Fikir
Giriş Tarihi : 23-10-2020 06:40   Güncelleme : 23-10-2020 06:40

Engelsiz Hayat İçin Nasıl Bir Eğitim?

Malum toplumumuzda engelli sayımız giderek artıyor. Onların rahatı için evlerde, işyerlerinde, devlet dairelerinde, kaldırımlarda alınan tedbirleri gördükçe yavaş da olsa meselenin farkına varmaya başladık. Onların yaşadıklarını anlamak için daha fazla empati yapmaya, sorunlarının çözümü için daha çok kafa yormaya başladık.

Engelsiz Hayat İçin Nasıl Bir Eğitim?

Yeterli mi? Hayır. Hep birlikte toplum içinde yan yana hayatımızı sürdürme konusunda onların karşılaştıkları güçlükleri görüp hayatlarını kolaylaştırma anlamında daha fazla çaba harcamamız gerekiyor.

 

Bilindiği üzere nüfusumuzun kabaca yüzde 10’u engelli. Bunların bir kısmı doğuştan, diğer kısmı ise sonradan engelli, yani sağlam doğmuşlar, ilerleyen yıllarda kazalar ve kronik hastalıklar gibi sebeplerle bağımlı hale gelmişlerdir.

Fakat yüzde 10 çok büyük bir rakam. Doğuştan engellilere söyleyecek bir sözümüz yok. Fakat sonradan engelli olanlar ve bunlara her geçen gün ihmal, dikkatsizlik vd sebeplerle yenilerinin eklenmesi çok önemli bir husus olup, bu konuya özellikle dikkat çekmek istiyoruz.

 

Engelsiz bir hayat hepimizin arzusu olsa da bu mümkün değildir. Fakat gereken tedbirleri alarak mevcut nüfus içinde engelli sayısını arttırmamak için neler yapabiliriz sorusu önemlidir. Çünkü engelli sayısının artışını önleyebilirsek mevcut engelli vatandaşlarımıza bütçeden düşen pay yükselecek, onların hayatlarını daha kolay hale getirecek çözümler üretme imkanlarımız artacaktır.

 

Bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu hayata sağlam başlayıp sonradan engelli olanlardır. Bunların sayısındaki artış bizi korkutmakta, bu artışın arkasında yatan sebepler ise başta biz eğitimciler olmak üzere hepimizi ilgilendirmektedir. Başka bir ifade ile toplum içinde sonradan engelli olan vatandaş sayısını nasıl azaltabilir veya en aza indirebiliriz? Bunun için eğitim sistemimiz yeterli mi, yeterli değilse ne yapmalıyız? “Engelsiz” veya çok az engelli bir toplum olmak için çare nedir?

 

Sosyal Devlet gereği engellilerle ilgili birçok yasa çıkarılması ve uygulanmasına rağmen engelli vatandaşlarımızın çok azı günlük hayata katılabiliyor. Engelli memur atamaları ve engelli çocuklarımızın özel rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilmesi, okullarımızda kaynaştırma sınıfları vd. uygulamaları bir kenara bırakırsak engelli vatandaşlarımızın çok önemli bir kısmı halâ evlerde. Bu önemli konu ile ilgili olarak hemen her gün basın – yayın organları ve sosyal medyada sayısız haber ve yoruma rastlamak mümkün.

 

Şu bir gerçek ki dünyada engelli birey üreten ülkelerin başında geliyoruz. Özellikle karayollarında veya inşaatlarda gerçekleşen kazalar son dönemlerde biraz azaltılmış olsa da, yakın yıllara kadar günde 20 kişi ölüyor 100’den fazla kişi ise yaralanıyor, bunların önemli bir kısmı sakat kalıyor, bakıma muhtaç hale geliyordu. Yani her gün sabah evinden çıkan aktif (sağlıklı ve çalışabilir durumdaki) nüfustan (vefat edenlerin dışında) 100 kişi akşam olduğunda bir başkasına bağımlı hale gelmiş oluyordu. Mesele herkesin malumu, örnekleri çoğaltarak lafı uzatmaya gerek yok.

 

Küçük yaştan itibaren sağlığımızı koruma ve hayatımızı engelsiz olarak devam ettirme hususlarında maalesef duyarlı değiliz. Başımıza bir felaket geldiğinde sesimiz çok çıksa da bu felaketin gelmemesi için gerekli çabaları harcadığımız söylenemez. Kanun olarak ya da kâğıt üzerinde; araçlarda emniyet kemeri, motor kullananlarda kask takma mecburiyeti, inşaatlarda gerekli tedbirler alınması zorunluluğu, bizzat sigara paketinin üzerine yapıştırılan “sağlığa zararlıdır”  vb. çok sayıda örneği hatırlayalım. Fakat uygulama öyle olmuyor. Olana kadar “bi şey olmaz”, olduktan sonra ise (ders çıkartmak ve tekrarından kaçınmak yerine) “oldu bi kere” sözleri durumumuzu özetlemeye yeter de artar bile.

 

Bütün bunlarda dinimiz ve toplumsal değerlerimizin bir rolü olduğunu düşünmüyorum. Nitekim dinimizin beş temel esasından ikisi aklı ve canı korumakla ilgili (diğerleri malı, nesli ve dini korumak). Toplum içinde de kimsenin kendisine veya başkasına zarar vermesi tasvip edilmediğine göre o zaman problemin kaynağı nedir? Bu vurdumduymazlık neyin sonucudur?

 

Mesele yine eğitime gelip dayanıyor. Özellikle de ilköğretim çağında davranış kazandırmaya yönelik olarak verilmesi gereken eğitime. “Aç olan insana balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek” deyimi gibi, engellilere nasıl yardımcı olabilirizden öte, “engelli olmayı nasıl azaltabiliriz, ya da ortadan kaldırabiliriz”e biraz daha fazla kafa yormamız gerekiyor.

 

Can alıcı soru şu; “mevcut aktif nüfusumuzu engelli olmaktan nasıl koruruz”? Yani, yasakların ötesine geçerek, mecburiyetten ya da cezası olduğu için değil de bizzat kendimiz, ailemiz ve toplumun diğer fertleri engelli olmasın diye atmamız gereken adımları, almamız gereken tedbirleri nasıl içselleştirebiliriz. Bütün bunları eğitim yoluyla nasıl verebilir, nasıl (başkasının ikazına ya da yasal yöntemlere başvurmadan) davranış haline getirebiliriz?

 

İşte bunun için ilkokulda geçen ilk 3-4 yıl çok önemli. “Yedisinde neysen yetmişinde osun” sözünü tekrar hatırlatarak diyorum ki kendimizi tanıma, zararlı alışkanlıklardan uzak durma, sağlığımızı koruma, kaza ve belalara karşı uyanık olma, bisiklete ve motora binerken kask takma, araba sürerken kemer takma vb. tedbirleri önceden alma konusunda bilinç kazandırılacak yer ilkokuldur. Tezimi desteklemek için alın size örnek; obezite ve bundan kaynaklanan hastalıklar konusunda bütün uyarılara rağmen (üstelik kendi sağlıkları söz konusu olduğu halde) insanlarımıza nüfuz edilememiş, problemin çözümü küçük yaşlarda aranmış ve sorunun çözümü olarak okullarda kola ve hamburger türü yiyecek ve içeceklere sınırlama getirilmiştir.

 

Gelişmiş ülkeler; ürettikleri otomobillere en az 8 hava yastığı, bilmem kaç çeşit fren sistemi koyarken olası kazalarda insanların ölmesi veya yaralanarak sakat kalmasının önüne geçmek için mi bütün bunları yapıyor, yoksa gerekli tedbirleri aldım istediğiniz kadar hız yapabilirsiniz, istediğiniz yere toslayabilirsiniz diye mi? Onların engelli sayısını arttırmamak için böyle tedbirlere baş vurdukları, bu konularda teknolojiyi sonuna kadar kullandıkları, çocuk yaştan itibaren de bu bilinci kazandırdıkları, ileri yaşta da edindikleri kazanımlara uygun davrandıkları kesin.

 

Fakat bizim için öyle mi? Tam tersine, araç güvenliği arttıkça daha çok hız yapma, başkalarının da hayatını hiçe sayarak, daha agresif, daha kontrolsüz araç kullandığımız herkesin malumu. Araçların model, marka ve yılı aynı olsa bile onu kullanan insanlar olarak bizler ve Batılılar arasındaki bu fark nereden kaynaklanıyor? Elbette aldıkları temel eğitimin içeriğinden. Biz bilgi yüklüyoruz, onlar davranış kazandırıyor. Bilgi unutuluyor, davranış kalıyor.

 

Burada eğitim yoluyla davranış kazandırmaktan kastımız şudur: İnsanlarımızın (misal) araçlarına bindiklerinde emniyet kemerlerini takmaları ya da inşaatlarda çalışırken gerekli tedbirleri almalarının kendi sağlıkları ve can güvenlikleri için gerekli olduğunu bilmeleridir. Eğer bütün bunları yüksek cezalar ödememek için yapıyorlarsa denetimin olmadığını düşündükleri anda bu kurallara uymamakta, bizzat kendileri kazaya davetiye çıkarmaktadırlar. Oysa çare; insanlarımızın kendi güvenlikleri için oluşturulan kurallara yasalar emrettiği ve yapılmazsa ceza ödeneceği için değil, bizzat kendi canlarını koruma ve olabilecek kaza sonrasında engelli kalmamak için uymalarının sağlanmasıdır.

 

Bunun iki yolu vardır; ya para veya hapis gibi yüksek cezalar, ya da küçük yaşlarda verilecek davranış eğitimidir. Daha 5 yaşında ilk kez bisiklete binen bir çocuk bisiklete binebilmesinin ancak başına kask takarak gerçekleşebileceğini gördüğünde onu artık bisikletli hayatın bir parçası olarak içselleştirmekte, büyüdüğünde kimse ona kask takması gerektiğini söylemek zorunda kalmamaktadır. Çünkü kask takmadan bisiklete binilemiyeceğini bir davranış olarak kazanmıştır. 

 

Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Küçük yaşta odasını temizlemek, el ve yüz yıkamak, dişlerini fırçalamak gibi alışkanlıkların kazandırılamaması, ya da aileleri tarafından çocuklara bu davranışların benimsetilememesi durumlarında aynı çocukların büyüdüklerinde bu davranışları kendiliklerinden yapacaklarını ummak son derece yanlış ve beyhude bir beklentidir. Bu yüzden; zararlı alışkanlıklar tespit edildiğinde büyüyünce yapmaz diyerek aldırmamak, çevreyi kirletmesini görmezden gelmek, canlılara yaptığı eziyeti önemsememek, (ileride inşaatlarda tedbirsiz davranmanın bir ilk örneği olarak) çocuklar ağaca çıkarken, damda dolaşırken düşme ihtimalini umursamaz tavırlarla seyredip bir şey olmaz diyerek gereken yerde gerektiği anda uyarmamak, ya da yaptığı yanlıştan çocuğu men etmemek gibi davranışlar ebeveynlerin çocuklarına yapacakları en büyük kötülük olarak kabul edilmelidir.

 

“Ağaç yaşken eğilir” atasözü gereği küçükken müdahale etmediğimiz her yanlış ileride bize pahalıya patlayacaktır. İleride düzelir, ileride yapar diye asla kendimizi kandırmayalım. Çocuklarımıza doğruyu, güzeli, olması gerekeni mutlaka küçük yaşlarda öğretelim (misal tehlikelerden uzak durmak, kırmızı ışıkta geçmemek) ve bu öğrettiklerimizin davranış haline gelip gelmediğini (misal yanında biz olmasak da kendi başına olsa bile kırmızı ışıkta durup beklediğini) kontrol edelim.

 

Şayet bunları yapmazsak ve çocuk yaşta davranış kazandırmayı beceremezsek ne kadar yasa, yönetmelik de çıkarsak; her inşaatın önüne müfettiş, her kilometre başına polis de koysak, insanlarımız umursamayacak. Zaten umursamıyor. Her gün aktif nüfusumuzun bir kısmının pasif hale geldiğini görüyor, burdan bile ders çıkartmıyor, aksine “atın ölümü arpadan olsun” diyor. Ölen ölüyor. Ya geride kalanlar?

 

Peki henüz sağlıklıyken insanlarımız bütün bunları gördüğü halde, bu konularda duyarlılık gösteriyor mu? Çıkarılan yasalar, verilen cezalar bir işe yarıyor mu? Yani sonuçtan memnun muyuz? Tabi ki hayır. Dedik ya, olana kadar “bi şey olmaz”, olduktan sonra da “oldu bi kere”. Bir kereyle kalsa iyi de, kaç bi(r) kere?  

 

Problem sadece engelli sayımızın artması mı? Kazaların sonucunda ortaya çıkan yıkım, yatağa bağımlı hastalar, yetim veya öksüz çocuklar, dağılan yuvalar, devlete binen malî sorumluluklar… Hangi sosyal güvenlik sistemi, hangi sağlık altyapısı böylesine bir yükün altında kalkabilir? Ülkemizin hali meydanda. Engelli vatandaşlarımızın mevcut dertlerine bile tam olarak çare olamazken, onlara sürekli yenilerinin eklenmesine gönlümüz nasıl razı olabilir? Bu konuda daha duyarlı olmamız gerekmez mi?

 

Unutmayalım ki problemin temeli bilgi eksikliği değildir. Küçük yaştan itibaren bireylere farkındalık ve davranış kazandıramayışımızdır.

 

Tekrar tekrar söylüyor ve yazıyorum; eğitim sistemimizde ilk dört yılı (basit bilgiler dışında) davranış kazandırma üzerine olmalıdır. Anaokulu eğitimi, okul öncesi eğitimi oyun ağırlıklı değil (ki ben buna lay lay lom eğitimi diyorum), gerçek anlamda davranış kazandırma üzerine kurulu bir sisteme oturtulmalı, müfredatı ona göre belirlenmelidir.

 

(Bu müfredat içinde vatan ve millet sevgisi, Türkçemizi güzel kullanma, edep, haya vd daha birçok husus olmazsa olmazlar olup bunlar başka bir yazının konusudur).

Recep YAZGANRecep YAZGAN