Kültür
Giriş Tarihi : 30-06-2019 09:00   Güncelleme : 30-06-2019 09:00

Hayatın İtici Gücü; Oyun

​Mehmet Ali Demir “Güzellik hep yeni Yenilik güzel Dostunu bulan aşk sonsuz ömürlü Sevgili bayatlar, ama aşk yeni” (Necip Fazıl KISAKÜREK – ‘Yeni’ şiirinden)

Hayatın İtici Gücü; Oyun

Ekseriyetle dilin kısıtlı olmasından kaynaklanan problemleri, tabiî akış içerisinde gerçekleştiği için çok da fark etmeyiz. Bir meselede derinleşmek yahut düşünmek dil ile mümkün olduğundan, yani dil bir vasıta olduğundan, probleme odaklanmak, vasıtayı kritik etmemize engel oluyor. Bugün bu söylediklerimi de içine alıcı bir mevzu üzerinde duracağım, fakat muradım bu söylediklerimi basamak yaparak asıl mevzuuma gelmek.

Bahsedeceğim mevzu; süreç-araç-vasıta ve gaye ilişkisi… Aynı kategori içinde ele aldığımız araç, süreç ve vasıtanın nüanslarla birbirinden ayrı şeyler olduğunun farkındayız. Fakat gayenin türüne göre, saydıklarımız birbirlerinin yerine kullanılabilen kelimelerdir. Konunun akışına göre tek tek yahut beraber kullanıldığını göreceğiz. Gaye denilince de herkesin anladığı gibi, “kasıtlı olarak varılmak istenen hedef”i kastediyoruz. Buraya kadar her şey normal, fakat gaye denilince hepimiz zımnî olarak “her şey bittiğinde erişilen şey”i anlıyoruz. Yani gaye dediğimiz şey her zaman sonda oluyor bizim için. Buna bağlı olan ikinci ve asıl probleme gelirsek, “vasıta-araç-süreç”lerin YALNIZCA gayeye ulaştırmak için var oldukları fikrini genelleştirmek… Peki, niçin “gaye”yi hep sonlarda arıyoruz ve ikinci problemi meydana getiriyoruz?

“Ne yapmaya çalışıyorsun? Aracı amaç haline mi getireceksin?” diyen sesleri duyar gibiyim. O zaman peşinen ne yapmak istediğimi söyleyeyim: “Araç-süreç”leri amaçlaştırarak “araç-süreçleştirmek”… Biraz daha yakından bakalım:

Bir kumarbazsınız, elinizde sihirli bir değnek var. Artık attığınız tüm zarlar düşeş…

Sıkı bir polisiye roman okuyucususunuz. Her yeni kitabı elinize aldığınızda size hırsızın kim olduğu fısıldanıyor.

Boksörsünüz. Karşınıza yenmenizin garanti olduğu, kolları olmayan bir rakip çıkarıyorlar.

Açsınız. Sizi yemek yeme zahmetinden kurtaran bir kapsülle doyuruyorlar.

Çiçeği burnunda bir anne yahut babasınız. Yeni doğan bebeğinizi alıp, sizi hastalığıyla, mamasıyla, beziyle vs. uğraştırmadan bir saniyede büyütüp veriyorlar.

Öğretmensiniz, doktorsunuz, âşıksınız… Ve daha her ne ve kimseniz, gaye dediğiniz şeye sizi hemen ulaştırıyorlar. Sanırım bundan pek hoşlanmadınız. Ama niçin? Gayeniz zarı düşeş atmak, romanı bitirmek, rakibinizi yenmek yahut çocuğunuzu büyütmek değil miydi?

Uzaklardan size katılan bir sanatçının sesini işitiyorum:

– «‘Yapılacak iş’ düşüncesi benim için malzemenin düzenlenmesinden ve işin fiilen yapılmasından alınan zevkle o kadar yakından bağlıdır ki bir mucize gerçekleşip eserim bana tamamlanmış haliyle verilseydi, bir aldatmaca yapılmış gibi utanıp sıkılırdım.» [1]

Bu durumda gaye dediğimiz şey çok da önemli gibi durmuyor. O zaman hemen her zaman yaptığımız şeyi yapalım. Hüküm koyalım… çünkü yapacak bir sürü önemli işimiz var(!).

– Gaye yoktur. Yaşasın süreç!

Bir saniye bir saniye! Süreç dediğimiz şey bizim ile gaye arasında köprü kurduğuna göre, yani süreç, gaye ile anlam kazandığına göre, gayeyi yok saymak, aracı da yok saymak demek olur. Hükmü değiştirmeliyiz.

– O zaman kahrolsun gaye ve süreç yaşasın hiçlik!

Sanırım bu da olmadı…

Şimdilik yukarıdaki misallerden anladığımız kadarıyla, süreç-araç-vasıta, gaye ile at başı gidiyor. Süreç gayeye götürdüğü gibi gaye de sürece anlam katıyor. Ama bir karar vermek zorundayız. Bunun için baştan başlamalıyız.

EKSİKLİĞİN ÇEKİCİLİĞİ

Günümüze kadar gelen ve insanın dünyaya geliş serüvenini anlatan hemen hemen tüm kaynaklarda, insan dünyaya atılmış hatta fırlatılmıştır. Biyolojik yapısı her ne kadar dört unsurdan meydana gelmiş ve dünya ile uyumlu olsa da içten içe bir yabancılık ve eksiklik hissetmiştir. Bunu felsefî bir tartışma içinde sunmak yerine tarihin seyrinden anlamak daha kestirme bir yol kanımca. Savaşlar, işgaller, göçler hatta mağara duvarlarına çizilen resimler –her ne kadar bu resimleri, pragmatik bir zeminde anlama yoluna giden tezler olmuşsa da yorumlamada eksik kalmışlardır-, bana göre bir eksikliğin giderilme çabalarıdır. Nasıl ki, başımız yahut dişimiz ağrıdığında hemen doktor arıyor, başımızı sarıyor, oradan oraya koşturuyoruz ve bu sıhhatimizin eksik oluşundan kaynaklanıyor… Hani hastalık vücudun tabiî seyrinin dışına çıkması demek ya, dünyaya geldiğimizde de tabiî seyrimiz bozuluyor olsa gerek. Bunca arayış ancak bununla açıklanır kanımca. Zaten tamlığın olduğu yerde aramanın, atraksiyonun ve dinamizmin olmayacağını yani insan soyunun devam etmeyip yok olacağını anlamak çok da zekâ gerektirmese gerek…

Bu eksikliğin mahiyeti konusunda ne diyebiliriz? Antik Yunan mitolojisinden gelen bir ırmak var. İsmi “lethe”. Yani unutma ırmağı. [2] Mitolojide bu ırmakta ölüler yıkanıyor olsa da zannediyorum bu Platon’un idealar teorisi içine girdiği zaman tam zıt bir mânâya delalet ediyor. Yani dünyaya gelmeden önce Lethe Irmağı’nda yıkanılıyor ve insan unuttuğunu bulmak üzere dünyaya geliyor. Peki, unuttuğumuz şey ne idi? Bu saf bir bilgi/episteme sorunu mu? Herkesin eksikliğini gidermeye çalıştığı alanlar farklı farklı olduğuna göre ve bilgi dediğimizin bir sınırı olmadığı halde aklımız sınırlı olduğuna göre kastedilen eksikliğin-unutmanın bir bilgi/episteme olmadığı meydana çıkıyor. Kaldı ki “Lethe”den türetilen “aletheia” kavramı felsefe literatüründe “hakikat” anlamına gelmektedir.   [3] Hakikat! Evet tam olarak bu. Bu farklılıklar içinde eksik olan şey, hayatın hakikatine vakıf olamama durumu galiba. Yüzlerce yıldır metafiziğin temel problemi olan “anlam” yaptığımız şeyleri niçin yaptığımızı bilememe sorunu. En başta bahsettiğim “gaye”lerin yavan kaldığı verilen misallerde de göründüğüne göre, her epistemolojik çıkarımın üzerinde duran bir şey bu. Ya da şöyle anlatayım. Biri bana gelip: “Bana hayatın anlamını söyle” deseydi, içimi çok garip bir his kaplardı. Ne diyeceğimi bilemezdim. Bir acemilik yapıp birkaç kelam etseydim, bunun karşı tarafı tatmin etmemesi bir yana beni bir aptal olarak gösterecekti. Elimden gelseydi, belki yalnızca kendi hayatımı yaşadığımdan olsa gerek, kendi hayatımın anlamını, onunkiyle ortaklığı yönünden sezdirebilirdim. Sanırım yardım geliyor:

– “Hiçbir şeyin mücerredi sonuna kadar halledilemez; buna nazaran aslında tecride mevzu hiçbir hakikat bildirilemez, sadece telkin edilebilir.” [4]

Bu bana küçükken kulağıma fısıldanan bir ninniyi hatırlattı:

“Anlamak yok çocuğum

Anlar gibi olmak var.” [5]

Bu eksiklik meselesini bir kesin hükme bağlayamadık. Zaten kesinlik belirttiği yerde gayeye ulaşılmış olacaktı. O hissi tekrar yaşadım. Hükmümüz neydi; “gaye yoktur(!) yaşasın süreçler”. Sanırım bir bakıma size hak veriyorum. Ulaştığımız ânda bayatlayan bir şey gaye. Ama süreç öyle mi? Müthiş bir hazzı var sürecin, bunu hissediyoruz. Aslında bu eksiklik mevzuuna da o yüzden girdim. Hani gaye olmadan süreç-araç-vasıta olmaz demiştik ya, gayeye araç-süreç-vasıta ile ulaşacağımıza ve henüz ulaşamadığımıza göre bu bir EKSİKLİK ifade ettiğine göre vasıtayı vasıta yapan bu eksiklik olsa gerek. Bir nevi itici gücüm kabul edebilirim eksikliği. Yani toplu ifadesi şu olabilir: EKSİĞİM O HALDE SAVAŞMALIYIM. Eksiklik meselesi konumuzu daralttı. Aradığım kavramı bulmaya yakınım. Bakalım daha ileride kara görünecek mi?

OYUN

Küçükken elimdeki basket topunu potaya atabilmek için uğraşıp dururdum. On atıştan bir isabet… Anlayacağınız büyük basketçiydim(!). O sırada abim gelir, topu benden aldığı gibi basket, Bir daha, bir daha… Aramızda şöyle bir diyalog geçmişti:

– Tamam artık, ver şu topu.

– Niye ki? Atamıyorsun işte.

– Olsun ben oynamak istiyorum.

– Amaç basket atmak değil mi? Ben atıyorum işte.

– Hayır anlamıyorsun. Önemli olan benim oynamam.

Evreka! Çocuklar saflıkları içinde büyüklerin göremedikleri hakikatleri nasıl da bir çırpıda hallediveriyorlar. Yazının başında da verdiğim misaller hatırlanırsa, bu durumun onların bir benzeri olduğu görülecektir. Önemli olanın süreç olduğunu söylediğim yerlerde büyüklerin her ne kadar kendine yakıştırmasalar da istedikleri şeyin “oyun” olduğunu da bulmuş oluyorum. Oyunları dikkatli incelediğimizde onlarda da bir gayenin olduğunu ve eksikliğin mevcut olduğunu farkediyoruz. Eksiklik burada daha konsantre bir halde “ihtimal” halinde; kesinliğin eksikliği… Basket misaline tekrar dönecek olursak şunları belirtmem gerekecek:

Anlaşılan o ki, “ben”imiz içinde eksikliğiyle dahil olmadığı her şeye karşı direniyor, arzu etmiyor. Bunun tersini de en ufak çaplarda bile olsa “kendinden”, “zorlamasız” olarak arzu ediyor. Şimdi mevzuyu her ne kadar süreç ve konsantre haliyle oyun meselesine daraltmış olsak da, bir şeyi kavramlaştırmanın ona tahakküm etmek olduğunu zannedenlere mukabil işi gidebileceğimiz yere götürme niyetindeyiz. Oyun’un bizi bu kadar cezbetmesinin ve “kendimizden” ve “zorlamasız” içine alıcı olması problemine girelim.

Bu problemi çözdüğü iddia edilen biri var. İsmi Karl Gross… Bu misali, faydayı tanım sayıcı yanlışlıklara düşmemek adına veriyorum. Gross’a göre oyun insanı geleceğe hazırlayan bir ‘şey’dir. Mesela evcilik oynayan çocukları ele alalım. Bu çocuklar büyüyüp bir yuva kurduğunda, oynadıkları bu oyun onlara tecrübe olarak bir şeyler kazandıracak. Yani bir nevi geleceğin prototipi oyun dediğimiz… [6]

Söyledikleri, oyunun fayda sağladığı bir alan olarak doğru şeyler fakat oyunu açıklayan şeyler değil. Misalen bu çocuklar büyüyüp evlendiklerinde, karı-koca arasındaki oyunlara devam edecek. Bunları nereye koyacağız. Yahut bazı yaşlıların poker tutkusunu ne yapacağız? Oyunun fayda kısmını reddettiğim sanılmasın ama fayda, bu tarz fenomenlerde arka tarafta işleyen bir şeydir. Tabiî bir sonuçtur. Arı bal yaptığına göre, arı eşittir bal gibi akıl yürütmeler sakattır. Geleceğe hazırlama bahsine evet! Bu indirgemeci yaklaşıma hayır! Geleceğiz…

Aslında bahsettiğimiz oyun, daha geniş çaplı bir oyun. Japonların oyun kelimesini yapmak, etmek manasında kullandığını [7] biliyoruz. (Misal “x kişisi ölümü oynadı, y kişisi yemek yemeyi oynadı vb.) Ayrıca bu mânâda “David L. Miller’den öğrendiğimiz kadarıyla oyun düşüncesi eski dinlerin yaratılış ile ilgili öykülerinde de geçiyordu. Örneğin eski Hindu yaratılış ilahilerinin vedantik yorumuna göre, bildiğimiz dünya, tanrının oyununun (Sanskritçe lila deniliyor) sonucudur.” [8]  Böylece çapı çok geniş bir fenomenle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Oyunun niçin oynandığı bir yana “oyun” formatına ilişkin olarak nelerin oyun, nelerin oyun olmadığı meselesi de uzun tartışmalara sahne olmuştur. Oyunu hayata yaklaştırması bakımından Roger Caillois, oyunu oyun yapan prensipleri ortaya koymuştur. Merak eden arkadaşlara tavsiye edelim. [9] (Man, Play and Games)  Biz o konuya şu ân girmeyeceğiz. Yine de oyunun karakteri ile ilgili bir şeyler söylemek icab ediyorsa, şunları söyleyebiliriz:

Biz “oyun”un kapalılığın olduğu hemen her yerde, imkan ve ihtimali içine alıcı bilinmeyen bir itici güçle “ben” ile muğlak bir “gaye” arasında çadır kurmuş, gayeyi kurduğu dünya içinde olduğundan FAZLA gösteren ve attığımız her adımda bekleyişin lezzetini tattıran dinamik bir ilişki olarak değerlendiriyoruz.

Biraz daha genişletelim. Misal bir boksör… Maça çıkmadan evvel mevcut imkânları vardır. Güçlüdür, kondisyonludur, boyu şu kadardır, kilosu şu kadardır. Maçın gayesi ise rakibi yenmektir. MAÇA ÇIKILDIĞI AN OYUN BAŞLAR. Artık kurallar dahilinde kroşe, aparkat, direk… O bilinmezlik içinde, karşı tarafın yaptığı hamleye göre bir an sonra ne yapacağını kendi de bilmez. Ne yaparsa yapar, rakibini yener. Şimdi bu yenme işi gerçekleştiği ânda bitendir. Ödüldür verilir, sonra kaybolur. Geçmişe karışır. Dıştan gelen ve etkileri devam eden şeyleri (itibar, övgü vs.) bir kenara bırakırsak… Bu boksörü bir sonraki maça çıkartan saik nedir? Güç, para, şan, şöhret evet bunları inkâr etmiyoruz. Peki ya boksörün kendi açısından, oyunun YALNIZ ONA HİTAP EDEN çekiciliği nedir, nereden kaynaklanır? Nietzsche’nin dünyayı zar oyununa benzettiğini biliyoruz. [10] Bu zarın yalnızca 1 den 6 ya kadar geleceği malum. Yani tahdit edilmiş. Bu altıdan biri geleceği kesin olarak bilindiği halde niçin yüzyıllar boyu oynanmıştır bu oyun? Sanırım bu, zarın BANA kaç geleceği meselesinden ibarettir. Ve Nietzsche’nin “lust (zevk)” kavramı… Acaba boksörümüz bunu maç sonunda mı yaşadı? Hayır hayır. Bana sorarsanız tam da MAÇ ESNASINDA…

Evet dediğimiz gibi zafer geçmişe karıştı. Boksörümüzün damağında   yalnızca o TAD kaldı. Galiba oyun oynarken saat zamanını SÜRE’ye çevirdi. Oyun esnasındaki her ‘ân’ benliğiyle tam bir katılımcıydı. İşte hayatın akıcı karakterine kendi dinamizmiyle katılmanın ücreti!..

Klinikte rastladığım o kadının, terapiste söylediklerini sanırım şimdi anlıyorum:

– “Bir türlü TAM VAR OLAMIYORUM. Aslında bakan ben değilim. Bir perde var, camdan bakıyorum. Bu yaratıcı bir bakış değil. Ve bir kâğıt çıkarıp siyah keçeli kalemle doğum günü için bir tebrik kartı hazırladı. Doğum gününe: “ölüm günüm” diyordu.” [11]

“Tam varolamama” problemine peşin fikrimizi koyup daha sonra genişletmek istiyorum. İBDA Külliyatından: “İnsanın realitesi bir ızdıraptır… Çünkü o varamadığı bir tamlıkla taciz edilmektedir.” [12]

Buradan anladığım kadarıyla insan YAŞAMAK istiyor. Fakat içinde bulunduğu dünya nasıl bir yer ki, buna özel ânlarda izin veriyor yalnızca. Batı felsefesinde Descartes ile başlayan bir süreç var. İçinde bulunduğumuz dünyayı algılamada, tam bir objektiflik olup olmadığı… Bu süreç dünyayı yahut ‘şeyler’i algılamada kullandığımız araçlardan şüphe etmekle başlıyor. Yani beş hasse ile bilinen şeylerin mahiyetinden ziyade, bu hasselerin bizi yanıltıp yanıltmadığı üzerine düşünme… Konuya vakıf olanlar bilirler; Descartes bizi biz yapan tüm araçlarımızın, dünyayı algılamada herhangi bir kesinliğin olamayacağını, emin olduğumuz tek şeyin benimizin varlığı olduğu bunun da bağlı olduğu ‘iyi tanrı’ fikrine varmıştır. [13] Yani “şey” ile “ben” arasında duran araçlarımız, eşyanın derisine nüfuzumuzu engelliyor. (Hasta kadının söylediklerine tekrar bakınız.) Bu temel üzerinden Heidegger ise eski yunan düşüncesinden gelen “şey”lere yüklenen “hep orada olan” klasik bakışından çıkıp “şeyleşen” (Das Ding Dingt) kavramına hayat vermiştir. Tabiî bunu sanat eserlerini incelerken söylüyor ama Türkçeye “dünya (welt)” ve “yeryüzü (erde)” diye çevrilen hayatın iki yönünden bahsederek meseleyi bahsettiğimiz o geniş perspektife yayıyor. [14] Dünya ve yeryüzü birbiri içinde gizlenmiş ve Heidegger’in temel felsefesini oluşturan varlık ve yokluğun beraber oluşuyla düşünürsek, dünyada suret ile görünür olan, yeryüzü tarafından karanlığa sürükleniyor. Böylece bulduğun her şey bir tarafıyla kaybedilmiş oluyor. İşte tam burada bu bulma ve kaybolma işi (müziğin mânâlarında da vardır bu, geçen yazıda bahsetmiştik; açığa çıkaran ve gayb eden) ancak bizim sübjektif varlığımızın dahlini gerekli kıldığından ve yukarıda bahsettiğimiz anlamıyla bunun YAŞAMAK-VAROLMAK temelli olduğunu anlamak, küçük gayelerin büyük gayenin bir görüntüsü, PERDE’si olduğunu da gösteriyor. Yoksa futbol oynayan biri için oynadığı ânda karşı kaleye gol atmaktan başka gaye yoktur. Bunu düşünecek vakti de yoktur. Ancak oyun biter, üzerine düşünür, anlar vs. Öteki türlü 22 kişi bir topun peşinde misali…

Var kalmak ile ilgili yakıcı bir misal verelim; ünlü yönetmen Tarkovski’nin duyduğunu ve bunun uydurulmuş olma ihtimalinin olmadığını söylediği bir episot:

– “Bir grup insan, ihanetlerinin cezası olarak kurşuna dizilecektir. Bir hastane duvarının dibinde, çamur birikintileri arasında bekleşirler. Mevsim sonbahar. Ölüme mahkûm bu insanlara paltolarını çıkartmaları emredilir. İçlerinden biri, bu emir üzerine gruptan ayrılarak yırtık çoraplarıyla uzun süre çamurda gezinir. Amacı BİR DAKİKA SONRA KULLANAMAYCAĞI PALTOSUNU VE ÇİZMESİNİ KOYACAK KURU BİR YER BULMAKTIR. (vurgular bana ait)” [15]

Bu düğümün çözümünü de görelim, Salih Mirzabeyoğlu’ndan:

– “Varlığın mahiyetini tetkik ederken, bütün faaliyetlerimiz “varolma” isteğine bağlı değil mi?.. Her şey zamanın havanında silinmeye ve yokolmaya mahkumken, zamanı teselli verici bir süreklilik ve maddeyle toplumu asıl kabul edenleriyle beraber, varlığın mahiyetini de tahkike sürükleyen bu “varolma” isteği ve her türlü faaliyetin nihayetindeki mânâ olarak hecelenen “zamanın üstüne çıkma” arzusu nereden geliyor?.. Evvela “zaman-mekân” birliğinde gerçekleşen canlı cansız her şey bir şekil içinde iken ve şekil onun sınırını gösterirken, geçmişle dolu ve geleceğe açık olma duygusuyla birlikte bu sonsuzluk hissi nereden geliyor; insanda zamanî olmayan şey nedir? Tek kelimeyle ruh.” [16]

HİDE-and-SEEK

“Gizleniyor bildiğim

Saklambaç oyununda”

(Salih Mirzabeyoğlu)

Bu başlık David L. Miller’den, ‘tanrının kurduğu dünya oyunu’  için kullandığı bir ifade. [17] Anlamı “sakla ve bul”… Daha önce de oyunun çapının genişliği üzerinde defaatle durduk. Artık anlaşıldığını farzederek devam ediyoruz. Ekseriyetle oyun konusunda menfi bir bakış serdediyoruz. Önemsiz iş, boş meşgale gibi mânâlarda kullanıyoruz. Geçici olmak bakımından ele alınırsa hikemiyatta doğru zeminini buluyor. Ancak bu dünya için zaruri bir şey olduğunu hissediyoruz. Gaye yerine koyduğumuz her şey ele geçince eskidiğine ve geçmişe karıştığına göre, ve bizde zaman ve mekanla mukayyet olduğumuza göre, hakikat yahut nihai gaye hiçbir zaman elimize geçmeyecek. Öyleyse “hide and seek” kavramındaki saklamak ve bulmak oyunu nasıl gerçekleşiyor? Salih Mirzabeyoğlu’nun “bilgi, bilinmezden devşirilendir” [18] dediği ve hayatın akıcılığı içinde yeni bilgiler –burada da bilgiyi sadece episteme manasında almayın- edinileceğine göre sürekli olarak bir bilinmezin karşısında duracağımız malumunuzdur. Yine Salih Mirzabeyoğlu’nun mealen söylediği “bir şey biliniyorsa aranmaz, bilinmiyorsa aranan şey ne” dediği de malumunuzdur. Öyleyse… Öyleyse orada mevcut olduğu bilinen ve sürekli “şeyleşen” değişen bir “sabit değişen” ile karşı karşıyayız. Ve yine öyle ise Schiller’in “zamanı zaman içinde kaldırmaya (yok etmeye), oluşu salt var oluşla, değişikliği de bir oluşla (aynılıkla) birleştirmeye çalışacaktır”[19] dediği “oyun güdüsü” kavramına yakından bakmamız gerekecek.

Bu kavram Schiller için insanın doğasını oluşturan iki zıddın ARASINDA duran bir kavramdır. Bu iki zıt biraz Kant’ın fenomen ve noumen kavramlarını andırıyor. Kısaca bahsetmek gerekirse; insanın sınırsızlık ve bu âlemde olduğundan dolayı sınırlılığından doğan gerginliği aşmak için kullandığı bir kavram. Biçim güdüsü ve madde güdüsü dediği temeller arasında “kendinden” “zorlamasız” bir “oyun güdüsü”… Schiller aklın aşkın-transandantal bir temeli şart koştuğunu söylüyor: “Akıl aşkın sebeplerle şunu şart koşar: Biçim güdüsü olmalı, çünkü ancak gerçekliğin biçimle, rastlantının gereklikle, acının özgürlükle birliği insanlık kavramını tamamlar.” Ve şu: “nerede insansa orada oynar ve oynadığı yerde tam insandır.” [20]

Tam insan olmayı bu koşula bağlayan Schiller bahsettiğimiz oyunun bu dünyada bizler için bir zorunluluk olduğuna katılıyor. Bu insan varolduğu sürece kesintisiz devam eder. Etmelidir de… Yukarıda bahsettiklerimizle beraber düşünürsek; gayeler geçmişe karışıyor ve oyun, her geçen şeyin geçtiğini ihtar edip yeni, yeni ve hep yeniye doğru gitmenin motivasyon kaynağı oluyor. Bu başka bir zeminde açacağımız diyalektik bir süreçtir aynı zamanda. Kendi menfisi ile karşılaşan şey; muvazeneye gelen, terkibe yaklaştıran ve yine aşılması gereken olarak beliriyor. Her bulunan şey yeni aramaların basamağı oluyor. Böylece ileriye doğru giderken bulunan her yeni, hem teorinin merdiveni hem pratiğin faydaları olarak karşımıza çıkıyor.

– Yok, ben duruyorum. Bak! Hiçbir şey de akmıyor.

Diyeniniz varsa William James’ten bir misal verebiliriz.

– “Ben kaymayı yazın, yüzmeyi kışın öğrendim.”[21]

Durduğumuzu zannettiğimiz yerlerde bile içimizde bir şeyler dönüyor. Fakat bunun farkında oluyoruz yahut olamıyoruz. Oluyorsak, hayatın akışına varlığımızla katılarak bir oyuncu oluyoruz –ki istenen, beklenen budur-. Olamıyorsak komik duruma düşüyoruz. Komik demişken;

Cemad: Cansız

Comedy: Komedi

Bu iştikak ilgisi yanında Nasreddin Hoca’nın o müthiş fıkrası:

Nasreddin Hoca bir gün sazı alıyor eline, tek bir perdeyi tutuyor, elini hiç kaldırmadan tin tin tin, hep aynı notaya basıp duruyor. Biri gelip:

– Hoca böyle olmaz elini gezdirmen lazım perdelerde, bağlama öyle çalınır, böyle değil.

Hoca:

– Onlar arıyorlar, ben buldum!

Cansızlık-statiklik meselesi hakkında, müthiş misaldir bu. Ruhun gülerek verdiği tepki… “İzahı olmayanın, mizahı olur” hesabı, Nasreddin hoca, ölçüler hakkında “neyi arıyorsunuz işte her şey ortada”, “biz bulduk, rahatız” diyen ve yere sarılarak dünyayı durdurduğunu zanneden tipleri ne güzel anlatmış değil mi? Bedahet halinde hepimizin bildiği müziğin dinamik bir yapıda olduğu ve bulmanın da PERDEler arasında aramayla kabil olduğudur. Ahengin suret bulmuş şekli olan müzik, dünya ahengini sağlamak isteyenlere kendine bakmasını söylüyor… Müzik icrasında perdeler arasında aranılan ve aranırken bulunulan, bulunanın ne olduğu sorulduğunda cevap verilemeyen, herkesin şahsında yaşadığı fakat bir ortaklıkla, yaşayanların ne anladıklarını birbirlerinin gözlerinden anladığı… “Müziğin gayesi bitime ulaşmak olduğuna göre hiç çalmasak gayeye ulaşmış oluruz” gibi bir kaba mantıkla hareket ettiklerini bilmeyenlere ve bu işten anladıklarını zannedenlere anlattıklarımız kâfi gelir mi bilmiyoruz. Müzik bittikten sonra bizde devam edendir. Hayat (geçmiş) gibi…

Kendime bir ipucu kabilinden:

Hayy: Diri, canlı.

Hayat: Dirilik, canlılık.

Haya: Hicap (hicap: PERDE).

Hayt: ip, iki şeyi birbirine bağlayan. [22]

Bu iştikakları kendisinden aldığımız, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu da vesileyle anmış (!) olalım. Anma derken, donuk-statik olan anılır. Yani her şey yolundayken bir eşyası görülür, “vah vah bu onundu” denilir, akla gelir. Salih Mirzabeyoğlu Mayıs ayında sadece PERDE arkasına geçmiştir. Bizler girdiğimiz her mevzuda kendisini karşımızda dipdiri görüyoruz. Ne demişti:

Aşk hep yeniden kavuşmaktır.

Rahmet ve Minnetle…

[1] İgor Stravinsky, Altı Derste Müziğin Poetikası, çev: Cem Taylan, Pan Yay., İstanbul 2011, s. 45

[2] Atahan Derviş, Zehragül Aşkın, Platon ve Heidegger’de Aletheia ve Sanat Yapıtı İlişkisi, Kilikya Felsefe Dergisi (2), 2017,  s. 51-68.

[3] A.g.e, s. 52

[4] Salih MİRZABEYOĞLU, Kültür Davamız –Temel Meseleler-, İbda Yay., 3. Basım, İstanbul 1993, s. 179

[5] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s. 75

[6] Ömer Naci Soykan, “Sanatın Kaynağı Sorunu Oyun ve Dans”, www.academia.edu (18 Eylül 2018)

[7] Salih Mirzabeyoğlu, Bolu Cezaevi’nden tahliye sonrası, Sapanca’da verdiği demeç.

[8] Yücel Dursun, Oyunun Ontolojisi, Doğu Batı Yay., Ankara 2014, s. 21

[9] Roger Caillois, Man, Play and Games, University of Illinois Press, 2001

[10] Yücel Dursun, Oyunun Ontolojisi, s. 50

[11] D. W. Winnicott, Oyun ve Gerçeklik, Çev: Tuncay BİRKAN, Metis Yay., 3. Basım, İstanbul 2010, s. 79

[12] Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye, İbda Yay., İstanbul 1991, cilt 1, s. 205

[13] René Descartes, Metod Üzerine Konuşma, Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yay., 2. Basım, İstanbul 1994, s. 39

[14] Yücel Dursun, Oyunun Ontolojisi, s. 57

[15] Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, Çev: Füsun ANT, Agora Kitaplığı, 3. Basım, İstanbul 2008, s. 13

[16] Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız-Temel Meseleler, İbda Yay., İstanbul 1993, s. 53

[17] David L. Miller, Toward a Theology of Play: Gods and Games, Ohio, The World Publishing, 1970, aktaran; Yücel Dursun, Oyunun Ontolojisi (2014)

[18] Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış –Teorik Dil Alanı, İbda Yayınları, İstanbul 1987, s. 155, 156.

[19] Schiller, İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektup, Çev: Melahat Özgü, M.E.B Yay., 3. Basım, İstanbul 1990, s. 68

[20] Yücel Dursun, Oyunun Ontolojisi, s. 40-41

[21] Rollo MAY, Yaratma Cesareti, Çev: Alper Oysal, Metis Yay., İstanbul 2013, s. 69

[22] Salih Mirzabeyoğlu, Berzah –Bütün Dalların Birleştiği Köke-, İbda Yay., İstanbul 2006, s. 60

 

adminadmin