olmaz. Yani o açıdan işin henüz başındayız, başın neresi olduğunu bilmiyoruz. Nereden başlayacağımızı bilmiyoruz. Doğru sorular soramadığımız sürece yanlış teşhisler yaparız. Burada benim önerdiğim şey şu: Bizim bir önderlik profili çıkarmamız lazım. Yani tırnak içinde “önderlik profili”. Bu elitizm değil. Bizde seçkinlik sınıflarla alakalı değil, hakikatle kurduğu ilişkiyi örneklemesi ve özümsemesi ile alakalı. İnsanı kâmil ile alakalı. Yani entelektüel, gazeteci, aydın ve akademisyenle filan bir yere gidemezsiniz. Tirmizi hadisi: “Âlimler peygamberlerin varisleridir”. Bu hadiste ne anlatılıyor? İlginç bir kavram söyleyeyim “İcazül Kur’an” diyoruz değil mi? “İcazül hadisi” biliyor muyuz? O hadiste âlimden bahsetmiyor Peygamber. Ariften ve hakîmden bahsediyor. Bitkilerden bahsediyor, bitkilerin ekilmesinden bahsediyor. Uzun bir hadis. Alim arif demek. Yani benim yapacağım ilim yolculuğu, Kartezyen bir zihinden bahsetmiyoruz, akideyi oluşturacak zihinden bahsediyoruz. Ahlâkı oluşturacak zihinden bahsediyoruz. Dilin kurulmasından bahsediyoruz. Medeniyet süreci, ilmin Medine’sidir. Kâinatla insan arasındaki diyalektik ilişkide insanın şehirleşmesi Medineleşmesi. Bu çok önemli. Geldiğim yer şurası. Mirzabeyoğlu “hikemiyat binası” diyor ya, o “hikemiyat binası” çok önemli bir şey. Böyle cümleler kuran çok fazla insan yok. Aslında biz borcumuzu ödeyemedik Mirzabeyoğlu’na. Şahsen ben kendimden bahsediyorum. Ama bundan sonraki süreçte üzerine gidilmesi lazım. Çok büyük bir birikim var, o birikime, bunlar olmamış, bunlar yazılmamış diyemeyiz yani. Vebali var.

 

Son olarak eklemek istediğiniz?..

Bizim yapmamız gereken şey, ümmîleşmek. Tasavvuf bu işin özüdür. Ama hikâye şu: Burada aşağılık kompleksini yıkmamız lazım. Burada hikâye, ilim-irfan hikmet yolculuğu. İlim yolculuğu Mekke süreci, irfan süreci Medine süreci eşittir hikmet yolculuğu. Seküler zihin yapısından kurtulmamız lazım ilim nerede başlar hikmet nerede başlar onu bilemeyiz. İlimde hikmetin tohumunu ekiyorlar. O hadis sadece âlim kişiliğini kapsamaz. Arifi de kapsar, hâkimi de kapsar. O dallanıp budaklanır filan. Ne kadar güçlü bir hadis değil mi?

Tasavvuf nedir, kişinin kendini saflaştırması. Arı duru hale getirmesi. Ümmîleşme dediğim şey bu. Bizdeki sanat tasavvurunun da, eğitim tasavvurunun da siyaset tasavvurunun da merkezinde burası var. Oradaki saflaşma tecrübesi var. Eğitim sistemini geliştireceğim zaman, iki tane sütun var ilim ve irfan. Hazreti Peygamber’in “ehli suffa” ile yaptığı şey ne? İki model var medrese ve tekke. Zihni ümmîleştirerek ümmetleştiriyor. Ümmileşmeden ümmetleşilemez. Zihni arındıracaksın önce. Ondan sonra hilafetten filan bahsediyor. Şu an hilafet olmaz. Benim halife olmam lazım. Her müminin teker teker bu hilafeti hak etmesi lazım. Hilafeti sadece kuru bir siyasî organa dönüştürmek ne kadar tehlikeli bir şey. O organ kendiliğinden oluşur. Önce kendim olacağım ki hilafet de kendiliğinden gelsin.

Kaynak: AKADEMYA DERGİSİ

Recep YAZGANRecep YAZGAN