Fikir
Giriş Tarihi : 27-09-2020 07:45   Güncelleme : 27-09-2020 07:45

Ankara Okulu Ekolü

“Ekolleşme aşamasında iken siyasi bir rüzgar ile dağılan”…

Ankara Okulu Ekolü

Hâsılı, esen ilhad rüzgârlarına; hakiki inanç ve imândan yüz çeviren sapıklara ve inkârcı dinsizlere karşı mücadele etmekten daha ziyade, “bu ülke”nin has evlâtlarının milli ve mânevi mirasına -Kur’ân-ı tezvir (süslü yalan) tuzağı yaparak-, “Kur’ân İslâm’ı” yaftası altında saldıran…

 

Rehbersiz, köksüz ve öksüz bırakılan bir neslin geleneğini, tarihini, itikadını, mezhebini ve daha nelerini, “hayasız tenkit” zihniyetiyle tahkir eden ve hâfızası iğdiş edilmiş şuursuz dimağları kirletmeye kasteden…

 

Hattâ, oryantalist ahkâmdan aldığı ilhamla beyaz sayfaları karalayan birkaç işbirlikçi müstağribin üflemelerinden mülhem, yâni taklitten ibaret tafsilatlı düşünce üreten cenin-i sâkıt…

 

İCMÂLEN TAHKİK VE MÜLÂHAZA

Fikir arenasında at koşturan her fikir ve dâva adamının mâlumudur ki; herhangi bir “şey” (fikir, şahıs, hâdise, müessese vb.) hakkında medhiyede bulunan, illâ ki; medhiyede bulunduğu “şey”in zemmine dair mülâhazaların olabileceğini nazarı dikkate alır, almak zorundadır. Velhâsıl “hak ve hakikat hangi tarafta? Yanlış ve çirkin kime aid?” gibi suallere dair hüküm ise zann-ı gâlip ile ehl-i imân ve irfanın imtiyazında olmakla beraber fertler bunu ya tasdik edecek yahut reddedecek veyahut dileyen, çapına mahsus bir fikir yürütecektir.

 

Neticede “Mutlak Hüküm” meâlen; “Din gününün Mâliki” Allah’ın…

 

İlhami Güler’in ifadesine göre özetle; “Almanların dinî mezhebi Protestanlığın hermenötik, tarihselci bir kritik ile kurulduğu bilinmektedir. Ankara İlahiyatın “işbirlikçi” ruhunu taşıyan ilahiyatçılar ile İslâmiyat-Kitabiyat çervesindeki “Tarihselci” yorumu, Ankara Okulu yayınevinin ismi altında birleştirerek “Ankara Okulu-Ekolü” kavramını ilk defa yaratanlar Almanlardır. Ankara’da bir müddet papazlık yapan Cizvit Dr. Felix Körner, bu çevre üzerine bir doktora tezi dahi yazmıştır.”

 

Hâsılı, Ankara Okulu yayınevinin ve Ankara Ekolü’nün teşebbüsçü ve kurucularının ekserisi; “Çağdaş Aydın Din Adamı” yetiştirmek üzere 1949 yılında Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan İlahiyat Fakültesi’nde eğitim ve araştırma görevlisi olmakla birlikte, öncü şahsiyetler, 1983’lerden itibaren yılda dört kez yayınlanan “İslâmi Araştırmalar” dergisinde “Fazlurrahman”, “Kadın”, “Kur’ân’ı Yorumlama, Metodoloji” gibi yazıları yayınlanan; “Lütfi Sever, Hayri Kırbaşoğlu, İlhami Güler, Ömer Özsoy, Adil Çifçi ve Mustafa Öztürk” gibi ilahiyatçılardır…

 

Tâkib ediyoruz: “Yayın kurulu, derginin sahibi Prof. Dr. Hikmet Akgül ile bilimsel yayın politikasında anlaşamayınca, kendi ceplerinden topladıkları para ile “İslâmiyat” dergisini çıkarmaya başladı… Aynı yıllarda merhum Fazlurrahman’ın kitapları Türkçe’ye bu ekip tarafından kazandırıldı… Lütfi Sever “Ankara Okulu” yayınevini kurarak Fazlurrahman’ın kitaplarını ve tarihselciliğini benimsemiş veya ona sempati ile bakan akademisyenlerin kitaplarını, tezlerini ve çevirilerini yayınlamaya başlamıştır…”

 

Dahası; kesinlikle “Radikal/ Fundamentalist İslâmcı” değil fakat, “İslâm ile demokrasi arasında bir çelişki görmeyen İlhami Güler ve Hayri Kırbaşoğlu kısa ömürlü olan HAS Parti’nin kurucuları arasında yer almışlardır.” Bununla birlikte bu “ekol”, (“bu ekolden edindikleri ruhla”) “Otto” yayınevini kuran Hidayet Şefkatli, Veli Akar ve Sema Yazıcı gibi şahısların katılımıyla fikir arenasında “zirve”ye yerleşmiştir. Neticede; “İslâmiyat-Kitabiyat yayınlarının yazı/yayın kurulu, kahir ekseriyeti bürokrasiye irtihal ederek Dergi’yi ve yayınevini ortada bırakmış ve bilâhare iki oluşum da kapanmıştır. Ankara Okulu Yayınları ise İlhami Güler, Ömer Özsoy, Mustafa Öztürk, Hayri Kırbaşoğlu’nun kitaplarını yayınlamaya devam etmektedir… Özetle Ankara Okulu “Ekol”leşme aşamasında iken siyasî bir rüzgâr ile dağılmıştır.”

 

Özetle bu “okul/ekol”, Alman protestanlığının Türkiye versiyonu veya işbirlikçisi gibi hareket etmekle birlikte tam bir Fazlurrahman perestişkârıdır. Her ne olursa olsun bu “okul/ekol”ün oluşmasına katkıda bulunan şahısları; “Fazlurrahman’ı putlaştırdılar!” şeklinde tahkir ve tezyif etmek, hattâ  tekfir etmek, Efgani/Abduh ekolü sempatizanlarının, Vahhabi mukallitlerinin, hatta Farsî Şiilerin peşine takılanların mantalitesine uygun olsa gerektir…

 

Bu “okul/ekol”ün alt yapısını, düşüncelerini oluşturan fikir adamlarını tahkike geçmeden önce İlhami Güler’in 26 Ağustos 2014 tarihli Almıla dergisinde yayınlanan makalesinde, -Ankara İlahiyat Fakültesi hakkında-, bize göre eksik olan bir tesbitine dikkat çekmek isteriz:

 

– “1960’lardan itibaren Tunus eyaletinden Muhammed David Tanci, Bosna vilayetinden Muhammed Tayyib Okiç İlahiyat Fakültesi’nde İslâmi ilimleri (tefsir, hadis, fıkıh, kelâm) ihyâ etmeye çalışırlar. Bu iki Muhammed, öğrenciler yetiştirerek (İ. Cerrahoğlu, T. Koçyiğit, Said Hatipoğlu, O. Karmış, H. Atay, S. H. Bolay, S. Ateş…) klasik İslâmi ilimlerin fakültede gelişmesine katkıda bulunur… Ankara İlahiyat’ın diğer ilahiyatlar içindeki farklılığı, felsefe ve sosyal bilimler ağırlığının fazlalığı ve kuruluşundan beri cumhuriyetin pozitivist-aydınlanmacı ideolojisine bağlı hocaların eksik olmamasıdır. Fakat “Muhammedan”ın gelişleri ile fakülteye geleneksel İslâmi aşı yapılmıştır…” [1]

 

İlhami Güler’in yukarıdaki yorumunda bariz bir muhakeme hatası göze çarpmaktadır. Zira bir ucu Hâricilerden Bâtınîlere ve Mutezile’ye, diğer ucu Şii-Câferi ve Zeydiyye’den Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat mezheblerine dayanan -hani- bir “geleneksel İslâm” mevzubahis iken bu fırkaların arasındaki itikadî ayrılıkları, hattâ kanlı-bıçaklı kavgaları mevzubahis dahi etmeden; “hangi geleneksel İslâm?”, bunu izah etmeden, “fakülteye geleneksel İslâmi aşı yapıldığı”ndan bahsetmek, bir aydın için abestir. Ancak, “bu ülke”de, “geleneksel İslâm” tâbirini kullananların ekserisinin bununla, “ehl-i sünnet mezhepleri”ni kastettiği nazara itibara alındığında, –ki Güler de bu kasıtla kullanmış ise-, bu ifadenin bir istiare ile ehl-i sünnet mezheblerine telmih olarak kullanıldığını / kastedildiğini algılamanın da bir mahsuru olmasa gerektir.

 

(Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebine düşmanlık bunların kanına işlemiş. Nesiller boyu atalarını taklit eden bu mukallitlerde “geleneksel İslâm” düşmanlığı, âdeta bir “gelenek” hâlini almış. Bunu idrak edebilseler, yeter.)

 

“Tunuslu Tanci ve Bosnalı Okiç gelenekselci midir, ne almışlar, neyin karşılığında Ankara  İlahiyat Fakültesi’ne ne vermişlerdir?” gibi suallerin tafsilatı ayrı bahis olmakla beraber burada iki hususa dikkat çekmek isteriz. Birincisi; bu iki ilahiyatçının yetiştirdiği öğrencilerin (yukarıda zikredilen zevatlardan S. H. Bolay hâriç) fikir mihraklarına dikkat edilir ve üfledikleri düşüncelere bakılırsa, “fakülteye geleneksel İslâmi aşının yapıldığı”nı iddia etmenin sâdece vehim ve hezeyan mahsulü bir tesbit olması lâzım geldiği gibi, “mezheplerin hududunu inkâr eden” reformist Musa Carullah Bigiyef hakkında bir tez hazırlayan ve daha sonra “Dinayet’i devralan” M. Görmez gibi şahısların, “gelenekselci tutumlarını sürdürdükleri”nden bahis, abestir. (Aşağıda “hadis projesi” mevzubahis edildiğinde bu abeslik daha bir anlaşılacaktır.) Hele hele, “Alisiz Sünnilik” adlı eseri kaleme alan; Ehl-i Sünnet’e salya-kuduz saldıran Mehmet Ünal gibi şahısları mevzubahis edersek, bu iddia külliyen bâtıl olur. Bütün bu olumsuzluklara rağmen fakültede “geleneksel İslâmcı” yetişmemiş midir? Elbette (az da olsa) yetişmiştir…

 

İkincisi; bu iki zevatın, “Muhammedan” sıfatı ile anılması ya doğrudan oryantalist ahkâmın tesiridir, yahut oryantalist ahkâmdan bigâneliğin bir neticesi olarak, “kafa bulandırma” kastından mülhemdir. Zira oryantalistler, “Muhammedan” tâbirine çok farklı anlamlar yükler. Bunu Edward Said’den kısaca takdim edelim:

 

– “İslâm’ı anlamaya çalışan bir Hıristiyan düşünürünün görüşlerini sınırlayan önemli bir engel vardır: Hz. İsa Hıristiyan dininin kurucusu ise, Hz. Muhammed de İslâm dininin kurucusudur. Bu fikir bilhassa Hz. İsa ve Hıristiyanlık konusunda baştan sona yanlıştır. Aynı şekilde tartışmalarda İslâm için kullanılan “Muhammedan” kelimesi de çoğu zaman “yalancı” kelimesi ile birlikte kullanılarak Hz. Muhammed’e yakıştırılır… “Muhammedan” Avrupalıların uydurduğu hakaret dolu bir kelimedir… Herbelot tarafından çizildiği şekilde “Muhammed’in” karakteri bir ölçüde hayâllere dayanır…

 

Herbelot başlangıçta Hz. Muhammed’in adı altında ona verilmiş bütün sıfatları bir araya getirmekte, daha sonra onun ideolojik ve doktriner değerini öne sürerek anlatımlarına şöyle devam etmektedir: “Yalancı Muhammed din adını alan bir kâfirliğin yaratıcısı ve kurucusudur. Biz bu dine “Muhammedan” diyoruz… El-Kur’an’ın yorumcuları ve Müslüman yahut Muhammedan dininin diğer kanun koyucuları bu yalancı peygambere Aryenlerin, polisyenlerin yahut polyanistlerin veya İsa’nın tanrılığını kabul etmeyen bütün diğer kâfirlerin hareketlerini yakıştırmışlardır…” [2]

 

Bu çerçevede; yukarıda adı geçen iki hocanın, “Muhammedan” sıfatı ile anılması, oryantalist ahkâmın tesir gücüne dair bir misâldir. Daha açıkçası; “Batı’da gelişen sosyal bilimlerden, hermenötik yöntemlerden, Oryantalist çalışmalardan istifade etmekte bir beis görmeyen”; oryantalist ahkâma teslim olan; dimağı oryantalistler tarafından iğfâl edilen müstağrib Fazlurrahman gibi hareket edildiğine dair bir misâldir.

 

Hâlbuki önemli olan; “nereden ne aldığın değil, onunla ne yaptığın, ne yapmak istediğin”dir.

 

(Ankara İlahiyatı’nda, “… egemen siyasi iradenin izlemek istediği din politikalarını, üzerinden icra ettiği işbirlikçi ilahıyatçılar”ın, işbirlikçiliklerine dair belgelerin kamuoyu ile paylaşılması veya bu “işbirlikçi”liğe dair misâl olabilecek düşüncelerin bizzat, “kaynağı” gösterilerek, vuzuh bir şekilde bir bir tenkit edilmesi, fikir nâmusu icabı zarurî olsa gerektir.)

 

Diyanet’in Hadis Projesi, Felix Körner Ve Müstağrib Fazlurrahman’ın Tesir Gücü

 

İlhami Güler’in, “geleneksel tutumunu sürdürdüğü”nü iddia ettiği M. Görmez’in “Hadis projesi”ni mücmel olarak iktibas etmek, bu iddianın tutarsızlığına kâfi bir hüccet olsa gerektir:

 

– “Duymayan yok herhalde Diyanet’in şu son Hadis projesini. […] Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez de, “Ahlâk eksenli dindarlığı işleyen bir hadis çalışması yapıyoruz. İnsana saygı, kadın hakları, ötekine saygı, çerve, yoksulluk gibi insanlığın ortak sorunlarına Peygamberimizin bakış açısını yansıtmaya çalışıyoruz” demiş.

 

Fakat mevzuyla ilgili The Guardian’da geçen ve her nedense hakkında hiçbir yetkilinin açıklama yapmadığı bir husus var ki asıl maksadı fazlasıyla âşikâr ediyor bence. O da meşum projenin ekibinde İslâm ve Türkiye mütehassısı Felix Koerner nâm bir Katolik Cizvit papazının da yer alıyor olmasıdır.

 

Papaz Koerner, dindarlığımızı update edecek iş bu ihanet -pardon!- Diyanet ekibine beddülün tarihi ve Hıristiyan reform cereyanlarından alınacak derslerin İslâm’a nasıl tatbik edileceği hususlarında dersler veriyormuş. “Bu [Proje] hakikaten muasır tenkidci Avrupai efkârın Müslüman Osmanlı Kur’an an’anesiyle terkibidir” buyurmuş papaz efendi! “Kezâ ortada siyasi bir irade de var. Muasır ilâhiyatçılara şimdiki hükûmet devrinde daha çok i’timad ediliyor.” diye de Ak Parti hükûmetine ve “ulemâ”sına duyulan itimada dikkat çekmiş papaz Koerner.” [3]

 

“Diyanet İşleri Başkanlığı görevine geldiği günden beri dilinden düşürmediği “hadis projesi”ni M. Görmez bizzat kendisi yönetmiş ve 400.000 hadis-i şerif ayıklanarak 20.000 hadis seçilmiştir…”

 

Bu gayeyle düzenlenen bir toplantıda ise, Ankara İlahiyat profesörü Salih Akdemir’in; “Kur’an’da da hata ve imla bozukluğu var. Hatta ben kısmen tashihe/düzeltmeye başladım. Çok anlam düzenlemeleri oluyor” şeklinde “haddi aşan” sözler sarfettiği iddiası, internet sitelerine dahi düşmüştür.

 

İşte, “Ankara Okulu/Ekolü”nün çakıl taşları…

 

“Ankara Okulu/Ekolü” kendi olmadığı için; “kökler”inden kopuk bir ithâl veya taklid ürünü olduğu için illâ ki Fazlurrahman’ı (düşüncelerini) mücmel olarak tahkik etmek gerekir ki, bu okulu/ekolü tenkit etmek, derin bir mâna içersin.  Dolayısıyle icmâlen:

 

Bu “okul/ekol” tarafından takdir ve tasvip edilen müstağrib Fazlurrahman, adı geçen makalede (özetle) şu şekilde takdim edilir;

 

– “Fazlurrahman’ın Kur’an’ın hukuki ayetlerinin bir kısmının tarihsel olduğu, bugün için uygulanamayabileceği görüşünü  alenen benimseyerek “İslâmi Araştırmalar”da yazı yayınlayan ilk Türk İlahiyatçısı İlhami Güler’dir. M. S. Aydın panellerde ve makalelerinde “Fazlurrahman şöyle diyor” şeklinde konuşmakta, M. S. Hatipoğlu ise editöryal yazılarında Fazlurrahman’ın görüşlerini teyit eden paralel yazılar kaleme almıştır… Lütfi Sever ise Fazlurrahman’ın kitaplarını yayınlamış, Adil Çifçi, İlhami Güler, Ömer Özsoy Fazlurrahman’ın görüşlerini alenen benimsediklerini yazılarında ifade etmişlerdir. Hayri Kırbaçoğlu ise hoca’nın “Hadis” ve “Sünnet” konusundaki görüşlerini benimsemiştir. Tefsirci Mehmet Paçacı, muhtemelen dolduruşa gelerek benimsediği Tarihselcilikten kısa süre sonra tövbe etmiş, sürekli imanını korumaya çalışmıştır. Hayri Kırbaçoğlu’nun doktora öğrencisi Hidayet Şefkatli Tuksal ise Hadislerdeki kadın imgesine Tarihselci kritik açıdan yaklaşmıştır. Ankara’da kurulan “Başkent Kadın Platformu” Tarihselci bakışın entelektüel hegemonyasında “İslâmi Feminist” bir çizgi oluşturmuştur.”

 

Ve daha neler ki, burada derhâl bir tasvire dikkat kesilelim; “Tarihselcilikten kısa süre sonra tevbe eden, sürekli imanını korumaya çalışan” Tefsirci Mehmet Paçacı’nın bu tavrının, “muhtemelen dolduruşa gelmek” olarak tasvir edilmesi, şâyet abeslik veya “ön yargı” değilse, hani “kör taassup” değilse, Ankara Okulu/Ekolü mensuplarının kahır ekseriyetinin Protestan ilahİyatçıların ve Cizvit Papazlarının kriterlerine göre hareket ettiklerinin iddia edilmesine ve bu ekolün katıksız bir Fazlurrahman mukalliti olduğunun vurgulanmasına da, asla ve kat’a itiraz olunmasa gerektir.

 

Gelelim Fazlurrahman’a; yukarıda açıkça ifade edildiği gibi Fazlurrahman hemen her meseleye Tarihselci kritik açıdan yaklaşır ve hermenötik yöntemleri kullanmakta herhangi bir beis görmez. Fazlurrahman’ın kullandığı bu yöntem, hani- “Kur’ân İslâmı”na uygun mudur? şeklinde bir soru sormak; “kelimelerin anlamlarını bilmeden yapılan münazaralar, akim kalır” hakikati gereği, “Tarihselcilik”in ve “hermenötik” kavramının anlamlarını ve mücmel bir izahı zorunlu kılsa gerektir. Dolayısıyla kısaca:

 

Hermenötik: Tarihselci bakış açısının, metinleri yorumlama tekniği olarak kullandığı hermenötik, kelime olarak “bir şeyi açık kılmak, bir mesajı haber vermek ya da deşifre etmek” anlamına gelen Yunanca “hermeneuein” kelimesinden türemiştir. Kelime menşe itibariyle, Yunan tanrılarının sözlerini insanlara tercüme eden Tanrı Hermes’e dayanır. Türkçeye “yorum-bilim” şeklinde (tam olarak karşılamasa da) çevrilen hermenötik, esasen her biri birer tercüme olan (dolayısıyla tarihî-zamanî) İnciller’in hakiki mânâsını keşfetmek için geliştirilmiş bir yöntemdir.

 

Hermenötik yöntem hakkında çeşitli görüşler olsa da konuyla bağlantılı olarak iki şahsiyet ön plâna çıkmaktadır. 19. asır Alman Protestan Kilisesi’nin en önde gelen ilâhiyatçılarından Friedrich Schleiermacher ve Alman filozof Wilhelm Dilthey.

 

Schleiermacher metinleri anlamada, klasik filolojinin gramere verdiği önemi tamamen reddetmemekle beraber, İncil yorumunda lâfzı değil, ana fikirleri, hedef alınan temel düşünceyi anlamaya dayanan bir hermenötik geliştirmiştir..

 

Tarihsellik, tarihselcilik: Her dönem kendi değerleri ile vardır; geçmişte geçerli olmuş değerler ve hükümler, bugün geçerli olamazlar… Kökleri Hegel’in felsefesine dayanan tarihselcilik ve onunla bağlantılı olarak tahrif edilmiş İncil’in aslî mânasına ulaşmak için geliştirilen hermenötiğin, temel kalkış noktası, tarihî şartların vazgeçilmezliği ve bu şartların her şeye kendi husûsîyetini dikte ettiği düşüncesidir. Bu mânâda tarihselcilik ve hermenötik “mutlak” ve “genel geçer” bir şeyin varlığını kabul etmez ve her şeyin kendi oluş şartları içinde anlamlı olduğunu söyler. Bu ise netice itibariyle, kalıcı hiçbir üst anlam ve gayenin olmadığı bir hayatta, hakikat, vicdan, doğruluk, adâlet gibi yüksek değerlerin yeri olmadığı fikrine varır ki, tarihselcilik bu açıdan nihilizm ile eş anlamlıdır.

 

Tarihselcilik ve hermenötik, bir başka dünyanın problemlerini çözmek için geliştirilmiş “varlık”ı okuma biçimleridir. Bu okuma biçimlerini İslâm’a ve Kur’an’a uygulamaya çalışmak, bizzat tarihselciliğin temel mantığına aykırıdır. Çünkü tarihselciliğe göre, her şey kendi oluş şartları içinde değerlendirilir ve mânâlandırılır… Tarihselciliğe ve hermenötiğe göre her mesele, kendi hususî şartlarında gerçekleşir ve ne ise o olur. [4]

 

Hâsılı; “hermenötik” kavramı ile, “İslâm dini hermenötik”liği yâni, “tarihselcilik” yahut, “tanrı sözlerini insanlara tercüme eden tanrı” diye bir şey olmayacağı, hele hele bazı İncil yorumcularının yaptığı gibi, “lâfzı değil ana fikirleri, hedef alınan” şeklinde yaklaşımlarla Kur’ân-ı Kerim’e asla yaklaşılamayacağı her ehl-i iman için âşikârdır. Zira; “Kur’ân hem lâfzi, hem de mânâ olarak” inzâl buyurulduğu gibi, bir maksada mebnidir de. Dolayısıyla, “mânâ yumurtlayacağım” diye “lâfız” terkedilmez. Lâfız ve mânâ bir bütün; biri “iç” diğeri “dış”a dönük, fakat her ikisi de hem “iç” hem de “dış”ı kuşatıcıdır.

 

Lâfız; kâlbden ikrar edilirse dünyayı yerinden oynatır…

 

Mânâ; tefsir nihâyetsizdir…

 

Maksad; Allah’ın rızası ve Likâsı…

 

Tarihselci olan ve hermenötik yöntemlerden faydalanmayı bir mahsur addetmeyen Fazlurrahman ve benzerlerinin yediği bu halt, en veciz bir şekilde Üstad Necib Fazıl tarafından şöyle ifade edilmiştir:

 

– “Avrupalı “ehl-i sâlib”iyle, şusuyla busuyla, topu ve tüfeğiyle beceremediğini, nihâyet kendi üstünlüğüne inanmış iç maymunları yetiştirerek, bizde, bir sevdâlı zümresi kurarak beceriverdi.”

 

Biz bu vesileyle, her meseleyi, Üstad’ın bize miras bıraktığı irfan hazinesinin gölgesinde iştiyak ve cehd ile tahkik etmenin zarurî olduğunu bir kez daha idrak edelim…

 

Batının üstünlüğüne inanan; oryantalist ahkâmın tesiri ile hareket eden, fakat her daim ümmete feveran eden müstağrib Fazlurrahman’ın yakînen tanınabilinmesine misâl olması bakımından birkaç tasvirini daha mücmel olarak takdim edelim:

 

– “Batılılar tarihi tenkid metodunu evvelâ kendi tarihî malzemelerine tatbik ettiler. Geleneksel Hıristiyanlık bundan epeyce zarar gördü, ama zamanla toparlandı. Müşteşrikler aynı metodu, belki çok iyi bir şekilde olmasada İslâmi malzemeye uyguladılar. […] Fazlur Rahman’a göre, bu metod, sadece İslâm tarihine, yahut sünnetin oluşmasına değil, bizzat Kur’ân’a dahi tatbik edilebilir; edilmelidir.”

 

Fazlurrahman bununla da yetinmez. Tâkip edelim:

 

– “İslâm modernitesinin yapmak zorunda olduğu ilk şey, diyor Fazlurrahman, İslâm hukukuna, şeriata değişiklik getirmektir. Çünkü İslâmi çözüm sadece Kur’ân ve Sünnetten çıkarılabilecek ilkelere dayanan çözümden ibaret olamaz. Bu ilkelere ters düşmeyen, onların belirlediği dünya görüşünü bozmayan çözüm şekilleri “gayri İslâmi” görülerek bir tarafa itilemez…” [5]

 

“Namazların sayısının başka bir seçeneğe yer bırakmaksızın değişmez bir şekilde beş olarak saptanması Hz. Peygamber’den sonraki devirde olmuş ve namaz sayısının aslında üç olduğu hususu namazların sayısının beş olduğu fikrini desteklemek için ortaya atılan hadis dalgası altında kaybolmuştur.” [6]

 

“Mesalâ, Kur’ân’ın yasakladığı ribâ düzeni ile modern bankacılık ve fâizi aynı saymak iki şeyi açıkça karıştırmaktır; çünkü fâiz, modern ‘gelişimci ekonomi’ kavramı çerçevesinde olan ve tamamen farklı fonksiyonu olan özel bir düzenlemedir. Zekât da hiçbir İslâm ülkesinde uygulanmamaktadır, çünkü onlar başka vergi sistemlerine alışmış durumdadırlar.” [7]

 

Hâsılı; Mirâc’ın bedenen değil, rüyâda “ruhî tecrübe” olduğunu ve bunun daha sonra, “Sünniler tarafından İsa’nın göğe çıkışına benzer bir biçimde geliştirilip, hâdislerle desteklenen, tarihi bir kurgudan başka bir şey olmadığı”nı ileri süren bizzat oryantalist ahkâmın tesiriyle hareket eden  modernist kurgucu Fazlurrahman’dır…

 

S. Margoliouth’un, “Hz. Muhammed’den sonra ilk İslâm cemaatinin uyguladığı sünnetin hiç de Hz. Peygamber’in sünneti olmayıp, Kur’ân vasıtasıyla tadile uğrayan İslâm öncesi Arabların örfü olduğu ve; II/VII. yüzyılda sonraki nesillerin, bu örfe otorite ve normatiflik sağlamak amacıyla “Hz. Peygamber’in Sünneti” kavramını geliştirip, bu kavramı gerçekleştirmek için hadis mekanizması uydurdukları” şeklindeki vehim mahsulü kaziyelerini destekleyen, oryantalist örfünün mukalliti ve sünnet münkiri Fazlurrahman’dır…

 

Abduh tarafından ortaya atılan ve M. İkbal tarafından felsefi bir terminoloji ile ifade edilen “peygamberliğin ilgası” fikrini; “Bu demektir ki; insan, öyle bir olgunluk seviyesine çıkmıştır ki, artık onun hazır vahyin yardımına ihtiyacı yoktur. İnsan kendi ahlâkî ve fikrî kurtuluş kaderini kendisi çizebilir” şeklinde tahkim eden, rasyonalist ve hümanist Fazlurrahman’dır.

 

“Mûcizelere (tabiatüstü mûcizeler) gelince, Kur’ân-ı Kerim bu mûcizelerin gerçekliğini daha önceki peygamberler nezdinde kabul etmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed’in bizzat kendisinin hiçbir mûcizesi olmamıştır. […] “Dolayısıyla, her ne kadar, Allah mûcizeler yaratmaya kadir ise de artık modası geçmiş olması sebebiyle mûcize olmayacaktır. […] Hz. Peygamber’in sözde tabiatüstü mûcizelerini hikâye eden birçok hadis, diğer toplumların kendi dini kurucuları ve önderleri hakkında beyan ettikleri hikâyelerle yarış için Müslümanlar tarafından icad edilmiş olmalıdır” diyen, “varsayımcı” iftiracı ve masalcı Fazlurraham’dır.

 

“Allah halifesi olarak insan yaratmaya niyet edince, melekler kendilerinin ilâhi iradeye itaatkar oldukları halde, insanın kötülüğe yatkın olacağını, yeryüzünü bozup kan dökeceğini söyleyerek, Allaha karşı çıkmışlar” şeklinde ifadeler kullanan, nasipsiz ve edepsiz Fazlurrahman’dır.

 

Kur’ân ahkâmında fiilin vukuunda had cezası açıkça ifade edilen “el kesme yerine, hırsızın eline bir çizik atılabilir mi?” şeklinde vehim öneren, zamaneci Fazlurrahmandır…

 

“İslâmın fikri durgunluğunun başlıca sorumlusu”nun adresini “medrese” olarak gösteren, seküler bilim perestişkârı, pozitivist Fazlurrahman’dır…

 

Güya; prenslerin dalkavukları olan ulemâ ve fukahanın “Bin seneden beri halkı Kur’ân’ı anlamaz duruma soktuklarını” iddia eden; işbirlikçi ve dalkavuk Fazlurrahman’dır.

 

Yukarıda iktibas ettiğimiz kaziyelerin tafsilatlı tenkidinin “ayrı bahis” olduğunu hatırlatıp, Fazlurrahman’ın “işbirlikçi ve dalkavuk” olduğuna dair bir hücceti icmâlen takdim edelim:

 

“Mayıs 1966’da İslâmi Araştırmalar Endüstrisi Müdürü Fazlurrahman, zekât oranlarının devletin mâli kaynaklarını artırmak için yükseltilmesi gerektiğini ve tefeciliğin (ribânın) fâizle, fakat bankaların normal işleyişini mümkün kılan gerçek fâizle bir tutulmaması gerektiğini açıkladı. Cemaat, hükümetin “İslâmı tahrif” girişimini şiddetle tenkit etti. Fazlurrahman buna, Eyüp Han’a Mevdûdî’nin Haziran 1966’da yayınlanan dinen tartışmalı kitabı Hilâfat’ul Mulukiyat (Hilâfet ve Sultanlık)’ın kendisinin hükümetine direkt bir saldırı olduğunu söyleyerek karşılık verdi.” Tartışma, Ocak 1967’de Mevdûdî ve birkaç âlim -mübarek Ramazan ayının bitimini belirtmek için an’anevi olarak ulemâ tarafından gözlenen- hilalin gözlenmesinin hükümet tarafından “İlmi” metodlarla tesbitine itiraz edince, hükümetle Cemaat arasında yeni bir gerginlikle neticelendi. […] Dini zevat […] bir defa daha hapse atıldılar. Mevdûdî 29 Ocak’tan […] 15 Mart 1967’ye kadar içerde kaldı. Bununla birlikte tartışma ancak Eylül 1968‘de Eyüp Han’ın Fazlurrahman’ı görevinden almaya râzı olmasıyla son buldu.” [8]

 

Burada mühim bir hususa dikkat çekmenin zarurî olduğuna inanıyoruz. Mevdûdi’nin adı geçen eseri, Türkiye mukallitleri tarafından baş tâcı edilirken, dahası, Mevdûdi ve Fazlurrahman bu mukallitlerin kahır ekserisi tarafından bir “üstad” olarak kabul görür ve taltif edilirken, ne garabettir ki bu iki zat Pakistan’da, hem de darbeci bir generalin gölgesinde birbirlerini yemekle iştigal etmektedir. Mevdûdi’nin ise, Suudi Kralı’nın sofrasında yemlenmesi, dikkate değer başka bir husustur.

 

Ah “Emevi Saltanatı”, ah “Osmanlı Saltanatı”…

 

Pakistan’ın darbeci generali Eyüp Han’ın “sırdaşı” olan fakat, general Ziya ül-Hakk’ı, “demokrasiyi uygulamıyor” şeklinde tahkir etmekle yetinmeyip dönemin ABD başkanı Regan’a “şikâyet mektubu” yazmakta bir beis görmeyen Fazlurrahman’ın bu işbirlikçi tavrı, M. İslâmoğlu gibi şahıslar tarafından, “kafa karışıklığı” veya, “balına sinek konmuş” olarak tasvir edilmekten öte, mevzuu dahi edilmiyor. Hattâ, bu hâdiselerden bihaber (!) ahkâm kesenler bu zevatı; “Prof Dr. Fazlurrahman, Muhammed Arkoun, gibi araştırıcılar az değil. Bir “içtimaî (sosyal) çöküntünün altında gözüken ışık” parıldamaya başlamıştır.” [9] şeklinde takdim ediyor.

 

Dahası: “… Çağımızda İngiltere’nin en büyük misyonu Demokrasidir. İlminde siyasal idealizmi bulabileceğimiz yönlerden biridir o. İngiliz imparatorluğunu, dünyadaki en büyük Muhammedi imparatorluk yapan ruh budur.” [10] şeklinde hezeyan kusan, bu gibi takdirkârlığın akabinde İngilizler tarafından “Sîr” nişanı ile ödüllendirilen İkbâl gibi mukallitler, “şükredici” olarak vasıflandırılıyor…

 

“Bir mücrimle beraber yürüyen elbette zâlimdir ve Allah zâlimlerden intikam alacaktır.”

 

Batı perestişkârı bir generalin hizmetinde bulunmaya herhangi bir mahsur addetmemekle birlikte, yine Ziya ül-Hakk gibi darbeci (!) bir generalin icraatlarından kurtulmak için Hristiyan Regan’dan medet bekleyen Fazlurrahman gibi müstağribleri; Suud Kralının sofrasında yemlenen Mevdûdi gibi müstağribleri; Cezayir halkının icra ettiği bir kısım fiilleri, “barbarlık” olarak nitelendiren ve bundan dolayı Fransızlardan “özür dileyen” Arkoun gibi müstağribleri; İngiliz İmparatorluğunu -hâşâ-, “en büyük Muhammedi imparatorluk yapan ruh” şeklinde taltif eden İkbâl gibi müstağribleri, daha ne haltlar karıştıran, ne işbirlikçi kuyruk sallamalarla ömür tüketen müsrağribleri bir kısım mukallit  utanmadan, arlanmadan, “bu ülke”ye, “içtimai çöküntünün altında parlamaya başlayan bir ışık” olarak takdim edebiliyor.

 

İşte, “kökler”inden kopuk, ithâl ve taklidi bir yapılanma olan “Ankara Okulu/Ekolü”nün çakıl taşları…

 

Dinini bunlardan tâlim edenlere veyl; yazıklar olsun.

 

Ankara Ekolünün Öncü Şahıslarından İlhami Güler

 

Ercüment Özkan tarafından çıkarılan İktibas Dergisi bürosuna -1982-83 yılları- sık sık gelip-giden, mülâyim bir beyefendi olarak hâfızamda kalan İlhami Güler’in düşüncelerini (Ömer Özsoy ile birlikte) ilk defa Fecr Yayınevi tarafından yayınlanan, “Konulara Göre Kur’an” adlı eserde kısmen müşahade ettim.

 

Mezhepsizlerin öncülerinden biri, hattâ, “Ülkemiz insanı için Kur’ân’a doğrudan yönelerek İslâm’ı anlama ve yaşama geçirme süreci bu toplum İslâma girdiğinden beri ilk defa oluyor. Abbasilerin son dönemlerinde kitleler hâlinde müslüman olan Türkler, bu dini alırken kendilerine verenlerin bozduğu haliyle aldılar ve aldıkları gibi yaşamaya çalıştılar.” [11] şeklindeki ifadelerine telmihen devrin değil, “devirlerin biriciği” olan Ercüment Özkan, İlhami Güler gibi, “İslâm ile demokrasi arasında bir çelişki görmeyen” zevatın perestişkârı değil, aksine, bu bakış açısına sahip olan her şahsı tekfir edecek kadar, “Fundamentalist/Radikal İslâmcı”, yâni (bir kesimin bu kavramlara atfettiği mânâ itibariyle) “aşırı şeriatçı” olan veya geçinen bir şahıstı. Güler, Özkan’ın bir kısım düşüncelerine katılmayabilir, geçelim.

 

Ve, Batı’nın üstünlüğüne inanan; oryantalist ahkâmı alkışlayan, fakat ümmete feveran eden müstağrib Fazlurrahman ve İkbâl gibilerinin perestişkârı olan Güler’den birkaç “pasaj”ı icmâlen takdim edelim:

 

“97/1. Biz Kur’ân’ı değerli bir gecede indirmişizdir. 2. O değerli gecenin ne olduğunu sen bilirmisin? 3. O değerli gece bin aydan daha hayırlıdır.”

 

‘Değerli gece’ anlamındaki leyletu’l-kadr ifadesinin kavramlaşması (Kadir gecesi) daha sonraki dönemlere aittir. Bu nedenle yukarıdaki âyeti, “Biz Kur’ân’ı Kadir Gecesi indirdik” şeklinde tercüme etmenin doğru olmayacağını  düşündük.” [12]

 

“Kelâm ve akaid kitaplarında İsrâ (gece yolculuğu) ve Mîrac (göğe yükselme) birarada ele alınırlar. Bilindiği gibi, Kur’ân’da yalnızca İsrâ’dan sözedilmektedir. Mîrac ise, bazı hadislerde geçmektedir. Bu konudaki hadislerle ilgili ciddi tartışmalar sözkonusu olagelmiştir. Kur’ân’da anlatılan İsrâ olayı özetle şu şekilde cereyan etmiştir: Hz. Peygamber bir gece (kendi evinde veya amcakızının evinde) uyuklarken Cebrail onu bir bineğe (Burak) bindirerek Mescid-i Aksa’ya (Kudüs) götürmüştür. Bu olayın bedenen mi yoksa rüyada mı olduğu konusunda da çok yoğun tartışmalar olagelmiştir. Rivayetlerde Hz. Aişe, Muaviye, Hasan Basri ve birçok isim, bu olayın rüyada gerçekleştiğini savunanlar arasında geçmektedir. Kur’ân’ın ilgili ifadelerinden anlaşıldığına göre, bu olay nasıl cereyan etmiş olursa olsun, kâfirleri iknâya değil, yalnızca Hz. Peygamber’n ruhî terbiyesine yönelik bir olaydır ve dolayısıyla bir mûcize niteliği taşımamaktadır.” [13]

 

“Tefecilik, murâbaha ve fâiz, birbirine çok benzeyen ve büyük ölçüde aynı mantıkla işleyen uygulamalardır. Kur’ân’ın sözkonusu ettiği uygulama ribâ’dır. Ribâ kelimesi Arapça’da, “birşeyi artırmak, birşeye ekleme yapmak” gibi anlamları ifade eder. Ekonomik anlamda ise, borç verenin, alacağını tahsil ederken verdiği değerin yanısıra belli oranda bir ilâve değer almasıdır. Kur’ân’ın indiği dönemde, Mekke, Medine ve Taif’de ribâ tefecilik biçiminde uygulanıyordu. Yani fâiz karşılığında para alanlar fakirler veya nakit ihtiyacı olan tüccarlar, verenler ise zenginlerdi. Böyle bir kurumun büyük ölçüde bir istismar aracı olduğu açıktır. Kur’ân bu uygulamayı vahiy tarihinin son döneminde yasaklamış, Hz. Peygamberde bu yasağı Vedâ Haccı Hutbesinde teyid etmiştir. Bugünkü fâiz uygulamalarının Kur’ân’ın yasakladığı ribâ ile ilişkisi ise, hâlen çözümlenememiş bir sorun olarak beklemektedir.” [14]

 

“Şefaat, otorite ve yetki sahibi birinden, bir başkasının hatasını affetmesini istemek; yani aracılık etmektir. Müşrikler putlara Allah diye tapmıyorlardı, fakat onları Allah ile kendi aralarında aracılar olarak görüyorlardı ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlardı. (10 Yunus/18) […] hesap gününde, Allah’ın izin verdiği bazı meleklerin insanlara şefaat etmesinin söz konusu olduğunu görüyoruz. Peygamberlerin şefaat edeceğine dair Kur’ân’da hiçbir işaret yoktur…” [15]

 

Bunların ve daha nelerin tafsilatlı bir şekilde tenkit ve mülâhaza edilmesi gerektiğini hatırlattıktan sonra Güler Bey’in adı geçen dergide yayınlanan; “Tanrı’nın ölümü göçü, geri çekilmesi, tutulması ve unutulması olarak modern tekno-seküler çağ” adlı makalesinde bazı hususlara dikkat kesilelim:

 

– “F. Hölderlin, şiirlerinde “İlahi olan her şey hızla geçip gidiyor”, Eyvah! Neslimiz tanrısız karanlıkta yürür; Hadeste (cehennem) imiş gibi yaşar” der. K. Marx, “Katı olan her şey buharlaşıyor; kutsal olan her şey dünyevileşiyor” demişti. Nietzsche de, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında maneviyatın/dinin kaybı ve sekülerleşmesinin yaygınlaşmasını “Çöl büyüyor; vay haline/çöl gizleyenin” ve Şen Bilim adlı kitabında ise Hegel’in daha önce değişik bir tarzda söylediği “Tanrı öldü” sözünü tekrarlamıştır. Martin Buber, aynı temayı, “Tanrı tutulması” olarak nitelerken, İngiliz şair T. S. Eliot, bu periyodu doğduğu coğrafya olan Batı’ya (özelde Londra) indirgeyerek, raptederek “Çorak ülke” olarak niteler. Bütün bu nitelemeler, Hegel’in “çağın nesnel ruhu” dediği şeye tekabül eder…”

 

“Tanrı” kavramı başta olmak üzere mevzuu edindiği meseleleri arz merkezli-sekülar bir lisanla terennüm eden Güler, birkaç Batılı sekülarist ve ateistin düşüncelerini iktibas ettikten sonra bununla yetinmez ve Nietzsche’yi haklı çıkaracak veya “hoşgörü” ile taltif edilmesine ışık tutacak cümleleri de; “Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünü yorumlayan Heidegger, bu sözün sıradan kinden kaynaklanarak söylenen “Tanrı yoktur” anlamına gelmediğini, “Kaçık Adam”ın bu cümleyi söyledikten sonra ısrarla: “Onu biz öldürdük; sizlerle ben! Hepimiz onun katiliyiz!” diyerek Kaçık Adam’ın bu cinayete kendinin de şaşırdığını söyler. “Yeryüzünü güneşinden koparırken ne yaptık biz?” sorusunu Heidegger şöyle yanıtlar: Güneşi yeryüzünden koparırken (Tanrıyı öldürürken) insanların yaptığı, Avrupa düşüncesinin son üçyüz yılda yaptığını dile getirir” diyen  Heidegger’in düşünceleri ile destekler. Adı geçen makalenin son bölümünde ise, “Mevzuya Kur’ân açısından bakacak olursak, 3/14” vb. şeklinde birkaç âyet meâlini iktibas eder.

 

Hâlbuki âyet meâllerini -Sûre ismi telaffuz edilmeden- sâdece rakkamla belirtme husûsiyeti, hıristiyan teologlarının bir âdetidir. Hâsılı, “geleneksel İslâm”ın amansız düşmanı olan bu yapısalcı, post yapısalcı, post-modernist zümrenin kahır ekserisi, protestan, cizvit, sosyalist, narsist, ateist, deist vb. düşünce ekolüne mensup olan ilahiyatçı, filozof, ilim ve fikir adamının söz ve tavırlarını taklit eder ve bunu bir gelenek hâline getirirler. Fakat ne garabettir ki, “taklide ve geleneğe” karşı olduklarını haykırmaktan da hicab duymazlar. Hani; “bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu!” derler ya…

 

Aslında, “yapısalcı M. Abid el Cabiri, post yapısalcı M. Arkoun, hermenötikçi Nasır Hamid Ebu Zeyd ve fenomenolojist -sosyalist Hasan Hanefi’nin sempozyumlara katılmak üzere Türkiye’ye gelmelerine vesile olmuş ve kitaplarını Türkçeye çevirmiş” olan “Tarihselci ekib”in bir kısmının, Batılıların ekserisi tarafından “Remz Şahsiyet” olarak kabul edilen ilahiyatcı, filozof, ilim ve fikir adamlarının ileri sürdükleri kaziyeleri sorgulamadan tasdik etmeleri ve bu kaziyeler üzerinden hareketle, İslâmi (!) kaziyeler üretmenin mutlak gerekli bir vecibe olduğunu iddia etmeleri, hattâ bu vecibeyi, “Kur’ân İslâmı”nın emrettiğini iddia etmeleri, mizac ve husûsiyetlerine mutabık bir tavır olsa gerektir. Bu kadar pervâsız ve hayâsız olmaları da, meselenin cabası…

 

Bizzat Kur’an-ı Kerim’de “Leyletu’l Kadr-Kadir” olarak telaffuz edilen lâfz-ı celileyi, “Kadir Gecesi” şeklinde değil de, “değerli bir gece” şeklinde meâl ederek, “geleneksel İslâm”da ne varsa karşısında olduğunu dikte eden; “Peygamberlerin şefaat edeceğine dair Kur’ân’da hiçbir işaret yoktur” diyerek âdeta peygamberlerin şefaat edeceği hakkında kuşku uyandırma kastı güden; “Kur’ân’ın sözkonusu ettiği uygulama ribâ’dır” yâni “fâiz değildir” diyerek, bugünkü kapitalist hegemonyayı ayakta tutan bir kurumun icraatına yeşil ışık yakan; “İsrâ (gece yolculuğu) bir mûcize niteliği taşımamaktadır” demekle birlikte âdeta Mîrac (göğe yükselme) hâdisesini inkâr kastı güden ve daha neler diyen Güler’in, yukarıdaki meseleyi Batı ruhundan mülhem bir şekilde tahlil ve muhakeme etmesinin ve seküler ağızla terennüm etmesinin de bir mahsuru yoktur.

 

Ve daha neler ki, “Gelir getirmede inşaat sektörü birinci sırada ise, din sektörü ikinci sıradadır” şeklinde bir iddiada bulunan Güler ve benzeri bir kısım “gelenek düşmanları”, acaba “hangi sektörden gelir elde ediyor?” bunun, bu millete, bizzat kendileri tarafından açıklanması da, zarurî olsa gerektir…

 

Hâsılı; “fenomenolijist-sosyalist Hasan Hanefi’yi sempozyumlara katılmak üzere Türkiye’ye gelmesine vesile olan ve kitaplarını Türkçeye çeriven” bu okul/ekol’ün, Hasan Hanefi’nin Türkiye versiyonu gibi hareket eden ve illâ ki; “IŞİD câni bir örgüttür, kafa koparıyor, adam kesiyor, bu şartlarda bunlara bakıp da ateist olmak caizdir. Kimse kusura bakmasın…” şeklinde fetva (!) veren; ateistlere “hoşgörü” tavrı sergileyen fakat, “geleneksel” mevzubahis olduğu zaman ateş püsküren, dahası, bu ifadelerin nelere denk geldiğini; IŞİD saflarına adam devşirmeye dahi geldiğini hatırına bile getirmeyen İhsan Eliaçık’ı ve; “Deisler dinsiz değildir. Deizme kapı aralayan Kur’ân’dır” diyerek âdeta Kur’ân-ı Kerim’e ve İmam-ı Azam’a iftira atan ve bir kısım mezhep müntesibine ağzından köpükler saçarak küfreden; “bu ülke”deki bütün mescidler için, “mescid-i zırar” hükmünü basan, bu câmileri yaptıranları ise, “hepsi pislik örtmek için yaptırmıştır” şeklinde tahkir eden Yaşar Nuri’yi, hattâ; “namaz zurnanın son deliğidir” diyen Hüseyin Atay gibileri asla ve kat’a tenkit etmemeleri de, dikkate şâyan olsa gerektir.

 

“Yetmiş yaşını aşmış,  yetmiş bin küsür bireysiniz.  Villalar yaptırdınız, turnalar beslediniz de, şimdiye kadar Mescidinizi niye inşa etmediniz?” gibi suallerle bunları sigaya çekmek, ayrı bahis.

 

“Deizm: Her türlü vahyi, ilhamı ve dolayısıyle vahyin bildirdiği Allah’ı, dini inkâr ederek sadece akıl ile idrak edilen bir Allah’ın varlığını kabul eden ve teşbihi (insana benzetmeyi) Teslisi (üçlü tanrı anlayışını) reddeden felsefi okul. Bu anlayış peygamberlere ve dinlere ihtiyaç olmadığını ileri sürerek “Tabii din” fikrini benimseyip savunmaktadır.” [16]

 

İşte, “kökler”inden kopuk, ithâl ve taklidi bir yapılanma olan “Ankara Okulu/Ekolü”nün çakıl taşları…

 

Ankara Ekolünün Gayesi

 

Lügatte “ekol” kısaca; “Öğretim müessesesi, mektep… Bir fikir veya sanat anlayışı olan topluluk, daha geniş mânada sanat akımı…” olarak târif edilir.

 

Adı geçen dergide (Almıla), “Bir “fikir mektebi” Özelliğiyle Büyük Doğu ve Necip Fazıl” adlı bir makale kaleme alan Yahya Düzenli’ye göre; “Tanzimat Dönemi ve Osmanlı Türkçesinde “mektep” ve Cumhuriyet döneminde bu sözcük yerine önerilen/teklif edilen “okul”, latince “ekol”den uyarlama olarak “sanat ve düşünce akımı” anlamında kullanılmıştır.”

 

Yahya Düzenli’ye göre; bir düşüncenin “okul/ekol” olabilmesi için özetle; “bilgi ve muhteva tutarlılığı, yâni dâva sahibi olması; ahlâk görüşü olması; orijinal bir usûl/metod getirmesi; bağlılarının ve takipçilerinin olması ve terkip şuuru vermesi” gerekmektedir.

 

Kadir Cangızbay ise; “Ekol bir tarz demektir. O yüzden de ekol, dar bir anlama sahiptir. Hâl böyle olunca da mekteplerde birkaç hocanın önemli görünüp, onun takipçisi olmak mânasına geliyor. Meselâ Saint Joseph ekolü dememek lazım, yetmez çünkü… Ekol, birkaç kişinin çok önemli görünüp ona benzemeye çalışan karaktersiz ya da karaktersizleşen yaratıkların varlığını öngörür. Biz, Saint Joseph’de okurken, Papaz sana tanrıdan bahsederken, eğer varsa, diye söze başlıyorsa orada bir tavır almış oluyorsun, bence ekolleşme zavallılaşmadır… Dini grupların kurdukları okullar düşünce geleneği değil de bir alt kültür oluştururlar. Çünkü bu tür mekanizmalar düşünmeye imkân vermezler. Nasslar esasında örgütlendikleri için bu okullar sadece ve sadece alt kültür üretirler…”

 

“Ankara Ekolü”, birbirine benzer düşünceler üreten; başkalarının düşüncelerini taklid etmekle birlikte bu düşünceleri tafsilatlandıran birkaç şahsın oluşturduğu/oluşturmaya çalıştığı, fakat neticede akim kalan bir “ekol”dür. Bu ekol Yahya Düzenli’nin târif ettiği “ekol”ün birçok özelliğini taşımamakta fakat, Kadir Cangızbey’in, “zavallılaşma” olarak tanımladığı ve, “bir alt kültür oluşturan dini grup” olsa gerektir.

 

Veya, “Ankara Okulu/Ekolü”nün hâli ve icraatları tam da Louis Massigon’un; “Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler…” şeklindeki ifadesine mutabık düşmektedir.

 

Hâsılı; Alman Protestanlığının kriterlerine göre düşünce üreten, Cizvit Papazlarının nezaretinde hareket eden ve müsteşrik ahkâmın gölgesinde haykıran müstağriblerin fikirlerini taklid eden; bu taklidi tafsilatlandırma cehdi güden Ankara Okulu/Ekolü’nün biricik gayesi, “babasını yitiren evlâd” gibi cihan çapında “öksüz” kalan İslâm Ümmeti’ni, “kökler”inden koparmaya mâtuftur.

 

Meselenin aslı-astarı şudur: Cihan İmparatorluğu (baba) Osmanlı’nın tasviye edilmesinden sonra İslâm dünyasında artık “ehl-i sünnet itikadı”na yataklık yapacak hiçbir medrese kalmamıştır. Meselâ Mısır’daki el-Ezher İngiliz İşgalci Vâlisi Cromer’in referansıyle “Ezher Şeyhi” olan M. Abduh’un girişimleriyle “reforme” edilmiş, daha sonra sekiz mezhebin meşruiyetine kanaat getiren Mahmut Şeltut’un dayatmasıyle tedrisat buna göre belirlenmiş, nihâyet, Mübârek tarafından göreve atanan Seyyid Tantavi, Sur şehrinin Şii Mollası Ali Emin’in talebi üzerine Lübnan’lı Şiilerin Ezher’de eğitim görmesini sağlamıştır. Kezâ Vahhabi-Suud’da Medine Üniversitesi Şeriat Fakültesi başta olmak üzere Katar, Kuveyt, Ürdün, Sudan vesair ülkelerdeki Şeriat Fakülteleri, Pakistan’daki Şeriat Fakülteleri ve Deobandi Hareketinin yuvalandığı-açtığı okulllar, Türkiye’de 1949 yıllarına müteakip kurulan İlâhiyat Fakülteleri ve İslâm Enstitüleri gibi din eğitimi veren ilim (!) yuvalarında ehl-i sünnet çizgisinden sapma bir tarafa, “mezhep taassubunu yıkalım, mezhepçilik yapmayalım” gibi bâtıl sloganlarla âdeta bir “ehl-i sünnet düşmanlığı” aşılanmış; kendi tâbirleriyle, “İslâm Protestanlığı” baş köşeye oturtturulmuştur. (İstisnalar, her daim bâki; oyun’u bozanlar; baş tâcı.)

 

Hatime; Cihan İmparatorluğu Osmanlı, dış ve iç mihraklar tarafından yerle-bir edildikten sonra, “devlet olmanın izzet ve şerefinden mahrum olan” müslüman cemiyet, “Hak ve Bâtıl” ölçüsünü ıska geçen ve ekserisi bizzat müsteşrikler tarafından desteklenen İslâmi oluşum/ ekol/fırka tarafından abluka altına alınmıştır. Yâni Ehl-i Sünnet müntesipleri bugün, “İ’lây-ı Kelimetullah” ve “Nizam-ı Âlem” dâvası güden bir devletin sesiyle haykıramamakta, fakat diğer oluşumların tamamı illâ ki bir devletin sesiyle haykırmaktadır. Dolayısıyle bu milletin itikadına kasteden ekollerin tamamının derdest edilmesi illâ ki ehl-i sünnet’e yataklık eden; ehl-i sünnet itikadı çerçevesinde ahkâm icra eden bir devlet nizamından geçer. Bu nizamın alt yapısı ve kökleri ise Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti tedrisatında ziyadesiyle vardır ve bunu tahlil ve icra edebilecek taliblerini beklemektedir.

 

Not: Tenkidi başlı başına ayrı bahis; “Hızır kıssasında mevzuu edilen akla ve mantığa, hatta vicdana aykırı hâdiseleri/âyetleri Kur’ân’dan çıkarmak gerekir” cinsinden haddi aşan sözler sarfedenin bizzat bu ekolün müdavimlerinden İlhami Güler olduğunu belirtmekte fayda var…

 

“Ya devlet başa / Ya kuzgun leşe.”

 

 

Kaynak: Akademya Dergisi - Sedat BULUT

Recep YAZGANRecep YAZGAN