Fikir
Giriş Tarihi : 19-08-2020 18:18   Güncelleme : 19-08-2020 18:18

“Dostun Dâvetine Zaman Olur Mu?”

Dost ve dostluk mektupları yazan ve okuyan kaldı mı bilmiyorum? Ruhsuz ve kalpsiz modern seküler hayatın dişlileri arasına sıkışan, dijital ve görsel hayatın zehirli büyüsüne kapılıp dost ve dostluğu unutan insan, dost ve dostluk üzerine yazılmış mektupların mânevî lezzetini, şifa verici gücünü bilmez. Bu duygu ve düşüncelerle, yüreği hâlâ “dost” diye atan, gönlü hâlâ “dost” diye yananlar için şifa niyetine bir mektup paylaşmak istiyorum.

“Dostun Dâvetine Zaman Olur Mu?”

Öğretim Görevlisi İsmail Göktürk’ün yıllar evvel Gülbang dergisinde neşrettiği ve kendisine ait “Ferhatnâme.blog” sitesinde her dem taze okunan ve bin miligramlık edebî ölçüleri haiz Dostun dâvetine zaman olur mu? (dostun dâvetine bir derkenar)” adlı bu mektubu türküler eşliğinde okuyun:                                       

 

“Kenti tanıyorsun dostum, kentlileri de. Kaşların çatık dolaşıldığı yerden bahsediyorum. Yüzlerin belli belirsiz aydınlanmasının ‘selâm’ yerine geçtiği yerden. Anlayacağın bir keşmekeşin yaşanıldığı, ‘keş’ olmaktan başka insâni eylemin üretilemediği yerden. Evin, sokağın, ‘absürd’ ilişkilerin tasallutunda olduğu bir çağda esrûk dolaşan beni, ayağı dolaşan, kafası karışan beni; ya sazlardan boşalmış, lav gibi geçtiği yeri eritip giden bir Anadolu ağıtı veya ‘ey çağının karanlık ruhunda alınyazısını arayan İsmail!’ diye çağıran bir dost uyandırabilirdi. ‘Dost’. Dost, bu kelime ne efsunlu. İnsanoğlunun yeryüzü macerasında en kalabalık sahne yaşanırken, saatlerin her dakikası bir yalnızlık gongunu vuruyordu. İnsanların sol böğründe yürek yoktu artık dostum. Birer darağacı duruyordu yüreklerin yerinde. Çağın aksesuarıydı darağacı. Pir Sultan'ı olamamıştık çağımızın. Darağaçlarına eyvallah etmek, nâmerde muhtaç olmak gibiydi. Bir dostun çağrısına belki karşı durmak olurdu, ama bu karşı oluş göğüslerimi sahil etmek, dâvetinizi sevdama sarmaktan başka birşey olamazdı.  Hoylu Bey'i, Demircioğlu'nu Koç Köroğlu çağırır da durmak olur mu? Köroğlu'nu Çamlıbel çağırır da kalmak olur mu? Adama dağlar ses verir de, adam meleyip gitmez mi çağrıldığı seslerin peşi sıra? Çatık kaşlı, mütegallibe kent insanlığından, dağların alnı geniş, mert adamlığına dâvet olur da ‘hay hay’ denmez mi? Bilirsin, âşinasıyım dağların, kırk yıl Ferhadlığını yaptım, dost. ‘Başı dumanlı aladağların’ değil, kentlere taşınmış, sentetik dağların Ferhadlığını. Dağ türkülerini en iyi bilen âcizane ben değil miyim? Dağların yalnızlığını, kimsesizliğini taşımadım mı yıllar yılı mekânlarınıza? Dost, külüngüme omuz verdiğinizi unutmadım. Külüngümü de... Ferhad'ın serencâmı, kentli ayıplarına bulaşmak olmamalıydı, biliyorum.                                                   

 

Beni eylemlere çağır dost. Bir zula mekânda iki bardak demli çay içmeye. Kent sloganlarından uzakta, bir sazın tellerinde kendimizden / kentliliğimizden geçmeye çağır beni. ‘Erdem Köprüsü’nde okunacak şiirler, ıslanacak yağmurlar var. Kalbimin şiirlerini, ‘Taş Gazeli’ni okumayı özledim, dost. Kent meşgalelerinde bir disket gibi sıkıştırılmış yüreğimi aç. Beni insâni eylemlere çağır, dost. Evrensel nutuklara değil. Bir tebessümün ışığında yanmaya çağır. ‘Sen hangi eylemi başarabildin ki’ deme. Biliyorum, saz çalmayı öğrenemedim; halayda destebaşı olamam, sen yine de çağır beni. ‘esrârı aczine mâtuf’ olan bu dostun, bakarsın bir ilhama mazhar olur.                                                                        

 

Dost, senin dâvetine mazeret üretmem. İnsanlar evrensel zaaflarının gereğini yerine getirmek için, sıcak odalarında, başkalarının zaafları üzerine kurulmuş eğlence programlarını izlerken; ben, hasta yataklarından kalkıp, yağmurun sokak lambalarının ışığında seçgelleştiği, iplik iplik yağdığı vakitler bir meczup sevk-i tâbisiyle bulunduğunuz zula mekânlara koşarım. Dost, henüz sana ulaşmadan her oluşu, her kımıldanışı yeniden mânâlandırırım. Sana yürümek, Yemen'e gitmektir yeniden. Yağmurda ıslanmak, bir savaş gâzisinin aldığı yaralardan duyduğu gurur gibidir. Kendimize eziyet, kent insanının mazoşist duygularıyla benzeşmez. Yağmurda ıslanmak, sefil Anadolu insanının hüznünü paylaşmaktır. Islanmak, bir karıncanın incinmişliği, bir çiçeğin örselenmişliğidir. Hele kar yağıyorsa dostum, bu kent insanının nostaljisi asla değildir. Kar altında kalmak, yedi iklim, üç kıta yetim düşmüşlüğümüzdür. ‘Züğürt Ağa’ misâli, koskoca bir medeniyetin yoksulları oluşumuzdur. Sana gelirken, bir kardelen çiçeği olurum ben, dost. Ya kar olurum / Yakar olurum; Ya kardelen / Yakar delen olur gelirim dost.                                                                                                                              

 

Sana geldiğim zaman donanımlı olurum. Sana gelmek, bir tâlim meselesidir. Hayatı her an yeniden yorumlamaya, her bir şeyi yeniden mânalandırmaya tâlimli değilsen, sana yine gelirim, dost. Seninle belki bin kere dinlediğimiz bir türküyü ilk defa dinliyormuş gibi bir kez daha özümsemek, Anadolu'nun bin yıllık duyuşlarını yeniden yaşamak, beni hayat karşısında mukâvemetli kılar. Sana gelmek yaşama sevincidir. Sen insana erdemlerini hatırlatırsın. Eşyalarının değeri arttıkça, dostlarının değeri azalan kent insanlarından kaçarak, kentin süflî çehresinden soyutlanarak gelirim sana. Sana gelirken kentli oyuncaklarını getirmem. Araba markalarından, inşaat maliyetlerinden, ücret artışlarından bahsetmem örneğin. Ben boşboğazlık edip öyle kentli ayıplarına düşersem, sen bana sorarsın:                                                                                                                  

 

Eğri odun mu taşıyorsun / Odunları mı eğri taşıyorsun? / Yaşadığın için mi varsın / Var olduğun için mi yaşıyorsun?                                                               

 

‘Kişisel menkîbe’mi ararken dost, senin sesin kılavuz olur bana. Irmaklar denize ulaşmak için nasıl seçerse mecrâlarını, ben de öyle seçerim yüreğindeki ummana giden yolu. Bu yol tıpkı ırmakların mecrâsı gibi dolambaçlı olur belki. Olsun varsın. Sürekli bir akış için sokaklardan, duraklardan, mâişet kapılarından geçer de gelirim. Menkîbeme ufuk açmak, ufuklarda buluşmak için sen yeter ki ‘gel’ de bana, bir yolunu bulur gelirim.                                                                          

 

Leylâ'da değilim dost, lâkin çöle çağırırsan Mecnun olur gelirim. Sana ‘yalan’ halde gelmem, toplarım özümü ‘yalın’ halde gelirim. Kapıyı çaldığımda ‘kim o’ dersen, ‘sensin efendim’ derim. Ben olmam kapında, ‘sen’ olur gelirim. Sen ‘gel’ de yeter ki, yola yük olmam, ‘yol’ olur gelirim. ‘bu ayda olmazsa gelecek ayda, on bir ayın birinde’ demem; davetin bana erişmeden sezer gelirim. Ayık kafayla gelemezsem, bağışla, sızar gelirim efendim...”

Recep YAZGANRecep YAZGAN